reklam 1

felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine; Schopenhauer


Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine

Felsefe tarihinin en kötümser filozofuyla birkaç saat geçirmek yaz tatiliniz için hayal ettiğiniz şey olmasa gerek ama yine de fırsat bulursanız bir ara okumanızı çok isterim. Özellikle de her gün yenileri yayımlanan kitaplara yetişemeyip kendinizi çaresiz hissediyorsanız, bir yığın güzel kitap ama çok az zaman olduğu hissindeyseniz, yazmaktan zevk alıyor ve daha iyisini yapmak istiyorsanız Schopenhauer'a kulak verebilirsiniz.

Okumak hakkında söyledikleri belki ilk bakışta aykırı bir düşünce gibi gelebilir ki bana öyle geldi, hatta biraz da kızdırabilir ki beni kızdırdı ama beyefendinin karamsar ve asabi ruh halinin arkasındaki gerçekçi insanı sevdiğimden bu konuda ona güveniyorum.

Şöyle ki, Schopenhauer, kitap okumanın faydaları konusunda bizim gibi ısrarcı değil. Tam tersine hem seçici olunması hem de okuma süresinin azaltılması gerektiği kanaatinde. “Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz.” diyor ünlü filozof. Ve böylece düşünmeyi bıraktığımız ve sürekli, her boş vakitte okumanın üzgünüm ama bizi aptallaştırdığı görüşünde. Başkalarının fikirlerini, düşünce akışlarını takip ederek “kendi kendimize düşünme” yeteneğimizi kaybedeceğimizi, “ tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın yürümeyi unutması gibi” düşünmeyi unutacağımızı söylüyor.

Benim de hep yaptığım gibi daha biri bitmeden başka bir kitabın kapağıyla flörte başlayanları da hiç hoş karşılamıyor. Art arda okuduğumuz kitaplardan bize bir şey kalmayacağı çünkü “okunan şeylerin ancak derin düşünmeyle” sindirilebileceği ve bu yüzden kitapları ikinci kez hem de bitirir bitirmez yeniden okumanın gerekli olduğu fikrinde. Tabii elinizdeki iyi bir kitapsa bu geçerli çünkü;

İyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamayı insan kendisine düstur edinmeli: çünkü hayat kısa ve hem zaman hem dinçlik insan için sınırlı.”


Yazmak üzerine;

Hani bazen düşündüğünüz hatta yazdığınız şeyin tıpkısını bir kitapta hem de önem verdiğiniz birinin kitabında okur ve şaşırırsınız ya işte ikinci bölümü okurken bana da aynen böyle oldu. Hem de birkaç kez. Önce Schelling ve Fichte hakında yazdıklarıyla, sonra yazarlık ve üslup hakkındaki sözleriyle ve tabi ki son olarak da aşağıdaki cümlelerle, tam o sırada düşündüklerimi yazarak;

(...)ve sonra hemen aynı düşüncelerin çok uzun zaman önce büyük adamların eserlerinde dile getirildiğini görünce hoş bir şaşkınlık içerisinde kalmışımdır.”

Schopenhauer'ın yazarlık ve üslup üstüne yazdıkları bugün olsa kaç davaya konu olurdu bilmiyorum. Lafını sakınmadan, böyle sert bir şekilde yazdığına göre acaba üniversite yıllarımda aldığım, defalarca tekrar tekrar başlayıp bıraktığım Copleston'ın Hegel cildini mi okudu diye düşünmeden edemedim. Çünkü Schopenhauer'ın Hegel'e ama özellikle de Fichte ve Schelling'e söylediklerinden çok ama çok kızmış olduğu anlaşılıyor. Ki bence;

Schelling ve Fichte'nin eserleri; ... derin ve bilimsel bir üslup tutturmaya çalışırlar, öyle ki öbür tarafta okuyucu içi boş, düşünceden yoksun, uzun, dolambaçlı cümlelerin uyuşturucu etkisiyle azap ve işkenceler içerisinde kıvranır durur.” derken az bile yazmış.

Ama Schopenhauer'ın kızgınlığı bu kadarla bitmiyor. İyi bir yazarı diğerlerinden ayırmanın ipuçlarını ve dolayısıyla yazmak isteyenlerin izlemesi gereken yolu da bu bölümde veriyor. Bu arada ben de 9 yıl önce Flaubert'in ilk romanından bahsederken yazdıklarımın benzerini Schopenhauer'ın kitabında görmenin şaşkınlığını yaşıyorum. Tabi ki böyle yazamamıştım ama kastetmek istediğim tam da böyle bir şeydi;

Ayrıca kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen, ne var ki belki bunlardan bir şey anlayacak birisi çıkar umuduyla kimsenin sesini çıkarmadığı cümleler, hatta uzun ve gösterişli cümleler yazarlar.”

Şu halde birinci kural yazarın söyleyecek bir şeyinin olmasıdır, hatta iyi bir üslup için neredeyse bu kendi başına yeterlidir.”

Düşünme kabiliyetine sahip bir insan her zaman kendisini açık, sarih, anlaşılabilir ve kapalılıktan uzak sözcüklerle ifade edebilir. Güç, karanlık, çetrefil ve ikircikli ifadelere başvuran yazarlar kesinlikle söylemek istedikleri şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardır; onun hakkında belki sadece müphem bir bilince sahiptirler, ki hala kendisini düşünceye yerleştirmeye çabalar; keza bunlar aynı zamanda gerçekte söyleyecek hiçbir şeye sahip olmadıklarını kendilerinden ve başka insanlardan gizlemeyi arzu ederler.

Diyerek devam eden, hepsini şuracığa eklemek istesem de fazlasıyla uzattığım için yazamadığım ama eli kalem-kitap tutan herkesin okumasını tavsiye edeceğim şahane bir yazı.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Nasıl Yaşanır; Sarah Bakewell

"Onu çocuklar gibi oyalanmak için ya da hırslı tipler gibi bir şeyler öğrenmek için okuma; hayır onu yaşamak için oku.”
Gustave Flaubert

İngiliz Biyografi yazarı Sarah Bakewell, Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne'in Hayatı ve Cevaplamak İçin Yirmi Teşebbüs' de, felsefenin kitap sayfalarına hapsolmuş düşüncelerden ibaret değil, tam tersine yaşamla ve bireyle iç içe olduğunu, Montaigne'in hayatından ve denemelerinden yola çıkarak tek bir soruya, Nasıl Yaşanır sorusuna verdiği yirmi cevapla gösteriyor.

1533 yılında Fransa'nın Périgord bölgesinde doğan Montaigne yargıçlık, belediye başkanlığı ve şarap üreticiliği yapmış. Otuzlu yaşlarının sonunda yazmaya başladığı denemeleri, yüzyıllar boyunca okuyucularına yol göstermeye devam etmiş. André Gide, Stefan Zweig, Virginia Woolf, Gustave Flaubert, Nietzsche, Shakespear ve daha pek çokları Montaigne'i “bir hayat arkadaşı” olarak benimsemiş. Yaklaşık 500 yıl önce yazılan ve “kişisel gelişim” kitaplarının atası olan Denemeler, canlılığından hiçbir şey yitirmeden, her nesli etkilemeye devam ederek günümüze kadar gelmiş.
Durmadan yazılarak değil, durmadan okunarak büyümeye devam etti. Her yeni okuma yeni bir Denemeler anlamına gelir; çünkü okurlar Montaigne'nin yazdıklarına kendi özel bakış açılarından yaklaşıyor, kendi yaşam deneyimleriyle katkıda bulunuyorlar. İşte bu nedenle Denemeler bir kitaptan çok daha fazlasıdır. Montaigne ve onu tanıma şansı elde etmiş kişiler arasında yüzyıllardır sürüp giden bir diyalogdur; konuşulanlar tarih boyunca değişse de, her seferinde, “Benim hakkımda bu kadar çok şeyi nerden biliyor? çığlığı ile başlar.

21.yüzyılda, kimilerine göre hiçbir zaman olmadığımız kadar bireyselleştiğimiz, kimilerine göre bencilleştiğimiz için; kimilerine göreyse kapitalizmle birlikte giderek anlamsızlaşan hayatta tutunacak bir dal arayışımız yüzünden, belki de sadece can sıkıntısından kurtulmak için her gün yeni yöntemler icat ediyoruz. İşin enteresan yanı bilimsel açıdan böylesine bir gelişme içinde olmamıza rağmen sorunlarımıza 500 yıl öncesi kadar bile akıl yürütemeyip, kuantum, evren, melek terapisi, x enerjisi gibi akla ziyan yollarla çözüm bulmaya çalışmamız. Korkarım ki dünya üzerinde bugüne kadar yaşamış toplumlar içinde, geleceğe bıraktığı düşünce mirası açısından en beceriksiz nesil olarak hatırlanacağız. Belki de bütün bunlar doğru soruları bulamadığımızdan. Belki kavramları yanlış tanımlıyoruz ya da daha büyük olasılıkla derdimizin ne olduğunu bile bilmiyoruz. Arayış içinde ama ne aradığından habersiz zaman geçiriyoruz. Ama neyse ki düşünülmüşü var ve kuantum eğitimlerinden daha zahmetli değil. 

Yüzlerce yıl önce adalet, sevgi, dostluk, iyilik nedir gibi sorularla gençleri kötü yola düşüreceği iddia edilerek ölüm cezasına çarptırılan Sokrates ve ondan daha önce ve sonra kafalarında benzer sorularla dolaşan filozoflar, Stoacılar, Epiküroscular ve Kuşkucuların izinden giden Montaigne, okurlarına ahlaki dersler vermekten özellikle kaçınarak, Sarah Bakewell'in da söylediği gibi sadece kendisi hakkında, kendi kendisiyle çelişmekten de kaçınmadan yazmış.


