reklam 1

İngiliz edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiliz edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2011 Perşembe

Nerden başlasam....



















Aylardır yazmaya fırsat bulamadığım her şeyi aklımda tutmaya çalışıp, bir başlayabilsem yaz-yaz bitmez bunlar diyordum. Nihayet mazeretler  tükendi, masanın başına oturdum. Tek kelime gelmiyor aklıma. Halbuki söylicek ne çok şey biriktirmiştim. Birçoğu da kendimce baya önemli şeylerdi. Ama gitmişler, yazık olmuş :(
 
Neyse, sayfanın önünde tabula rasa vaziyetinde oturmak yerine sondan başlamaya karar verdim. İlk sırada yıldızımın bir türlü barışmadığı John Fowles var. Abanoz Kule’yi fenalık geçirip yarıda bırakmıştım ama Mantissa’nın arka kapağındaki yorumları okuyunca önceki tecrübeme rağmen kitabı almadan geçemedim.
“Yazar ile esin perisi arasındaki çapraşık ama aynı zamanda şiddet ve sevecenlik dolu o kadim ilişkiyi anlatıyor...”,  “ ...Fowles alaycı ve acımasız bakışını bir fener gibi okurun gözüne tutarken sorular soruyor ve sorduruyor.”, “ Yazar esinini alıp edebi bir forma dönüştürürken periye ödenen bedel nedir gerçekte?...”, “...Tenin ve sözün çarpıcı diyaloglarının egemen olduğu bu fantastik kurguda gerçekliğin ve yaratıcılığın doğasını, sanatın yabancılaşmasını, günümüzde edebiyatın giderek kendine dönük bir üsluba geçişini, kadın-erkek ilişkilerini ve yaşam-sanat ekseninin bileşik kaplarında değişen dengeyi, Fowles’un zekice gözlemleriyle izleriz.” ... 
İşte böyle bir beklentiyle başlayan Mantissa, mitolojinin dokuz musasından (muse) biri, aşk şiirlerinin esin perisi Erato ve yazar Miles Green’in bir küsüp bir barıştıkları sahnelerden oluşuyor. Erato, yazarın erotik düşleri, sapkın bilinçaltı ve yeteneksizliği yüzünden geçmişinin saygınlığına uygun bir roman karakteri olamamaktan şikayetçi. Yazar ise gayet maço bir tavırla Periyi edebiyattan anlamamakla ve sığ olmakla suçluyor. Ve malesef aralarındaki diyaloglar, böyle uzayıp benzer tonda devam ediyor. Erato’nun mitolojik geçmişi ve modern edebiyat hakkındaki birkaç yoruma rağmen bana kalırsa geleneksel kadın-erkek çatışmasının ötesine geçemiyor. Arka kapakta bahsi geçen, “alaycı ve acımasız bakışa”, “gerçekliğin ve yaratıcılığın doğasına”, “Fowles’un zekice gözlemlerine” bir türlü rastlayamamak,  bir şekilde söz verilenlerin hiçbirini roman boyunca yakalayamamış olmak da ayrı bir hüsran yaratıyor. Sözün kısası, benim için Mantissa’nın, Abanoz Kule’den tek farkı inat edip bitirebilmiş olmamdan başka bir şey olmuyor. Dedim ya yıldızımız barışmıyor Fowles’la.  

(resim: Allegory of Music or Erato by Filippino Lippi, 1500)

12 Kasım 2010 Cuma

Aspern’in Mektupları, Henry James

















Ölümünden yıllar sonra eserleri yeniden keşfedilen şair Jeffrey Aspern’in sırlarını çözmeye kendini adamış Amerikalı edebiyat eleştirmeni, onun izlerini, Venedik’e kadar sürmüştür. Şairin bir zamanlar aşık olduğu Juliana Bordereau, yeğeniyle birlikte bu şehirde yaşamaktadır. Aspern’in hayatının, yaşayan tek tanığıyla konuşmak ve şairin ona yazdığı mektupları elde etmek için eleştirmenin yapamayacağı şey yoktur. Ama daha önceki denemelerinden de öğrendiği  kadarıyla uzun süredir inzivada olan Juliana Bordereau’ya normal yollardan ulaşmak mümkün değildir. Tek şansı para sıkıntısı çeken iki kadının yaşadığı eve kiracı olarak yerleşebilmek ve niyetini açıklamadan önce onların güvenini kazanmaktır.  

