reklam 1

alman edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alman edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Tütüncü Çırağı, Robert Seethaler



Tütüncü Çırağı, Robert Seethaler

“Neyin anlamı olup olmadığını zaman gösterecek,” dedi Franz. “Ayrıca benim adım Franz. Franz Huchel, göl kasabası Nussdorf'tan”

Yaşadıkları küçük kasabada Franz için yapacak bir iş olmadığından, çok sevdiği annesi onu tütüncü dükkanı sahibi eski arkadaşı Otto Trsnjek'in yanında çalışması için Viyana'ya gönderir. 17 yaşındaki Franz tüm itirazlarına rağmen 1937 yılının bir sonbahar günü Atter gölü kıyısındaki balıkçı kulübesinden çıkıp Viyana'ya giden trene biner. Tütüncü çıraklığı öyle pek de kolay değildir. Bütün gazeteleri okumalı, müdavimlerin ne istediklerini öğrenmeli ve purolar hakkında da bilgi sahibi olmalıdır. Franz işine alışmaya çalışırken, kapıdan giren bir müşteriyle hayatının akışı başka bir yöne doğru evrilir. Profesör Freud'un verdiği ilk tavsiye çok basittir;

“Benim gibi yaşlı bir adamın tozlu kitaplarını okuyup da ne yapacaksın? Yapacak daha iyi bir işin yok mu? diye sordu.
“Ne mesela Bay Profesör?”
“Bana mı soruyorsun? Gençsin.Temiz havaya çık. Gez. Eğlen. Kendine bir kız bul.”

Franz, profesörün tavsiyesini dinler ve o haftasonu gerçekten de bir kıza, Bohemyalı Anezka'ya aşık olur. O, aşkın getirdiği umutsuzluk, sefalet, kafa karışıklığı, acı ve tüm diğer şeylerle uğraşırken, Viyana'da başka bir nedenle benzer sona doğru sürüklenmektedir. Naziler ve Yahudi düşmanlığı şehri sarmaya başlamıştır. Yahudi müşterilerine hizmet vermeyi sürdüren tütüncü dükkanı da bu saldırıların hedefindedir. Franz ise Profesöre yaptığı ziyaretlerde kendi derdine bir çare bulmaya, aşkı ve hayatı anlamaya çalışırken, bir taraftan da yaşanan değişimin farkına varmaya başlar.

Daha fazla ipucu vermemek için kısaca Robert Seethaler'ın, şahane bir romana imza attığını söyleyebilirim. Gerçi ben söylemesem de aldığı ödüller yeterince gösteriyor ama baştan sona boğazımda bir yumruyla okuduğumdan yine de çok beğendiğimi, anladığım kadarıyla filmini de yakın bir zamanda izleyeceğimizi buraya not düşmek istedim. Dilin sadeliği, betimlemelerin ve detayların incelikli kullanımı, her şeyin kendi düzeni içinde akışı, yaklaşmakta olan sonun çok da uzak olmadığını sezdiren atmosferi, özellikle yavaş yavaş işgal edilen şehrin arka plan olarak kullanılma şekli romanın bana kalırsa en güzel taraflarıydı. Seethaler, Nazilerin yarattığı karanlığın karşısına, Franz'ın naifliğini, saflığını, açık sözlülüğünü, dürüstlüğünü ve tabi ki cesaretini koymuş. Annesiyle yazışmaları, patronu Otto'yla ilişkisi, Anezka'ya hissettikleri, Freud'la, aşkın doğası ya da “insana yakışır adam akıllı bir hayat” hakkındaki sohbetleri de karakterinin bu yönlerini ortaya çıkarıyor. Ve tabi ki o da bir işaret bırakıyor, tıpkı Profesör Freud'un söylediği gibi;

“Freud iç çekti. “Gerçi yolların çoğu bana bir şekilde tanıdık geliyor. Ama aslına bakarsan yolları bilmek bizim fıtratımızda yoktur. Aksine yolları bilmemek var bizim fıtratımızda. Dünyaya cevap bulmak için değil, aksine soru sormak için geliyoruz. İnsan, deyim yerindeyse kesintisiz bir karanlığın içinde el yordamıyla yolunu bulmaya çalışır ve ancak çok şanslıysa bazen bir ışık noktasının parıltısını görür. Ve yine insan, ancak yeteri kadar cesur, sebatlı, yahut aptal ise veya en iyisi hepsine birden sahipse bizzat kendisi ardında bir işaret bırakır!”