Yazara göre Montaigne'in “iyi bir hayat nasıl yaşanır” derken kastettiği sadece ahlaklı, dürüst bir hayat değil aynı zamanda “insan olmanın gerektirdiği her şeyi sonuna kadar tadan, tatmin edici ve ongun” bir yaşam;
"Denemeler nadiren okura bir şey öğretmeye ya da açıklamaya çalışıyor; Montaigne, eline kalemi alıp aklından geçenleri yazıveren biri gibi sunuyor kendini. Yaşadıklarını ve ruh hallerini bizzat deneyimlerken kelimelere döküyor. Sonra bu deneyimlerden yola çıkarak kendisine sorular yöneltiyor; ki bunların en başında, Montaigne'i olduğu kadar çağdaşlarını da büyüleyen o en büyük soru geliyor; Nasıl Yaşanır?

İşte Sarah Bakewell' in son derece sürükleyici ve eğlenceli anlatısıyla, keyifle okunan kitabından bu sorunun yanıtları;

Soru; Nasıl Yaşanır?

1. Cevap: Ölümü dert etmeyin;

2.Cevap: Dikkatinizi verin

3. Cevap: Doğun

4. Cevap: Çok okuyun, okuduklarınızın çoğunu unutun ve kalın kafalı olun

5. Cevap: Sevdikten ve kaybettikten sonra ayakta kalın

6.Cevap: Küçük oyunlar oynayın

7.Cevap: Her şeyi sorgulayın

8.Cevap: Dükkanın arkasında size ait bir oda bulunsun

9.Cevap: Candan olun; başkalarıyla birlikte yaşayın.

10.Cevap: Alışkanlık uykusundan uyanın

11.Cevap: Ölçülü yaşayın

12.Cevap: İnsanlığınızı koruyun

13.Cevap: Daha önce kimsenin yapmadığı bir şeyi yapın

14.Cevap:Dünyayı görün

15.Cevap: İşinizi iyi yapın ama çok da iyi yapmayın

16. Cevap: Tesadüfen filozof olun

17.Cevap: Her şeyi iyice düşünüp taşının, hiçbir şeyden pişman olmayın

18.Cevap:Kontrolü bırakın

19.Cevap: Sıradan ve kusurlu olun

20.Cevap: Bırakın da yanıtı hayat versin



14 Kasım 2013 Perşembe

Korkulacak Bir Şey Yok, Julian Barnes

Yirmi yıldan da fazla bir zaman önce yazılmış güncemde şu kaydı buluyorum: İnsanlar ölüm üzerine, “Korkulacak hiçbir şey yok” diyorlar. Bunu çabucak, öylesine söylüyorlar. Şimdi bunu yeniden, yavaşça, bir kez daha vurgulayarak söyleyelim. “Korkulacak HİÇBİR ŞEY yok.”
Sırada yine Julian Barnes'dan, bu kez otobiyografi-deneme arası, dolu dolu bir kitap var. Yazar, ateist olarak geçirdiği gençlik dönemini ve kendisini agnostik olarak tanımladığı orta yaş sonrasına ait anılarını aktarırken, bir taraftan da tatlı, tatlı ölümden ve ölüm korkusundan bahsediyor. Ayrıca, Flaubert, Camus, Rossini, Ravel, Rahmaninov, Şostakoviç, Zola, Stendhal, Wittgenstein, Jules Renard, Montaigne, Edith Wharton, Goethe, Somerset Maugham gibi enteresan kişiliklerin, ölüm hakkındaki düşüncelerini, yaşamlarından ve kimi zaman da ölümlerinden anekdotlar eşliğinde öğreniyoruz.
Mesela; Rahmaninov, sürekli ölümden konuşurmuş. “İnsanlar ölüm hakkında daha erken yaşta düşünmeye başlasalar, daha az aptalca hatalar yaparlardı” diyen Şostakoviç ise ölüme hazırlamanın gerekliliğini savunanlardanmış. Montaigne' de, “birine nasıl ölüneceğini öğretirseniz, o zaman o kişiye nasıl yaşanacağını da öğretmiş olursunuz.” derken, ölümü sürekli akılda tutmayı tavsiye ediyormuş. “Okumadan ölmeye kadar her şey öğrenilmeli” diyen Flaubert'in arkadaşı Turgenyev ise “yaşamın en ilginç bölümünün ölüm olduğuna” kanaat getirmiş.
Platoncular ölümden sonra her şeyin iyileşmeye başladığına inanıyorlardı. Öte yandan Epikurosçular, ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanıyorlardı. Görünüşe bakılırsa (“görünüşe bakılırsa” ifadesini “ağabeyim bana aynı zamanda şunu söyledi” anlamında kullanıyorum) bu iki geleneği antikite yazarlarına özgü neşeli bir ya /ya da tarzında bir araya getirmiş: “Ölümden sonra, ya daha iyi hissediyoruz ya da hiçbir şey hissetmiyoruz.””

Julian Barnes, insanların dört kategoriye ayrılabileceğini düşünüyor. Sıralamanın en üstünde, iyi durumda olanlar yani “İnançları olduğu için ölümden korkmayanlar” ile “İnançları olmamasına karşın ölümden korkmayanlar.”var. Diğerleri ise “İnançları olmasına karşın kendilerini eski, içten gelen, ussal korkudan kurtaramayanlar” ile son sıradakiler yani “Ölümden korkan ve hiç inancı olmayan”lar ki kendisini de bu kategoriye dahil ediyor. Felsefeci ağabeyinin tersine, Julian Barnes yok oluşun hoş bir şey olduğuna ikna olmuş değil. Sonsuz yaşamın eziyet haline gelebileceği, ölümün doğacak diğer canlılara yer açmak için gerekli olduğu ya da aşırı değer verilmiş benliğin yaşam süresinin uzamasının insanın hem kendisi hem de çevresi için sıkıntı yaratacağı ve daha da fenası Ben'in yaşamının ya da ölümünün, onu tanıyan birkaç kişi dışında dünyanın geri kalanının zaten umurunda olmadığını ileri süren tezlere karşı gayet eğlenceli antitezler ortaya koyuyor.
Gelgelelim dünyanın kayıtsızlığı, insanlardaki benbenciliği pek ender olarak azaltmıştır. Gelgelelim evrenin bizim değerimiz konusundaki yargısı pek ender olarak kendimizinkiyle uyuşur. Gelgelelim yaşamayı sürdürecek olursak, kendimize ve başkalarına sıkıntı vereceğimize inanmakta zorluk çekeriz (öğrenilecek çok sayıda yabancı dil ve müzik enstrümanı, denecek çok sayıda kariyer, yaşayacak çok sayıda ülke, sevecek çok insan vardır ve bunlardan sonra her zaman için tango kayak yarışı, ve sulu boya sanatına bel bağlayabiliriz...)”

Freud'un söylediği gibi bilinçdışımızın “ ölümümüze inanmaması ve sanki ölümsüzmüş gibi” davranmasına benzer biçimde, İspanyol iç savaşını yazan Arthur Koestler'e göre de ““akıl, kendini ölümle yüz yüze bulduğunda çeşitli hilelere başvurur: Bizi aldatmak için “merhametli uyuşturucular ya da coşku veren uyarıcılar” üretir”. Ama burada küçük bir sorun var gibi görünüyor: Ben ya da Ego diye düşündüğümüz şeyin bir yanılsamadan ibaret olması. Barnes'ın söylediğine göre; bilimadamlarının çalışmaları ““yeri saptanacak 'benlik'diye bir şeyin”olmadığı yönünde. Ego kuramının yerine “Demet” kuramının yani “bizim sadece belli başlı neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak bir araya gelmiş beyinsel aktiviteler dizisi olduğumuz” düşüncesinin geçmesiyle hayatımızı ve de ölümümüzü yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir.
    Ancak bu demet kuramı mümkün olan bir başka ölüm stratejisini akla getiriyor. Eski moda, yaşarken inşa edilmiş, sevilebilir olmasa bile en azından sahibi için temel önemde bir benliğe yas tutmaya hazırlanmaktansa, eğer bu ben gerçekte hayal ettiğim ve hissettiğim gibi var değilse, o zaman niçin ben ya daben, onun yasını peşinen tutuyorum argümanını bir düşünün. Bir yanılsamanın yasını tutmak bir yanılsama olurdu, demetlerin dağılıp yok olması konusunda üzüntülere kapılan salt rastlantısal bir demet. Bu argüman inandırıcı olabilir mi? Ölümün içinden, kayanın içinden geçen bir nötrino gibi geçebileceğini kanıtlayabilir mi? Merak ediyorum bunu; bu argümana zaman tanımam gerekecek.” 
    Ve bir diğer karmaşa da evrim meselesinden çıkıyor. Yazar, altı milyar yıl sonra dünya ile yok olup gidecek olanın bizler değil, çok daha farklı bir tür olacağını ve insanın da soyunun gelecek bir dönemde dinazorlar gibi tükenerek yerini başka türe; uyum sağlama yetenekleri daha gelişkin bir türe bırakacağını düşünüyor. Yani bu durumda gelecek kaygısı taşımamız ya da genlerimizin çocuklarımız sayesinde geleceğe aktarılmasıyla bir çeşit ölümsüzlük yakalama düşüncesi biraz manasız kaçıyor.
    Belki de üçüncü soy tükenişi bizi de ortadan kaldıracak ve dünyayı...şeylere bırakacak? Kınkanatlılara mı? Genetikçi J.B.S. Haldane, eğer Tanrı varsa, “Kınkanatlılara karşı ölçüsüz bir düşkünlüğü var”olmalı diye şaka yapardı; çünkü Tanrı onların 350.000 türünü yaratmıştı.” 