Nitekim yaşlı kadın, yıllardır kendisiyle birlikte yaşayan ve dışardaki hayat hakkında hiçbir şey bilmeyen yeğenine, kendisi öldükten sonra geçinmesi için para bırakmak amacıyla, Amerikalı eleştirmenin çok yüksek bir kira karşılığında eve yerleşmesine izin verir. Ama Jeffrey Aspern’in hayatının gizleri, eleştirmenin henüz çok uzağındadır. Yaşlı kadın ve yeğeni, evin kendilerine ait odalarından çıkmamakta, kiracılarıyla hiç iletişim kurmamaktadır. Eleştirmenimiz ise kapalı kapılar ardında ne tür sırlar olabileceği üzerine kafa patlatmakta, ev sahibesine ulaşma  yollarını düşünürken onların karakterleri üzerine de yorumlar yapmaktadır. Bu sırada Venedik’te geçireceği zaman hızla tükenmektedir. Eleştirmen amacına ulaşmak için Bayan Bordereau’nun orta yaşı geçmiş, hiç evlenmemiş ve oldukça saf görünen yeğenini kendi tarafına çekerek, teyzesinin ölmeden önce mektupları yok etmesine engel olmasını sağlamaya ve mektupları onun yardımıyla elde etmeye çalışır ama işler pek de umduğu gibi gitmez. 

Aspern'in Mektupları; eleştirmenin aradığı mektuplar gerçekten var mıdır? Juliana Bordereau, eleştirmenin amacını anlamış ve yeğeninin geleceğini garanti altına almak için mektupları mı kullanmaktadır? Yeğen Tina üzerindeki etkisi eleştirmenin işine yarayacak mıdır? Eleştirmen mektuplara ulaşmak için ne kadar ileriye gidebilir? Juliana, odasında şair Aspern’e ait başka gizler de saklamakta mıdır? gibi romanın sonunda bile şüphe uyandırmaya devam edecek sorularla başbaşa bırakıyor okuyucuyu.  

Daha önce okuduğum Yürek Burgusu’nda olduğu gibi Aspern’in Mektupları’nda  da Henry James hikâyeyi, birinci tekil anlatıcının iç konuşmalarıyla aktarıyor. Ama anlatıcının düşüncelerine bu kadar yakın olmamız ondan çok emin olacağımız anlamına gelmiyor çünkü Henry James’in karakterleri okuyucu üzerinde tam tersi bir etki  yaratıyor. Yürek Burgusu’nda kendi kendinizden korkmanıza neden olan yazar, Aspern’in Mektuplarında şüphenin, belirsizliğin sınırlarına sürüklüyor, hırsın, insanı götürebileceği  uç noktalara işaret ederken, ahlaki değer yargılarının kırılgan yapısını ortaya çıkarıyor.

Edebiyata kendi tarzıyla damgasını vuran Henry James’in günümüz okuyucusuna biraz farklı gelecek bir anlatımı olduğunu söylemek gerek. Aksiyon yerine karakterin zihnini okuduğumuz, sırrını hala çözemediğim bir biçimde yavaş yavaş ele geçiren, okuyucuyu kendi içine döndüren, onun üzerinde hikâyeden bağımsız etki yaratan romanlar bunlar. Okudukça “bunu nasıl yapıyor?” sorusunu sürekli gündemde tutan, aramızdaki çağ farkına rağmen psikolojimizle oynamayı başarabilen müthiş bir yazar.

23 Eylül 2010 Perşembe

Yürek Burgusu, Henry James

-->


















Romanı bitirdikten sonra, adını koyamadığım bir tür suçluluk duygusunu bastırmaya çalışırken yakaladım kendimi. İnsan içine karıştıktan
sonra bile beni takip eden sebepsiz türünden iç sıkıntısıyla karışık garip bir his. Sanırım Henry James biraz dengemi bozdu, azıcık da deli gibi hissettirdi. Neden sonra hissime isim koymak zorunda kalınca birdenbire farkettim onun yürek burgusuna çok uyduğunu. (Çevirmenin başarısı tabiki)
Söyleyeceğim şu ki Henry James'e romancıların romancısı denmesi boşuna değil. 1898'de yazılan Yürek Burgusu, Noel gecesi, ateşin önünde hayalet hikâyeleri anlatarak eğlenen bir grubun sohbetiyle açılıyor. İçlerinden biri kendisinde çok daha çarpıcı bir hikâye olduğunu söylüyor. Üç gün boyunca evdeki herkesi ve tabiki okuyucu da merakta bıraktıktan sonra olayın başlangıcını özetleyen kısa bir giriş yapıp yıllar önce kendisine verilen eski defterden, genç bir mürebbiyenin kaleminden çıkmış ve onun ilk öğretmenlik denemesi sırasında başından geçen hikâyeyi okumaya başlıyor. Romanın bundan sonrasında ise okuyucuyu birinci tekille konuşan mürebbiye ile başbaşa bırakıyor.
Anlatıcımız bir taraftan genç ve tecrübesiz diğer taraftan ise -sekiz yaşlarında bir kız, on yaşlarında bir erkek çocukla, okuma-yazma bilmeyen kahya kadını düşünecek olursak- hikâyedeki en yetkin karakter. Sonuç olarak onun güvenilirliğinden şüphe edecek bir durum yok. Buna rağmen okudukça bir gariplik hissediyorsunuz. Mürebbiye hanım olayları yorumlarken sizde onun yorumlarını yorumlamaya başlıyorsunuz bu sırada onun hisleriyle sizinkiler arasındaki fark gittikçe açılıyor. Geçerli bir nedeniniz olmamasına rağmen o kendi hislerinin doğruluğuna ne kadar çok güveniyorsa siz de hem ona hem de kendinize o kadar az güvenmeye başlıyorsunuz. Henry James'in yarattığı atmosfer, anlatım dili, yoruma açık cümleleri ve şahane kurgusu insanın kendisini fena halde güvensiz hissetmesine neden oluyor. Mürebbiye hanımın bir yerde söylediği gibi "ben görmüyorsam orada yok" mu ya da tersi durumda ben görüyorsam kesinlikle var mı? gibi bir durum çıkıyor ortaya. Neye inanmalıyıma gelip takılıyorsunuz. Hislerime mi yoksa gözümle gördüğüm kelimelere mi?