2 Haziran 2010 Çarşamba

Animal Triste, Monika Maron

Nisan ayında Alef yayınlarından çıkan Animal Triste, 1941 doğumlu yazarın dördüncü romanıymış. Hakkında en ufak fikrim olmadan sadece kapağını ve adını beğenerek aldığım kitaplardan ve sanırım Monika Maron da okuduğum ilk Alman yazar.

Temelde bir aşk hikâyesi anlatsa da sayfa sayısından beklenmeyecek zenginliğine sahip ve farklı pek çok açıdan okunabilecek romanı ne kadar çok sevdiğimi anlatabilmenin yolunu bir türlü bulamadım. Ne yazarsam yazayım anlatının güzelliğini hissettiğim gibi aktaramama korkusuyla iki kelimeyi bir araya getiremiyorum. Konusu hemen hemen şöyle bir şey:

İsmini bilmediğimiz anlatıcı, yüz belki de doksan yaşlarında bir kadın. Çocukluk
çağı, İkinci dünya savaşının sonlarına rastlamış. Doğu Almanya’da geçen gençlik ve yetişkinlik yılları sonrasında duvarın yıkılmasıyla başlayan değişime tanıklık etmiş. Yaşayamadığı gençlik aşkıyla, bu sıralarda, “hayatta aşktan başka kaçırılacak bir şey olmadığını” anladığı bir dönemde karşılaşmış. 

Unutmak ruhun bayılmasıdır diyor anlatıcı, hatırlamanınsa, yaşananları yeniden icat etmek olduğunu söylüyor tıpkı çalıştığı müzedeki dinazor Brachiosaurus’un şans eseri bulunan birkaç kemik parçası sayesine yeniden yaratılması gibi o da hayatını, aşık olduğu adamla yaşadığı anları bir araya getirerek oluşturuyor. Hatırlamaya değer gördükleri sadece onunla ilgili olanlar diğer her şeyi unutmuş, kızını, kocasını, hatta kendi yaşını. Sevgilisinin çıkıp gittiği sonbahar akşamından beri, son kırk ya da elli yılını, döneceğini umut etmeden bekleyerek, bu aşkı tekrar tekrar üreterek, hatırlayarak, yeniden üreterek geçirmiş. Ve son kez hatırlamak, her şeyi hatırlamak istiyor. 

Diyor ki;

“Mümkün olanı gerçekleşmiş olandan ayırmak zor geliyor bana. Yıllar boyunca mümkün olan her şeyi gerçekleşmiş olan her şeyle karıştırdım ve birleştirdim, düşünülmüş olanı söylenmiş olanla, gelecektekini hiç unutulmamış olanla, umut edilmiş olanı korkulmuş olanla, ama yine hep aynı hikâye kaldı geride. Son çok açıktır ve her şeyi belirler, son düzeltilemez. Bu yüzden unuttum onu.”

Romanda, hatırlamak için çaba gösterdiği de işte bu açık, düzeltilemez son. Anlatıcı nihai noktaya yine olabilecek olanı, olmuş olanı ve olması gerekeni birleştirerek ulaşırken okuyucuyu da kesintisiz bir merak ve zevkle hikâyesine katıyor. Savaşı, çocukluğu, babaların eve dönüşünü, kadın olmayı, evliliği, anneliği, yaşlılığı, karıncaları ve dinazorları, doğuyu, batıyı, kıskançlığı, aşkı, insanca ama daha çok kadınca bir bakışla anlatıyor. 

Acaba aşk, nesnesi olmadan daha mı yaşanası? yazarın söylediği gibi "içimizdeki son tabiat kalıntısı" uygar dünya ile bağdaşmayan bir kavram mı?, girişi olan, çıkışı olmayan yer mi? Bir cümle ile yıkılabilecek kadar naif ama bizi sınırlara sürükleyecek kadar güçlü mü? Belki evet belki hayır. Belki yaşayıp görmek ama kesinlikle bu romanı okumak gerek.