    Peki ya Tanrı? Julian Barnes, Pascal'ın ünlü bahsini hatırlatıyor. “İnanırsanız ve Tanrı'nın var olduğu ortaya çıkarsa, kazanırsınız. İnanırsanız ve Tanrı'nın var olmadığı ortaya çıkarsa, kaybedersiniz; ama inanmamayı seçtiğiniz durumda kaybedeceklerinizin yarısını bile kaybetmezsiniz, tabii ölümünüzden sonra Tanrı'nın gerçekten de var olduğunu keşfetmek üzere.” Günümüzdeyse özellikle şu evren meselesi, melek terapileri ve her gün bir yenisi çıktığından adını bilmediğim teorilerin de etkisiyle Tanrı ve ölümden sonraki durumumuz konusunda akıllar iyice karışmış gibi. Julian Barnes'ın bu durum için de eğlenceli bir yorumu var:
    Dinsel tutum anketlerinde sık sık rastlanan bir yanıt da; “Kiliseye gitmiyorum ama kendi kişisel Tanrı görüşüm var” gibisinden bir şeydir. Bu çeşit ifadeler de karşılığında beni bir filozof gibi tepki göstermeye sevk ediyor. Aşırı duygusalca, diye haykırıyorum. Sizin kendi kişisel Tanrı görüşünüz olabilir; ama Tanrı'nın size ilişkin Kendi kişisel görüşü var mı? Çünkü önemli olan bu. Tanrı ister göklerde oturan ak sakallı bir ihtiyar olsun, ister yaşamsal bir güç, çıkar gözetmeyen bir ilk hareket ettirici ya da saatçi olsun, ister bir kadın, bulutumsu bir ahlaki güç ya da Hiçlik olsun, önemli olan O Adam'ın ya da Kadın'ın ya da bu Hiçlik'in sizin hakkınızda ne düşündüğüdür, yoksa sizin O'nun hakkında ne düşündüğünüz değildir. Tanrılığı işinize yarayan bir şey olarak yeniden tanımlama düşüncesi güldürecek kadar acayip. Tanrı'nın adil, iyiliksever ya da hatta yalnızca gözlemci olması da -ki bunlar konusunda şaşırtıcı bir şekilde pek az kanıt var- önemli değil, sadece onun var olması önemli.”  
    Serdar Rifat Kırkoğlunu'nun çevirisiyle müthiş keyifli hale gelen kitap hakkında yazmak istediğim yüzlerce şey var. Bellekten, penguenlerden, Jules Renard'dan, Stendhal'dan, limon masasından, genlerden, Somerset Maugham'dan, kurmaca-gerçek ilişkisinden ve daha bir sürü başka konudan bahsedemedim bile ama tüm kitabı buraya alıntılamadan önce bitirsem iyi olur. Son bir şey, daha doğrusu felsefe eğitimi almış biri olarak, sonuna kadar katıldığım ve Julian Barnes gibi iyi ifade edemesem de söylemeye çalıştığım bir şey:
    "Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”



11 Ekim 2013 Cuma

Hayatın Anlamı, Terry Eagleton


Hava biraz soğudu mu demiştim?? Her zamanki gibi erken konuşmuşum. Buz gibi esen rüzgarın -bir nevi fırtına da diyebiliriz- günler sonra hız kesmesiyle nihayet burnumu dışarı çıkarmaya cesaret edebildim. Gerçi şikayetim yok. İstanbul'a gidip dört duvar arasına kapanınca bu soğuk günleri bile çok arayacağımı biliyorum.

Esaret günlerimi, listemdeki ikinci kitabı tekrar okurken, altını çizdiğim satırları bir kez de fosforlu kalemle boyayıp, altını çizmediğim satırların da altını çizerek geçirdim. İçerik açısından ciltler dolduracak bir kitabı 127 sayfaya sığdırabilen Hayatın Anlamı'nın yazarı Terry Eagleton, bizde de çok sayıda kitabı yayımlanan edebiyat eleştirmeni ve düşünür.

Eagleton, “Hayatın anlamı nedir sorusu hakiki bir soru mudur?” diyerek başladığı kitabında Wittgenstein'dan Shakespeare'e, Nietzsche'den pek sevgili Schopenhauer'a, Beckett'in oyunlarından Freud'un bilinçdışına renkli bir geçişle, bir miktar felsefe, az biraz edebiyat ve bolca ironi eşliğinde Hayatın Anlamını araştırıyor.


Peki nedir hayatın anlamı? Belki Nietzsche'nin iddia ettiği gibi hayatın anlamı o kadar korkutucudur ki yaşamaya devam edebilmek için yanılsamalara ihtiyaç duyuyor ve bir kurmacanın içinde yaşıyoruzdur. Ya da belki Modernistlerin söylediği gibi varlığımızın hiçbir anlamı, amacı, hatta gereği yoktur. Hayat, Hegel'in söylediği gibi bize anlamsız, yanlış gelse bile aslında “görkemli bir tasarım”ın parçası olabilir ya da Eagleton'un “nemrut” olarak tanımladığı Schopenhauer'ın dediği gibi varoluşumuz, İstenç'in, bile, isteye kaotik ve anlamsız yarattığı bir durumdur öyle ki biz ”.. hayatlarımızın bir değeri ve amacı olduğunu düşünebiliriz; ama hakikat şudur ki yalnızca İstenç'in kendini yeniden ürettiği kör ve sonuçsuz sürecin zavallı araçlarıyızdır”. Wittgenstein'a göre eğer hayatın anlamı diye bir şey varsa bu “ne bir giz ne de çözüm” olabilir. Freud ise hayatın anlamını ölümde bulur. Nihayet “Eğer anlam insanın meydana getirdiği bir şeyse dünyanın kendi içinde anlamlı ya da anlamsız olacağını nasıl umabiliriz?” diyen Postmodernistlere bakacak olursak “anlam” zaten kendi içinde epey problemlidir.

(...)belki de hayatın hepsi de geçerli olan, farklı ve bazıları karşılıklı olarak çelişen birtakım amaçları vardır. Veya hayat belki zaman zaman amacını aynen bizim yaptığımız gibi değiştiriyordur. (... )Peki ya hayatın aslında bir amacı varsa ve o bizim kendi tasarılarımıza aykırıysa?
Ya da
Peki ya hayatın bir anlamı varsa ama onu bilmemek bizim için daha uygunsa? Hayatın anlamını bulmayı, gerçekleştirmeye değer bir şey gibi düşünmeye eğilimliyiz, ama ya bu bir hataysa? Veya gerçek, bizi taşlaştıran bir ucubeden başka bir şey değilse?”

Tabi ki sadece düşünürlerin değil biz fanilerin de söz hakkı var Hayatın Anlamı üzerinde. Biz de hayatın anlamı nedir sorusu karşısında ilk aklımıza gelenleri sıralar, mutluluk, aşk, sevgi, başarı, güç vs gibi pek çok cevap verebiliriz. Ama Eagleton'ın tezlerini okuduktan sonra bu kavramlar üzerine bir kez daha düşünmek gerektiğini anladım. Ayrıca takıntılı olduğum “Hayatın anlamı tüccarları” ve “(...)doğru tekniklerle bir ay gibi kısa bir sürede anlamsızlıktan sıyrılmanızı garanti” eden “ruhani masörler” hakkında da şahane fikirleri var yazarımızın. Eee ne de olsa aklın yolu bir!

Aslına bakarsanız kitapta altı çizilmedik, fosforlu sarıyla boyanmadık cümle bırakmadığımdan haliyle buraya da yazmak istediğim milyon tane şey var ama daha fazla uzatmadan, bence bu kitabı kaçırmayın diyerek Eagleton'nun cümleleriyle bitireyim;
    Sonuçta, bir insanın hayatın anlamını niye bilmek “istemesi” gerektiği sorusunu daima sorabiliriz. İnsanlar hayatın anlamını bilmenin daha iyi bir hayat sürmelerine yardımcı olacağından emin midir? Ne de olsa insanlar, bu sırra ermeden de mükemmel biçimde hayatlarını sürdürdü. Veya belki öteden beri bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıftılar. Belki de hayatın anlamı nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu anda yapmakta olduğum bir şeydir. Peki ya saklı olması bir yana gözümüzün önünde olduğu için anlaşılmazsa? Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen şeydir. Sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil anlatının kendi sürecidir."

16 Eylül 2011 Cuma

You’ve Got Mail….


Kış gelirken merak ettiğim en hayati konu, her ne kadar son yıllarda performanslarından pek mutlu olmasam da Hollywood’un geleneksel romantik komedi filmidir. Her 23 nisanda yağmur yağacağından nasıl eminsem her ocak ayında sinemalarda yeni bir romantik komedi filmi gösterileceğinden de o kadar eminimdir ve eğlence olsun diye oyuncularını falan tahmin etmeye çalışırım. Kabul, bazıları vıcık vıcık romantik zırvalıklarla doludur, bazıları kadınları evlenmekten bazıları kariyerlerinden başka bişey düşünmeyen takıntılı yaratıklar gibi gösterir ama bazıları da vardır ki… iyidirler işte. Yani hiçbir şey söylemeseler de, sinemadan çıktığınızda sizi karşılayan buz gibi havaya rağmen yüzünüze geniş bir gülümseme yerleştirmeyi başarırlar. Gerçi bana kalırsa bunun sorumlusu hikâyeleri ya da oyuncuları değil müzikleridir ya neyse konumuz bu değil.

Yedisinden yetmişine tüm karakterlerin gerçek aşkı buldukları bu filmlerden bazıları klasik sayılabilir desem herhalde abartmış olmam. Mesela “When Harry met Sally” , “Sleepless in Seattle”, “French Kiss”, “ Green Card”, “Pretty Women” , “Love Actually”,” Four Weddings and a Funeral”, “Notthing Hill”, “Holiday”, tabiî ki Bridget Jones’un günlükleri ve yine konumuzla hiç ama hiç alakası olmadıkları için bu aşk filmleri listesi işine son vermek zorunda olduğumdan ismini sayamadıklarım.













Konumuzla alakalı olansa Meg Ryan ve Tom Hanks’in başrollerinde olduğu “You’ve Got Mail”. 90’ların sonundan, internetle ilişkimizin yeni olduğu zamanlardan. Filmde kahramanlarımız bir şekilde sanal alemde tanışıp kitaplar, insanlar, olaylar vs. hakkında yazışırken hafiften aşık da olurlar. Ama gerçek hayatta rakip olduklarının farkında değillerdir. Annesinden kalan çocuk kitapları dükkanını işleten Meg Ryan’ın işi, hemen yakınlarına açılan büyük kitap mağazası -ki sahibi Tom Hanks oluyor- yüzünden tehlikededir… vs,vs.