Olayın üstünden beş gün geçti ve ben bu arada hikâyeyi her düşünüşümde "Ama..." ve "Peki..." lerle başlayan cümleler kurmaya devam ettim. Sırf kendimi haklı çıkarmak, deli olmadığımı kendime ispat için dedektif gibi bir takım ipuçları aradım. Ve bugün elimdeki delillere dayanarak diyebilirim ki ben deliyim. Çünkü; Okuduklarımla, onların hissettirdiklerinin çelişmesine neden olan bir sürü cümlenin altını çizdim ama nerden bakarsam bakayım fark ettim ki malesef bu cümleler hikâyenin kendisiyle hiç de çelişmiyor. O, kendi içinde tutarlı yani sorun onda değil bende.
Hikâye, bilmediğimiz, bilsek de kendimizden ustaca sakladığımız sırlarla dolu bir zihinle yaşadığımızın ve herşeyi ona dayanarak yorumladığımızın uç örneğini gerçek bir deneyim gibi yaşatıyor. Gotik edebiyat için oldukça klasik sayılabilecek öykü ve karakterlerle öyle garip bir ilişkiye sokuyor ki bizi sonuçta Henry James'in hikâyesinin korkutucu tarafı kesinlikle hayaletler ve onların olabilme ihtimali ya da mürebbiyenin yaşadıkları değil okuyucunun bizzat kendisi haline geliyor. 


17 Temmuz 2010 Cumartesi

Frankenstein, Mary Shelley

Orjinal adı “Frankenstein or Modern Prometheus” olan roman ilk olarak 1818 de basılmış. Yazarı, Mary Shelley, daha doğrusu “Mary Wollstonecraft Godwin Shelley” 1797 de Londra’da doğmuş. Feminist-yazar anne (Mary Wollstonecraft) ve yazar-düşünür-yayımcı babanın (William Godwin-Tales from Shakespeare'in de yayımcısı) çocuğu. Annesi doğum sırasında ölünce babası tarafından yetiştirilmiş. Şair Percy Shelley ile tanışmasından sonra evi terk ederek onunla birlikte yaşamaya başlamış.

1816’da, sevgilisiyle yaptığı yolculukta, kötü hava şartları nedeniyle şair Lord Byron’ın İsveç dağlarındaki evinden çıkamadıkları ve Alman hayalet hikâyelerine benzeyen hikâyeler tasarlayarak eğlendikleri günlerde yazmaya başlamış Frankenstein’ı. 1 Ocak 1818’ de yayımlanan romanda Mary Shelley’nin adı kullanılmamış, daha sonra ise 19 yaşında, böyle bir romanı yazabilmek için ne tür bir hayal gücünün olması gerektiği sıkça tartışma konusu yapılmış.

Romanın orjinal adından yola çıkarsak (Frankenstein or Modern Prometheus”), Yunan mitolojisinde Prometheus tanrıların adaletsizliğinden, keyfi davranışlarından nefret ettiği için Zeus’a inat olsun diye balçıktan insan (erkek) yaratıp, ona, tanrılardan çaldığı ateşi yani bilgiyi ve uygarlığı verdiğinden Zeus tarafından cezalandırılır. Victor Frankenstein’da annesinin ölümünden sonra doğaya ya da tanrıya karşı isyan bayrağını açar -bu şeytanca el kimden sevdiklerini koparmamıştı ki!-. İnsan ırkının aksine mutlu ve mükemmel bir tür yaratma hayaliyle kendini, cansız maddelere hayat verebilme amacına adar.