Filmde açık bir kapitalizm eleştirisi vardır - tabii bir romantik komedi bunu ne kadar yapabilirse o kadar- kitaplar, özellikle çocuk kitapları ve Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı’sı, sistemin vahşi ellerinde romantizmin son kalesi olarak direnirken arka planda dünyanın nereye gittiğine dair birçok ipucu gösterilir izleyiciye. Bunlardan biri de yayınlandığı tarihlerde Starbucks’la böyle içli dışlı bir ilişkimiz olmadığından fark etmediğim ama gecenin bir vakti Tv de rastladığımda romantik film keyfimi kaçıran cümlelerdi. Şöyle diyor Tom Hanks;

Bence Starbucks gibi yerlerin var olma nedeni ömründe bir tek karar bile veremeyen insanları, bir fincan kahve içmek için altı karar birden vermek zorunda bırakmaktır. Uzun –kısa, sütlü-sade, kafeinli kafeinsiz, az yağlı-yağsız vs. Böylece kim olduklarını ve hayattaki amaçlarını bilmeyen insanlar 2,95 dolara sadece bir kahve almakla kalmıyor aynı zamanda kendini tanımanın müthiş huzurunu duyuyorlar”


Sezar salata ısmarlayıp “içine sos ve yağ koymayın” diyen insanları gördüğümde, -niye sadece marul siparişi vermiyorlar, mesela “bir porsiyon marul istiyorum” yok ama bu pek şık olmadı – bundan şüphelenmiştim. Ama şimdi Starbucks’la her şey daha açık bir hale geldi. Birden bire aslında ne çok şey istediğimizi/isteyebileceğimizi/ istememiz gerektiğini fark ettik. Ne biliyim Starbucks dükkanlarına girdiğinizde size de garip gelmiyor mu? Sanki yıllarca sade ya da sütlü nescafe diyen insanlar biz değilmişiz gibi ardı ardına sıralıyoruz tercihlerimizi. Sanki şey gibi… aniden kendimizi keşfetmişiz ve bunu ifade etmenin en anlamlı yolunu bulmuşuz gibi. Sadece Starbucks değil tabi ki. Günlük hayatımızda kendimizi ortaya koymanın, diğerlerinden ayırmanın, ne kadar farklı olduğumuzu göstermenin binlerce yolu var artık ya da en azından bize öyle olduğu söyleniyor.

Tamam anlatamadım ne demek istediğimi. Yeniden deneyelim ve bu kez Baudrillard’ın, Zeitgeist belgeseli tadındaki kitabı “Tüketim Toplumu”na başvuralım. Ama öncelikle, birilerinin dediği gibi eğer bir şeylerin, “farkında” olmamız gerekiyorsa onların tam da bu kitapta yazanlar olması gerektiğini, iç sıkıntınızın, yorgunluğunuzun ya da mutsuzluğunuzun sorumlusunu bulamıyorsanız bu kitabın size muhtemel adresi göstereceğini de söyleyeyim.

Baudrillard, “nesneler çağında”, nesnelerle çevrelendiğimiz bir dünyada yaşadığımızı söylüyor. Ama artık onların dolaysız varlığıyla değil daha çok gösterdikleriyle ilişki kuruyoruz. Market sepetimize atmak için elimizi uzattığımız bir margarin bile çok farklı anlamlar ifade ediyor bizim için. Bir sürü çeşidin arasından birini seçerken onun reklamında boy gösteren sağlıklı, formda ve mutlu insanlar geliyor gözümüzün önüne. Margarin ve fit insanlar! Nasıl olur demiyoruz. Sepete atıveriyoruz. Gerçekte margarini değil hayat tarzını, onun göstergesini satın alıyoruz. Ama bununla bitmiyor. Göstergeler birbirine bağlanarak bizi daha üst nesnelerin ve göstergelerin dolayısıyla farklı statüdeki grupların içine sürüklüyor. Tüketimin artık belirli bir ihtiyacı gidermek değil bir seçim, tercih anlamına geldiğini “bir soruya verilen yanıt” olduğunu söylüyor yazar. İşte tüketimin bir topluluk söylemi, yorumlama, iletişim biçimi haline geldiği yer burası.

Baudrillard, “Tüketici kendi ayırt edici davranışlarını, özgürlük olarak, talep olarak, tercih olarak yaşar, farklılaşma ve bir koda boyun eğme zorlaması olarak yaşamaz” derken reklamların buradaki rolünü irdeliyor ve biraz daha okuduğumuz da büyük balığa yani sanayi sistemine ulaşıyoruz. Seçim özgürlüğü, bireysellik ve mutluluk vaatleriyle sisteme nasıl dahil edildiğimizi anlıyoruz. Özgürüz evet ama önceden belirlenmiş, tüketilebilir nesnelerin gösterdiği kodlar içinde ve sadece farklılıklarımız birbirine benzediği ölçüde.

 Tüketmek üzere kadınlara kadın, gençlere gençler verilir. Ve bu biçimsel ve narsistik özgürleşmede gerçek özgürleşme başarıyla önlenir. Ya da gençler başkaldırmaya çağrılarak (gençler=başkaldırı) bir taşla iki kuş vurulur. Tüm topluma yayılmış başkaldırı özel bir kategoriye sokularak önlenir ve bu kategori özel bir rolle sınırlandırılarak etkisiz hale getirilir” diyor Baudrillard.
Sistem gençlerin gerçekten başkaldırmasını, isyankar olmasını istemiyor, Levi’s ürünleri tüketerek kendisini öyleymiş gibi hissetmesini istiyor ki kısa süre önce İngiltere’de yaşanan öğrenci ayaklanmasını çağrıştırdığı için yeni reklam kampanyasının gösterimini ertelemesinden de bunu açıkça anlıyoruz. Peki bir süre sonra yeni aldığımız X marka spor ayakkabının bizi özgürleştirmediğini, giydiğimiz pantolonun bizi isyankar, güzel, seksi falan yapmadığını,Frappuccino’muzu ne kadar kişiselleştirsek de kendimizi ortaya koyamadığımızı hissettiğimizde, bu sistem içinde yaşarken ne istersek o olamayacağımızı, neyi istersek yapamayacağımızı anladığımızda, bıkkın, yorgun, depresyon tedavisi gören tüketim kazazedeleri arasına katıldığımızda bu kabus bitiyor mu?
Mutfak, kültür, bilim, din, cinsellik, vb. konusundaki evrensel bir merakın yeniden canlanması bundan ileri gelir. Bir amerikan sloganı BİR DE İSA’YI DENEYİN der. O halde bir de İsa’yla deneyin. Her şeyi denemek gerekir. Çünkü tüketim insanı hangi türden olursa olsun bir hazzı atlama korkusuyla yatıp kalkar. Hangi deneyimin size bir duyu verip vermeyeceği asla bilinemez. Dolayısıyla artık söz konusu olan ne arzu, ne zevk ne de özel eğilim ama yaygın bir saplantı haline gelmiş meraktır. Eğlenme, kendi kendini coşturma, haz alma ya da kendini ödüllendirme olanaklarını sonuna kadar zorlama buyruğunun geçerli olduğu fun-morality dir.”



15 Eylül 2010 Çarşamba

Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Arthur Schopenhauer

Bu konuyu kapatmadan önce bahsetmeden geçemeyeceğim Arthur Schopenhauer (1788-1860) kötümserlerin ve nihilistlerin piri sayılır. Doğu düşüncesinin etkisinde de kaldığı söylenen Schopenhauer, kendi ürünü olan “irade” felsefesiyle  gayet “olumsuz” bir düşünce sistemi ortaya çıkarmıştır. Nietzsche’nin öğretmeni olarak da tanınan filozof, yaşam hakkındaki fikirlerinden bazılarını alıntıladığım “Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar” kitabının giriş bölümünü;
“Elbette genel olarak tüm zamanların bilgeleri hep aynı şeyi söylemişlerdir ve tüm zamanların budalaları, yani ezici çoğunluğu da, tam tersini yapmışlardır: Ve bu durum bundan sonra da sürecektir. Bu yüzden Voltaire diyor ki “Bu dünyayı en az, dünyaya geldiğimizde onu bulduğumuz gibi, aptal ve kötü bir biçimde terk edeceğiz.” diyerek bitirirken “olumsuz”  felsefesinin de kısa bir özetini yapmış olur. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de daha açık biçimde, yapılacak en iyi şeyin, varoluşu tümüyle reddederek beklentisiz bir yaşam sürmek olduğunu söyler.
İşte Schopenhauer’ın gözüyle bazı yaşamsal gerçekler:
- Herkesin içinde yaşadığı dünya öncelikle kendi kendisini kavrayışına bağlıdır, bu yüzden kafaların farklılığına göre yönlenir.
- Herkes tıpkı kendi derisinin içinde olduğu gibi, kendi bilincinin içindedir ve dolaysız olarak ancak kendi bilincinin içinde yaşar. Bu yüzden dışarıdan pek yardım edilemez ona.
- Şimdiki zamanın ve gerçekliğin nesnel yarısı yazgının elindedir ve onun tarafından değiştirilebilir: Öznel yarısı ise biz, kendimizizdir, dolayısıyla bu yarı esas olarak değiştirilemez. Bu durumda her insanın yaşamı dıştaki tüm değişikliklere karşın istisnasız aynı karakteri taşır ve bir tema üzerindeki bir dizi çeşitlemeye benzetilebilir. Kimse kendi bireyselliğinin dışına çıkamaz.
- İnsanın olası mutluluğunun ölçüsü bireyselliğiyle önceden belirlenmiştir. Özellikle, zihinsel gücünün sınırları yüksek bir hazzı alma yeteneğini sonsuza dek belirlemiştir. Bu sınırlar darsa, dışarıdan gelen tüm çabalar, insanların ve şansın onun için tüm yaptıkları o kişiyi sıradan, yarı hayvansı insani mutluluğun ve hoşnutluğun ötesine geçiremezler. O kişi duyusal zevklere, rahat ve keyifli aile yaşamına, düşük bir dost canlılığına ve kaba saba bir zaman öldürmeye bağlı kalır.
- İç dünyası zengin olan bir kişi yazgıdan çok şey beklemez.
- İç dünyası zengin insan tamamen yalnızken, kendi düşünceleriyle ve hayalleriyle, eşsiz bir eğlence bulur; öte yandan ruhsuz biri, sürekli dernekten derneğe, oyundan oyuna, yolculuktan yolculuğa ve şenlikten şenliğe koşsa bile can sıkıntısından kurtulamaz.
- Aptal birinin sersem bilincinde yansıyan tüm görkem ve hazlar, rahatsız bir hapishanede Don Kişot’u yazan Cervantes’in bilinci karşısında çok yoksuldurlar.
- Yaşamımızın mutluluğu açısından en birincisi ve en önemlisi ne olduğumuzdur, kişiliğimizdir – daha kalıcı ve her koşulda etkili olduğu için bile bu böyledir.  Yazgıya bağlı değildir ve bizden koparılamaz.
- İnsanın mutluluğu üzerinde, ne olduğunun neye sahip olduğundan kesinlikle daha çok katkısı vardır.
- Bir kimsenin kendi içinde ne olduğu ve kendinde neye sahip olduğu kısacası onun kişiliği ve değeri mutluluğunun ve esenliğinin biricik dolaysız nedenidir. Geri kalan her şey  dolaylıdır. Bu yüzden onların etkisi  ortadan kaldırılabilir ama kişiliği etkisi asla.
- Olayların nesnel olarak ve gerçekte ne oldukları değil, bizim için, bizim kavrayışımız açısından ne olduklarıdır bizi mutlu ya da mutsuz kılan: Epiktetos da bunu söyler : İnsanları huzursuz eden olaylar değil, olaylar hakkındaki görüşleridir.”
-Sıradan insanlar sadece zamanı geçirmeyi düşünürler; herhangi bir yeteneği olan kimse ise ondan yararlanmayı düşünür.
- Yaşlılıkta, şaka, yolculuk zevki, at sevgisi ve toplum için yararlılık bizi terk eder, hatta dostlarımızı ve akrabalarımızı da ölüm bizden ayırır. İşte o zaman insanın kendinde neye sahip olduğu her zamankinden çok daha fazla önem kazanır. Çünkü en uzun süre dayanan bu olacaktır. Ama yaşamın her çağında da insanın kendinde sahip olduğu şey, mutluluğun sahici ve biricik kalıcı kaynağıdır ve öyle de kalır.

-Aristo’nun dediği gibi “Mutluluk kendine yetenlerindir” çünkü mutluluğun ve hazzın tüm dış kaynakları, doğaları gereği son derece güvenilmez, nahoş ve geçicidirler ve rastlantıya bağlıdırlar.
-Bizim başkası için ne olduğumuzun yeri yabancıların bilincidir. Bu ise bizim için kesinlikle doğrudan doğruya değil ancak dolaylı olarak yani ötekilerin bize karşı davranışını belirlediği ölçüde var olan bir şeydir.
-Bizim hastalıklı bir hassaslıkta olduğu için sık sık hastalanan tüm özgüvenimizin, tüm kibirliliğimizin ve iddialarımızın ve aynı zamanda tüm gösterişimizin ve böbürlenmemizin temelinde başkalarının görüşü yatmaktadır.
- Yaşamını ancak hem zihinsel hem bedensel, çok büyük acılar yaşamadan geçiren kimse en mutlu yazgıya sahiptir, en canlı zevkleri ya da en büyük hazları tatmış olan değil.
- Bu dünyayı, kuşkulu bir bakışla, bir tür cehennem olarak gören ve buna göre yalnızca kendine ateş geçirmez bir oda bulmaya çalışan kişi çok daha az yanılır.
- Dünyaya mutluluk ve haz istemleriyle dolu olarak geliriz ve bunları gerçekleştirme yolundaki budalaca umudu besleriz. Oysa çok geçmeden yazgı gelir, bizi haşince yakalar ve hiçbir şeyin bizim olmadığın, salt tüm malımız ve mülkümüz, çoluğumuz çocuğumuz üzerinde değil hatta kolumuz bacağımız üzerinde bile tartışılmaz bir hakka sahip olduğu için her şeyin kendisine ait  olduğunu öğretir  bize.
- Deneyim, mutluluğun ve hazzın yalnızca uzaktan görünen, yanına yaklaşıldığında yitip giden bir serap olduğu, buna karşılık dertlerin ve acıların gerçeklikleri olduğu, kendilerini dolaysızca temsil ettikleri ve ne yanılsamayla ne de beklentiye gerek duydukları kavrayışını getirir. Bu ders yararlı olursa mutluluğun ve hazzın peşinden koşmayı bırakırız ve daha çok acının ve dertlerin giriş yolunu olabildiğince daraltmayı düşünürüz.
- Çok mutsuz olmamanın en güvenilir yolu çok mutlu olmayı istememektir.
- Yaşam bilgeliğinin önemli bir noktası, biri diğerine zarar vermesin diye dikkatimizi biraz bugüne birazda geleceğe yöneltişimiz arasındaki orantının doğruluğuna dayanır. Çoğu kimse fazlasıyla bugünde yaşar bunlar düşüncesizdirler; bazıları ise fazlasıyla gelecekte yaşarlar, bunlar da korkaklar ve endişelilerdir. Bir kimsenin doğru ölçüyü tutturduğu ender görülür.
- Gelecek hemen hemen her zaman onu tasarladığımızdan başka türlüdür; geçmiş de başka türlüydü; ve her ikisinin de bir bütün olarak bizim zannettiğimizle çok az ilgisi vardır. Çünkü nesneleri gözde küçülten uzaklık, onları düşünce de büyütür. Biricik doğru ve gerçek olan şimdiki zamandır. Bu, gerçek olarak doldurulan zamandır ve varoluşumuz sadece bu zamanda yer alır.
-Her bir günü özel bir yaşam olarak gör.
- İnsan sadece yalnız olabildiği sürece bütünüyle kendisi olur. Demekki yalnızlığı sevmeyen, özgürlüğü de sevmez. Çünkü insan ancak yalnız olduğunda özgürdür.
- İnsanları arkadaş canlısı kılan, yalnızlığa ve yalnızlık içinde kendi kendilerine katlanma yeteneksizlikleridir. Onları  hem topluma hem de uzak ülkelere ve yolculuklara süren içsel boşlukları ve sıkıntılarıdır. Onların zihninde kendi kendilerini devindirecek dişli çark eksiktir.
- Arzularımıza bir hedef koymak, hırslarımıza ket vurmak, öfkemizi dizginlemek, bireyin arzulanabiir olanların sadece sonsuz küçük bir bölümüne ulaşabileceğini, buna karşılık herkesin payına çok sayıda kötülük düştüğünü sürekli akılda tutmak yani tek bir sözcükle, vazgeçmek ve katlanmak- bu öyle bir kuraldır ki buna uymadığımızda ne gözlem, ne zenginlik ne de erk kendimizi sefil duyumsamamızı engelleyebilir.
- Hiç kimse kendinden fazlasını göremez. Bununla demek istiyorum ki : Herkes başkasında, kendisi olabildiği kadarını görür, çünkü onu ancak kendi zekası ölçüsünde kavrayabilir ve anlayabilir.
- İnsanların çoğu öyle özneldirler ki esas olarak kendilerinden başka hiçbir şey onları ilgilendirmez. Bu yüzden söylenilen her şeyde hemen kendilerini düşünürler ve kendileriyle her rastlantısal ve uzak ilişki bile tüm dikkatlerini üzerine çeker ve onları meşgul eder. Öyle ki konuşmanın nesnel konusunu anlayacak güçleri kalmaz. Aynı şekilde hiçbir neden, ilgilerine ya da kendini beğenmişliklerine uymayan bir şeyi onlara kabul ettiremeyecektir.
-Bir dostun ödünç isteğini reddetmekle o kişiyi yitirmeyiz ama ödünç istediği şeyi ona vermekle onu çok kolayca yitirebiliriz; bunun gibi bir dosta karşı gururlu ve onu biraz ihmal edici bir biçimde davranarak onu yitirmeyiz ama ona karşı çok fazla dostça ve kibar davranırsak onu yitiririz, çünkü bu davranışımız onu küstah ve katlanılmaz kılacaktır, bu da bir kopmaya yol açacaktır.
- İnsanlar özellikle onlara muhtaç olduğumuz düşüncesini kesinlikle kaldıramazlar, kibir ve kendini beğenme bu düşüncenin ayrılmaz eşlikçileridirler. Kimi insanlarda bu düşünce bir ölçüde daha onlara güvenildiğinde ya da onlarla teklifsiz bir biçimde konuşulduğunda ortaya çıkar. Hemen onların nazını çekmek zorunda olduğumuzu düşünürler ve nezaket sınırlarını genişletmeye çalışırlar. Bu yüzden çok az insan daha güvenilir bir ilişki için elverişlidir ve daha düşük karakterdeki kişilerle ortak bir şey yapmaktan kaçınılmalıdır.
- Dünyada şeytanın boynuzlarla, delilerin hunilerle dolaştıklarını sanan sürekli onların avı ya da oyuncağı  olur. Üstelik insanlar ilişki içindeyken ay ışığındaki kambur gibidirler. Yani sürekli bir yanlarını gösterirler.
- İnsan yapıp ettiklerinde kimseyi örnek almamalıdır. Çünkü durumlar, koşullar, ilişkiler hiçbir zaman aynı değildir ve karakterlerin farklılığı eyleme de farklı bir görünüm verdiği için iki kişi aynı şeyi yapsalarda yaptıkları şey aynı değildir. İnsan yeterince düşünüp taşındıktan ve iyice gözden geçirdikten sonra kendi karakterine uygun bir biçimde davranmalıdır. Demek ki pratik yaşamda özgünlük kaçınılmazdır; yoksa insanın yaptığı kendisine uymaz.
- Hiçbir insanın görüşüne karşı çıkılmamalıdır; kişi insanları saçma olduğuna inandığı tüm şeylerden vazgeçirmeye çalışırsa bunu tam olarak gerçekleştiremeden Metuşelah’ın (Eski Ahit’e göre Nuh peygamberin büyük babası 969 yıl yaşamış) yaşına ulaşacağını düşünmelidir.
- Dinlemek zorunda olduğumuz bir konuşmanın saçmalıkları bizi kızdırmaya başladıysa, bunun iki deli arasındaki bir komedi sahnesi olduğunu düşünmeliyiz. Böylesi yararlıdır.
- Genel olarak zekamızı, söylediğimiz şeylerle değil sustuğumuz şeylerle ortaya koymamız daha iyidir. Birincisi kibir, ikincisi ise akıllılık konusudur.
- Yaşamımızın akışı, kesinlikle salt kendi yapıtımız değildir; iç içe geçen ve birbirlerini karşılıklı olarak değiştiren iki unsurun, yani olayların sıralanışının ve kendi kararlarımızın sıralanışının ürünüdür.
-Yaşamın ilk yarısının karakteri mutluluğa yönelik doyurulmamış bir özlem, ikinci yarısının karakteri ise mutsuzluk endişesidir. Çünkü bu ikinci yarıda az ya da çok belirgin bir biçimde, tüm mutlulukların hayalet gibi, buna karşılık acıların gerçek oldukları bilgisi de gelmiştir.
- Gençliğimizde, yaşamımız için önem taşıyan ve büyük sonuçlar doğuracak olayların ve kişilerin karşımıza davul zurnayla çıkacaklarını sanırız: ama yaşlılığımızda geri dönüp baktığımızda, bunların hepsinin de sessizce, arka kapıdan ve adeta dikkati çekmeden içeri süzülmüş olduklarını görürüz.
-Ne denli uzun yaşarsak,  o denli az sayıda olay gözümüze önemli ya da üzerinde yeniden düşünülecek denli önemli görünür.
- Bir bilge çok haklı olarak dünyaya hükmeden üç güç vardır diyor; bunlar akıllılık, güçlülük ve şanstır. Sanırım bu sonuncusu dünyaya en çok hükmedendir.

24 Ağustos 2010 Salı

İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar, Epiktetos

Pıtırak gibi ardı ardına çıkan ve hemen hepsi aynı şeyi söyleyen, popüler kültürün son moda tüketim nesnesi, kişisel/ruhsal gelişim kitaplarına daha doğrusu bir sürü felsefenin karman çorman hallerinin yeni bir keşifmiş, sanki yaşamın anlamı bulunmuş gibi lanse edilmesine ya da birilerinin talihsizliklerle dolu hayatlarını nasıl düzene soktuğunu anlatarak, bunun senin için de geçerli olacağını iddia etmesine, istedikleri her şeye sahip olabilecekleri konusunda insanları yalan yanlış beklenti içine sokmasına ve en önemlisi bu yeni icadın, söylediğin ya da düşündüğün herhangi bir şeyin, hayatını kabusa çevirebileceği korkusuyla her kelimene dikkat etme mecburiyeti getirmesine ve bundan sorumlu merciye yani “evren” dedikleri ne olduğunu bir türlü anlayamadığım şeye sinir oluyorum. Ayrıca hiçbir temeli olmayan, "evren" kavramının böyle hemencecik kabul görmesine de inanamıyorum.Tanrının varlığı ispatlamak için yazılan binlerce metni hatırlayınca herhangi bir fikri kabul ettirmede kapitalistlerin filozoflardan ve hatta peygamberlerden çok daha başarılı olduklarını teslim etmek gerek. Tamam belki bu sayede okuma alışkanlığı olmayanlara bile yüzlerce kitap okutuldu ama üzerlerinde akıl yürütmeden onları oldukları gibi kabul etmenin, yaşadığımız çağa yakıştığını hiç sanmıyorum ve ne hayatın ne de insan denen canlının bu kitaplarda anlatılanlar kadar basit olduğunu zannetmiyorum. 

Belki de sırf bu türe hıncımdan dolayı, Kierkegaard’ın gerçekçiliğinden ya da evrencilerin deyimiyle söylersek olumsuzluğundan çok hoşlandım. Ondan sonra ne okusam diye düşünüp dururken bu küçücük kitaba rastladım. Kierkegaard’ın düşünceleri üzerinde biraz çalışarak ondan yaşam koçu yaratabilirsiniz ama Epiktetos hali hazırda bir yaşam koçu. Kendisi M.S. 50’ler de Pamukkale doğup 130’lar da ölmüş. Ve ne yazık ki öğrencisinin sekiz kitapta (Discourses) topladığı düşüncelerinden çok azı kalabilmiş bu zamanlara. Şimdiki yazarlar gibi çok çok paralar kazanmamış hatta zamanın imparatoru, artan etkilerinden çekindiği için diğer filozoflar gibi Epiktetos’u da sürgüne göndermiş. 

“İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar” aslında Discourses'dan sonra Epiktetos’un düşüncelerini içeren ikinci kitap olan "El Kitabı"nın bir yorumu ve hakkını vermek gerek benim Kierkegaard yorumumdan çok daha başarılı :)

Kitabı hazırlayan Sharon Labell, Epiktetos’un mutlu ve dolu dolu bir yaşama nasıl ulaşılabileceği ve nasıl iyi bir insan olunabileceği gibi iki soruya cevap aramayı hayatının amacı haline getirdiğini söylüyor. Epiktetos’a göre mutluluk ve tatmin edici bir hayat tamamen sizin yaptığınız doğru işlerin bir sonucu yani bugün sanıldığının aksine, sırf siz istediniz, olumlu sinyaller gönderdiniz diye evrenin size verdiği bir şey değil. İçsel huzura kavuşmanız, dolayısıyla özgürleşmeniz için yapmanız gerekenler ise oturup hayal etmek kadar kolay olmasa da kendinizi eğiterek ulaşabileceğiniz bir tür bilgelik. İşte mutluluk için Epiktetos’dan bazıları bana oldukça tanıdık gelen birkaç ders:

-Kontrol edebileceğiniz ve edemeyeceğiniz şeyleri öğrenin ve kontrolünüz dışındaki şeylerden dolayı endişelenmeyin. Kontrolünüz içinde olanlar sizin yapıp etmelerimizle ilgili şeylerdir. Kendi üzerinizde tartışılmaz bir etkiniz varken, dışındaki konularda zayıf, bağımlı ya da başkalarının geçici hevesleriyle çevrelenmiş durumdasınızdır. Kontrol edemeyeceğiz ya da değiştiremeyeceğiniz durumlarla uğraşmak yalnızca şiddetli acıya neden olur.

-Başkalarının işine karışarak boşa zaman harcamayın. Dikkatinizi gerçekten sizi ilgilendiren şeyler üzerine odaklayın. 

-Mutluluk ve özgürlüğe erişmek istiyorsanız zenginlik ve güç peşinde koşmaktan vazgeçin.

-Sizin kontrol alanınızın içindeki doğal halinize aykırı şeylerden sakınırsanız, gerçekten istemediğiniz hiçbir şeyi üstünüze çekmezsiniz. Bununla birlikte eğer hastalık, ölüm ya da talihsizlik gibi genel ve kaçınılmaz olan şeylerden sakınmaya çabalarsanız bunlar üzerinde gerçek bir kontrolünüz olmadığından, kendiniz ve çevreniz için acı üretirsiniz.

-Olaylar kendi kurallarına uygun olarak ortaya çıkarlar. İnsanlar oldukları gibi davranırlar. Şu anda gerçekten neyle karşılaşmışsanız onu kucaklayın. Şeyleri oldukları gibi görün. Sizin güç alanınız içindeki tek şey ona karşı takındığınız tutumdur; onu ya kabul edersiniz ya da öfkelenirsiniz. 

-Umutsuzluğa düşüren, dışımızdaki olayların kendileri değil, fakat sizin onlar hakkındaki düşüncenizdir. Sizi rahatsız eden şeyler değil onları yorumlama biçiminizdir. 

-Unutmayalım ki şeyler ve insanlar sizin, onların olmasını istediğiniz gibi değil oldukları gibidirler. 

-Dışsal koşularınızı kendiniz seçemezsiniz fakat onlara nasıl yanıt vereceğiniz sizin seçiminizdir.

-Şeyler basit şekilde ne ise odurlar. Öteki insanlar ne düşünecekse onları düşünecekler, bu bizi ilgilendirmez. Kimseyi ayıplamayın ve kimseyi suçlamayın.

-Siz izin vermedikçe hiçbir olay sizi etkileyemez. Başınıza bir şey geldiğinde bunu anımsayın.

-Neye sahip olduğunuzu bilin ve uygulayın, gerçekten sizin olan şeyin ne olduğunu bulun.

-Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok. Siz, “O şeyi kaybettim” demeyi bırakıp onun yerine “O şey geldiği yere döndü” dediğinizde içsel huzur başlar.

-Arzularınız tarafından hayal kırıklığına uğratılmamanız tamamen sizin kontrol alanınız içindedir. İsteklerinizin akıntısına kapılıp gitmek yerine onları olgulara uygun hale getirmelisiniz.

-Yaşamın sınırlarını ve kaçınılmazlığını kabullenerek, onlarla savaşmak yerine onlarla birlikte çalışarak özgür oluruz. 

-Şanslı olduğunuzu düşünüyorsanız şanslısınız. Eğer avantaj arayan bir gözle bakarsanız, her olay sizin için bir avantaj taşır. 

-Mutluluk içinizde. 

-Yaşamdaki en değerli amaç özgürlüktür. Bu özgürlük, kendi kontrol alanımızın dışındaki şeylere aldırmayarak, onları önemsemeyerek kazanılır. Eğer zihinlerimiz korku ve tutkuyla dolu kederli bir kazan gibiyse, hafif ve ışıklı bir kalbe sahip olamayız.

-Kendiniz dışında başka biri olmaya çalışmayın. Kendi kontrol alanınızda kalın. 

-Amacınızı gerşekleştirmek için gösterdiğiniz çabaya kendinizi tam olarak vermediğiniz sürece içi boş, samimi olmayan, sığ, yüzeysel bir insansınız demektir ve bu şekilde hiçbir zaman içimizde var olan, doğuştan getirdiğimiz yeteneklerimizi geliştiremeyiz. 

-Öncelikle kendi arzularınızın gerçek doğasını düşünün ve kendi yeterliliğinizi ölçün. Kendinize karşı dürüst olun. Güçlü ve zayıf yanlarınızı açık seçik şekilde değerlendirin. 

-Belirli bir alanda başarı kazanmak için çeşitli yetenekler gerektiği gibi bazı fedakarlıklarda yapmanız gerektiğini unutmayın. 

-Birçok insan, özgürlüğün, kendilerini iyi hissettikleri şeyleri yapmak ya da rahatlık ve kolaylık sağlayan şeyleri geliştirmek yolula geldiğini düşünerek yanlış yola yönelir. Akıllarını geçici duyguların emri altına veren insanlar aslında arzularının ve nefretlerinin kölesidir. 

-Yaşam rastlantısal olarak arka arkaya gelen anlamsız sahneler dizisi değil, fakat sonunda kavranabilir olan yasaları takip eden düzenli ve mükemmel bir bütündür. 

-Erdemli yaşam akıl üzerine kuruludur. Eğer siz aklınızı korursanız, aklınızda sizi korur. 

-Herşeyin iki kulpu vardır. Hangisinden tutacağınıza karar verin. 

-Yanlış adlandırmalardan sakının. Şeyleri doğru isimleriyle adlandırdığınızda, ek bilgi ya da yargı eklemeden, onları doğru olarak kavrarız. Durumu nasılsa öyle adlandırın. Durumu kendi yargılarınızla filtreden geçirmeyin. 

-Bu andan itibaren kendinizi düş kırıklığına uğratmaya son verin. Kendinizi kalabalıktan ayırın. Sıradan olmaya ve size dayatılanları yapmaya daha ne kadar dayanacaksınız. Kendiniz olmak için pek fazla zamanınız yok.


(Alkım Yayınları)

20 Ağustos 2010 Cuma

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Soren Kierkegaard

-->
Soren Kierkegaard (1813-1855) varoluş felsefesinin babalarından sayılıyor. Bir dizge oluşturmadığı için filozoftan çok düşünür olarak adlandırılan Kierkegaard, geleneksel felsefenin tersine, bireysel varoluşun yakın plan incelemesine girişiyor. Varoluşunun tüm sorumluluğunu ben’e yüklerken insanoğlunun çektiği sıkıntıyı, kaygıyı, korkuyu ve umutsuzluğu  birey düzeyinde yorumluyor.  
Kierkegaard, hem edebi dili hem de fikirleri nedeniyle iki binli yılların hiç satan kişisel gelişim  yazarlarının en ünlüsü olabilirmiş bana kalırsa. İnsani kaygıları olumlu düşünmeyle yok eden, mutluluğu yaşam amacı haline getiren spiritüel yazarların tersine, Kierkegaard, umutsuzluğun ve korkunun en rahat gizlendikleri yerin mutluluğun derinlikleri olduğunu ve doğu bilgelerinin tersine ben’den uzaklaşmanın, istençsiz ve dolayısıyla bilinçsiz olmanın varoluştan kopmak olduğunu anlatıyor.
Not: Her ne kadar onun cümlelerinden oluşsa da aşağıdaki yazının Kierkegaard’ı anlatmak gibi bir amacı  yoktur. Eğer kişisel gelişim yazarı olsaydı Kierkegaard ne söylerdi fikrinden  yola çıkılarak “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” kitabı büyük oranda tahrip edilmiş, amaca uygun bölümler alıntılanarak birleştirilmiş, bir kısım cümlelerse yorumlanarak eklenmiştir.  
“Kendini Bil” der eski bilgeler, umutsuzluk  ise  kendi ben’ini sahiplenmenin tam tersidir ve  umutsuz kişiler üç farklı türe ayrılabilir.
Bir ben'i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi (bu gerçek bir umutsuzluk değildir) kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi ve kendisi olmak isteyen umutsuz kişi.
Birinci tür umutsuzluk bir ben’e sahip olduğunun bilinmeyişidir. İnsanlar genelde en üst değer olarak gerçeğe uygunluğu, gerçek karşısındaki kişisel durumunu  görmekten çok uzaktadır, onlarda çoğu zaman duyular, düşünsellikten çok daha üstündür. Duyulara saplanan insan gerçeği, ben’i önemsemez. Bu durumun insana ne zararı var diye düşünebiliriz ama umutsuzluğun kendisi bir olumsuzlukken umutsuzluğun bilinmemesi başka bir olumsuzluktur ve gerçeğin yolu bunların hepsinden geçer. İnsan, bu bilgisizlik içinde zihin olma bilincinin en düşük seviyesindedir. Umutsuzluk tam da bu bilinçsizliktir. Umutsuzluğunu bilmeyen umutsuzluk dünyada en sık rastlanandır.
Bir neden yüzünden umutsuzluğa düşen kişi bunu sadece bir an düşünür. Ve ardından gerçek umutsuzlukla yüzyüze gelir. Başlangıçta somut bir olaydan dolayı umutsuzluğa düşülmüş olsa da kişinin içine düştüğü umutsuzluğun derinliği daha sonra ortaya çıkar. O gerçekte kendinden umutsuzluğa düşmüştür ki bu ikinci tür umutsuzluktur. İnsan, kendinden kurtulmayı istemektedir. Bu her umutsuzluğun formülüdür. Çünkü bir nedenden dolayı umutsuzluğa düşen kişi aslında kendisi için umutsuzluğa düşer. Ve o zaman kendi ben’inden kurtulmaya çalışır. Ya Sezar olurum ya hiç diyen kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzdur. Diğer taraftan Sezar olamayan kendi ben’ine katlanamaz. Bu tür umutsuzlar için umutsuzluğa düşülen şey Sezar olamamak değil, hiçbir şekilde memnun olmadığı kendi ben’inden kurtulamamaktır. Sezar olabilseydi kendi ben’inden kurtulmuş olacaktı ama bunu yapamadığına göre umutsuz kişi ben’inden kurtulamaz ve umutsuzluğa düşer.
Üçüncü tür umutsuzluk ise kendi olmayı istemektir. Kendisinden kurtulmayı görünüşte istemese de bu tür umutsuzların olmak istedikleri ben, aslında olmadıkları ama yaratmak istedikleri ben’dir. Oysa, insana ait bir ayrıcalık olan ben’i kabullenmek umutsuzluğun tam karşıtıdır. Umutsuz kişi sürekli kendi ben’ini kaybetmeye çalışır. Ama sonuç her zaman kendinden kurtulamamanın işkencesidir. Ve sonunda insan hem sahip olduğu hem de kendisi olduğu varlık olan kendi ben’inden kurtulmanın bir hayal olduğunu anlar. Nefret ettiği erkeği lanetleyen aşık kadına bu lanetleme pek yardımcı olmaz ve onu daha bağımlı hale getirir. Aynı durum ben’ iyle karşı karşıya kalan umutsuz kişimiz içinde geçerlidir. Umutsuz insan yalnızca hayali şatolar yapar ve her zaman yel değirmenlerine yakalanır. Ben olan şey hiçbir zaman değişmeden kalmasa da, sonsuz bir değişmez olmasa da son noktada her zaman yalnızca ben vardır. Ben'i çoğaltarak ben'den ne fazlasını ne de azını elde edebiliriz. Bu anlamda ben, kendi olmak için gösterdiği umutsuz çaba içinde artık bir ben olamayacak noktaya kadar kendi zıddı içine dalar. Gitgide kendi olmayı başarmaktan uzaklaşarak gitgide daha çok varsayımsal bir ben haline gelir.
Aslında, hem insanı hayvandan ayıran, insanın tinselliğini ortaya koyan,  hem de insanın mahvolmasına neden olan umutsuzluk bir hastalıktır. Umutsuz insan tüm geçmişi şimdide taşır. Geçmiş, kişiyi, umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtulabildiği ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşürmektedir ve umutsuzluğun bu üç tipinden birine rastlamak için şansa ihtiyaç yoktur. Kendini dünyada biricik, yalnız olarak duyumsayan umutsuzların düşüncesinin aksine umutsuzluk evrenseldir. İnsan türü içinde, tedirgin edici bir duygunun, uyumsuzluğun, kaynağı bilinmeyen hatta öğrenilmeye cesaret edilemeyen bir korkunun bulunmadığı, umutsuzluktan uzak tek bir insanın olmadığı söylenebilir. Sıradan insanın umutsuzluğu istisna olarak görmesi büyük hatadır çünkü umutsuzluk bir kuraldır.
Kimi zaman umutsuz görünmemek için umutsuz olunmadığına inanılması yeterlidir. Böylece aslında evrensel olan umutsuzluk seyrekleştirilir. Ama malesef seyrek olan umutsuz olmak değil, gerçekten umutsuz olmamaktır. Diğer taraftan umutsuz olduklarını söyleyenlerin de her zaman öyle olmadıklarını hatırlamak gerekir. Umutsuzluk kolayca taklit edilebilir. Ruhsal çöküntülerin ve gelip geçici sorunların hepsi umutsuzluk olarak düşünülebilir. Sakin ve kaygısız olmak umutsuz olmak anlamına gelebileceği gibi umutsuzluğun aşıldığının göstergesi de olabilir veya  zaman zaman umutsuz olmamak tam da umutsuz olunduğunun belirtisi olabilir.
İnsanların göremediği şey umutsuz olmamaktan çok umutsuzluğun bilincinde olmamaktan ortaya çıkan umutsuzluk biçiminin olduğudur. Yaşamda, düşüncenin, yokluktan oluşturduklarından daha etkili ve sağlam tuzaklara rastlanmaz ve sadece keskin bir düşünce bu yokluğu araştırmaya katlanabilir. Oysa, insanların çoğunun kendi ben’lerinin farkında olmadan yaşadıkları bir gerçektir. Umutsuzluğun ta kendisi olan sahte tasasızlık, tüm bu sahte yaşamdan tatmin, bundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, yaşamın sonuna kadar elimizde yalnızca mutluluk varsa pek ileri gidemeyiz çünkü umutsuzluk bu noktadadır ve bazen en değerli yerini sadece mutluluğun derinliklerinde bulur. Sadece gündelik yaşamın sevinçlerinin ve acılarının aldattığı varlık boşa gider. Bu varlık hiçbir zaman farkına varmadığı umutsuzluğun ötesine geçemezken bir ben olma bilincine de ulaşamaz. Ama iyi haber şudur ki umutsuz olduklarını söyleyenlerden bazıları ben’lerinin bilincine varabilecek derinliğe sahip oldukları için umutsuzdurlar. Bu durumda en kötüsünün umutsuzluğa sahip olmamak olduğu da söylenebilir. İnsana, kendi ben’ini farkettirmeye başladığında umutsuzluk bir şanstır, bunun dışında ise tam bir sefalettir. 
Ayrıca, sanılanın aksine, ben’in bilincine ulaşmanın yaşla bir ilişkisi olmadığını belirtmek gerekir. Umutsuzluk sadece gençlerde bulunan ve büyürken bizi terk eden bir şey değildir. Bir genç kadar çocuksu yanılsamalarla dolu bir sürü erkek, kadın ve yaşlı insan vardır. Aslında biri umudun diğeri de hatıranın olmak üzere iki tür yanılsamaya kapılırlar. Gençlerin umut yanılsaması, yaşlıların ise anı yanılsaması vardır. Gençlik kendinin ve yaşamın olağanüstülüğünü beklerken yanılsamanın içinde yaşar. Buna karşılık yaşlılarda yanılsama çoğu  zaman gençliklerini hatırlama biçimlerindedir. Her ikisinde de yalan ya da şiir vardır. Genel olarak zihnin yapısını yanlış anlamaktan ve insanın yalnızca basit bir hayvansı yaratık olmayıp ayrıca zihin de olduğunu bilmemekten başka bilgeliğin yıllarla birlikte, dişlerin, sakalın çıkması gibi yavaş yavaş kendiliğinden oluştuğunu düşünmek aptallıktır. Eğer yaşlı bir insanla, genç bir insanın umutsuzluğu arasında fark varsa bu tamamen rastlantısaldır. Genç gelecekten; gelecekteki bir şimdi gibi umutsuz olur. Gelecekte yüklenmek istemediği ve bunun aracılığıyla kendi olmak istemediği bir şey vardır. Yaşlı insan geçmişten, geçmiş gibi sürmeyen geçmişteki bir şimdi gibi umutsuz olur. Her iki durumda da bilinç olarak ben’in içindeki dönüşüm gerçekleşmez ve umutsuzluk durumundan çıkılamaz.
Düş gücünün yanılsamasıyla da ben üretebilir ve bu yüzden eğer ben’in gerçekten kendi haline gelmesi gerekiyorsa bilginin, bilinçle beraber yürümesi gerekir. Ve ben ne kadar bilirse, kendini o kadar tanır. Tersi durumda, bilgi geliştiği ölçüde içinde inşa edilecek insanın kendi ben’ini harcadığı korkunç bir bilgiye döner. Ayrıca insanın etkinliklerinden biri -istemek, bilmek ve duyumsamak- düş gücünü benimsemişse tüm ben’de onun yolundan gitme riskini taşır. Kendinden çok, bu hayalin içine atlar veya bu hayalin kendini sürüklemesine izin verir. Her iki durumda da sorumludur. Bu şekilde soyutlaşarak veya elden daha fazla uzaklaşmaktan başka bir şeyin gelmediği ben’ inden her zaman yoksun soyutun içine kapanarak hayali bir varoluş sürdürür. Böylece düş gücüne tutsak olmuş biri, yani bir umutsuz için yaşam, çoğu zaman farkında olsa da, herkesin yaşamına benzer biçimde geçicilikle, aşkla ve beğenilerle dolu olarak kendi yolunu izlese de, bu insanda ben’in eksik olduğu farkedilmez. Çünkü ben, hiçbir biçimde dünya da önem verilen şeylerden biri değildir. Aslında ben, en az merak edilen ve sahip olunduğunun görülmesine izin verilmesi en sakıncalı şeydir. Tehlikenin en büyüğü olan ben’in kaybı aramızda hiçbir şey olmamış gibi farkedilmeden gerçekleşebilir ve hiçbir şey bu kadar az gürültü yapamaz.
Bilmemiz gereken başka bir şey de ben’in, olabilirin ve zorunluluğun sentezi olduğudur. Ben’in oluşumunda bu iki kavrama eşit olarak ihtiyacı vardır. Kişi, zorunluluk eksikliğinden olduğu kadar olabilirin eksikliğinden de umutsuzluğa düşer. Ben zorunluluk kadar olasılık taşır. Çünkü pekala kendisidir ve olabilirdir aynı zamanda kendisi haline gelmek zorundadır. Eğer olabilir zorunluluğun önüne geçerse, ben, zorunlulukla bağlarını kopartırsa olabilecek olanın umutsuzluğu ben’i sarar. Ama olasılığın alanında hiçbir gerçek oluşmaz. Bir an bir olabilir ortaya çıkar çıkmaz hemen diğer bir olabilirlik ortaya çıkar, sonuç olarak tüm bu görüntüler o kadar hızlı geçerlerki herşey bize mümkün görünür ve böylece ben’in artık yalnızca bir serap olduğu en uç ana ulaşırız. Olabilirin yönettiği ben’de eksik olan aslında içimizde bulunan zorunluluğa içsel sınırlarımız olarak adlandırılabilecek şeye uyma gücüdür. Kendine öz olabilirliği içinde bakan bir ben ancak yarı yarıya gerçektir; çünkü bu olabilirlik içinde hala kendi olmaktan çok uzaktadır veya ancak yarı yarıya kendidir. Olabilirlik gerçekten tüm olasılıkları böylece tüm yanılgıları, biri istek ve özlem biçiminde, diğeri hayali melankoli (umut, tedirginlik, korku)  olan yanılgıyı taşır. Sadece zorunluluğun olması da yalnızca sessiz harfleri olan bir kelime gibidir, onları telaffuz etmek için olabilirlik gereklidir. Olabilirliğin eksik kaldığı varlık umutsuzluğa düşer ve olabilirin eksik kaldığı her an umutsuz olur. Umutsuzluğa düşen biri için olanak, olanak diye haykırılır. Umutsuz kişi ancak olanakla kurtarılabilir. Bir olanak ve umutsuz kişimiz tekrar nefes alır, yeniden yaşamaya başlar. Çünkü olanak olmadan nefes alınamaz diyebiliriz.
Ben daima kendi haline gelmek eğilimindedir. Ben’in, başkasından korku nedeniyle ne kendi olmayı reddetmesi ne de tüm benzersizliği içinde kendi olmaya cesaret etmemesi hiçbir şekilde düşünülemez. Ama başkası tarafından ben’inden yoksun bırakılmaya razı olan umutsuzlar vardır. Kalabalıkların içinde, dünyanın gidişatını anlamaya çalışırken, insansal işleri yüklenmekle kişi kendini unutur, ben’ini unutur. Artık kendine inanmaya cesaret edemez ve kendi olmayı çok güç bir olay gibi görür. Ve diğerlerine benzemeyi, bir taklitçi, yığın içinde kaybolan bir numara olmayı daha basit ve güvenli bulur. Umutsuzluğun bu biçimi genelde insanların gözünden kaçar. Ben’ini bu şekilde unutan umutsuz kişi dünyada, başarmak, uygun olmak için belirsiz bir yeteneğe kavuşur. Kaydırak taşı gibi pürüzsüz olan insanımız her yerde tedavüldeki para gibi dolaşır. Umutsuz olarak düşünülmesi bir yana tam da istenilen insan olarak gösterilir. Buradan  insanların genelde korkulacak şeyin ne olduğunu bilmediğini söyleyebiliriz. Yaşamı engellemek yerine kolaylaştıran ve sizi keyifle dolduran bu umutsuzluk doğal olarak umutsuzluk gibi algılanmaz. Bu insanların gözünde tehlike, kaybetme olasılığı nedeniyle riske girmemektir. Hiç riskin olmayışı, işte bilgelik! Hiç riske girmemek bu kadar kolay birşeymiş gibi görünmesine rağmen riske girmeyerek kaybedilmeyecek şeyi kaybetmek korkunç derecede kolaydır. Kaybedilen nedir? Kendin! Hiçbir şey riske atılmadığım sürece bu dünyanın tüm olanaklarına kavuşurum ve ben’imi kaybederim.
Kısacası, milyonlarca benzerinden her biri için olduğu gibi senin içinde geçerli olan, yaşamının umutsuz olup olmadığı ve umutsuzsa bunu bilip bilmediğin, bu umutsuzluğu bir korku gibi saklayıp saklamadığın veya umutsuz olarak ve diğerlerine nefret duyarak öfkeye kapılıp kapılmadığın konusundaki bu farkındalığa ulaşmaktır. Ve eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur. İster zaferler, isterse yenilgiler söz konusu olsun, senin için herşey kaybedilmiştir. Bu varoluşa ulaşamamaktır, onu hiç tanımamaktır veya daha da kötüsü  senin kendi ben'ine umutsuzluğun ben'ine çivilenmiş olmandır. Ben varoluşun içinde oluşum halindedir. Çünkü o gerçekten var değil kendisi olması gerekendir. Dolayısıyla kendi haline gelmeyi başaramadığı sürece ben kendi değildir ve kendi olmamak umutsuzluktur. Farkındalık “Ben” bilincinin  ölçüsünü verir. Ne kadar bilinç varsa o kadar ben vardır. Ve bilinç ne kadar artarsa istenç o kadar gelişir, ne kadar istenç varsa o kadar ben vardır. İstençsiz insanda ben yoktur ama ne kadar ben’ inin farkındaysa aynı şekilde kendinin o kadar bilincindedir.
(DoğuBatı yayınları)