reklam 1

doğan yayıncılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doğan yayıncılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2016 Salı

Çıplak ve Yalnız, Hamdi Koç

Çıplak ve Yalnız, Hamdi Koç

Son yazımın üstünden neredeyse bir yıl geçmiş. Şu hayatta, en azından tembellik konusunda istikrarlı biri olarak yavaş yavaş ve tabi ki başka bir mani de çıkmazsa kaldığım yerden yani rüyalardan devam ediyorum. Psikolojik, felsefi derken sırada diğer tarafla ilgili olanlar var. Hamdi Koç'un 2013 'de yayımlanan son romanı Çıplak ve Yalnız' da görünenle görünmeyen arasında sezgiler devreye giriyor. Düşüncenin alanından çıkıp, rüyaların ve hislerin peşine düşüyoruz. Peki hissediyorum o halde var diyebilir miyiz?

1960'lı yılların Ankara'sı. Garsoniyer olarak tuttuğu eve büyük hayallerle bağlattığı telefonun çalmasıyla kahramanımızın hayatı değişiyor ya da aslında kendisine ait bir hayatın varlığından haberdar oluyor demek daha doğru olacak. Sevgisiz bir çocukluk, yalnız ve parasız geçen gençlik yıllarından sonra nihayet hep beklediği şans yüzüne gülüyor. Tanımadığı amcasından kalan büyük bir miras, ona kucak açan yengesi, sonunda ait olacağı ve sevileceği bir ev. Bir de tüm bunların karşılığında, diğer taraftan gelen işaretler, huzursuz ruhların çözülmeyi bekleyen sırları, hesaplaşılması gereken bir geçmiş, savaşmaya hazır ve öldürmekten çekinmeyen düşmanlar var. Yani epeyce hareketli, temponun hiç düşmediği bir roman. 

Mesut, uzun zamandır rastladığım karakterler içinde en gerçekçilerinden biriydi. Korkuları, hayalleri, umutları ve zaafları olan, biraz saf, biraz uyanık, oldukça da komik, çok yönlü bir karakter. Hepimiz gibi kendisiyle çelişiyor, her şeyi bildiğini düşünüyor, kendine göre ahlaki yargıları var. Bazen olması gerektiği, bazen de işine geldiği gibi davranıyor. Diğer karakterler de oldukça renkliler. Belki kadınların bir parça flu olduğunu söyleyebilirim ama onlar zaten birinci tekil anlatıcının yani Mesut'un anlayabildiği kadar varlar.

Romanda beni çeken bir diğer şey de anlatıcının kullandığı dil oldu. Genellikle Latin edebiyatında rastladığımız, bence bizim topraklarımıza da gayet yakışabilecek büyülü gerçekçilik türüne benzeyen bölümleri inandırıcı hale getiren bir akıcılığı ve samimiyeti var. Ama, her ne kadar aşırı bir yorum olduğunu düşünsem de, son sayfanın, bu samimiyeti ve inandırıcılık hissini azıcık gölgelediğini söylemeden geçemeyeceğim. Tam da 599. sayfada, Mesut'un üniversitede edebiyat okuyup üstüne bir de profesör olduğunu öğrendiğimizde, hikayenin ne kadarının edebi kaygılarla yazıldığı, yazarın eğitiminin anlatıyı etkileyip etkilemediği ve tabi ki ilk satırdan itibaren hissettiğimiz samimiyetin gerçek olup olmadığı sorusu aklıma gelmedi değil. Ama bu kez dedektiflik yapmadığım ve gayet keyifle okuduğum için sonuna da takılmadım. Ayrıca bir de 139.sayfada İrfan olan çocuğun isminin 592. sayfaya geldiğimizde Irmak olması var, ki onu da 600 sayfalık romanda olur öyle şeyler diyerek geçtim. Yaşanan o kadar maceradan sonra Mesut'un da bazı şeyleri hatırlayamaması gayet normal. Yani anlaşılacağı üzere sevdiğim zaman kitaplara toz kondurmuyorum :)


Bu arada küçük bir uyarı; Çoğumuz Dexter gibi klasikleri gözümüzü kırpmadan izleyebiliyor, vampir ya da ne idüğü belirsiz yaratık dizilerinin çocuklar için yapıldığını sanıyorsak da romandaki bir iki, neyse abartmayıp bir bölüm diyeyim, biraz ürkütücü gelebilir. Aslında küçükken Stephan King okuyan biri için gayet utanç verici (Hayır korkmadım tabi ki de!) ama siz en iyisi romanı gün ışığında okuyun. Ben okurken o sahneler nedense hep geceye rastladı, merak ağır bastığı için de devam ettim ve aslında bir zararını da görmedim ama yine de benden söylemesi!


13 Ekim 2010 Çarşamba

Asi Melekler, Danielle Trussoni

Danielle Trussoni’nin ilk romanı Asi Melekler henüz yayımlanmadan büyük ilgi çekmiş. Yayıncılar kitap için, sinemacılar film hakları için kapışmışlar. Geçtiğimiz günlerde de biz okurlar, Doğan Kitap sayesinde Asi Melekler’le tanışma fırsatı bulduk.  
 
Ana karakterimiz "Evangeline", annesinin esrarengiz ölümünden sonra babasıyla birlikte Fransa’dan Amerikaya taşınmış ve kısa bir süre sonra da babası tarafından Azize Rose manastırına emanet edilmiştir. Manastırda kaldığı on bir yıl boyunca sessiz ve düzenli  bir yaşantı süren "genç rahibe", 1999 yılının son günlerinde aldığı bir mektupla hayatının aniden ve dönüşü olmayan biçimde değişmek üzere olduğunun henüz farkında değildir.

Mektubunda, zengin ve ünlü koleksiyoncu Abigail Rockefeller ile manastırın başrahibesi arasında bir bağlantı olduğunu düşündüren bazı yazışmalar bulduğunu söyleyen Verlaine adındaki sanat tarihçisi, bir müşterisi adına yaptığı bu araştırma için manastırın arşivini incelemek istemektedir. Her zamanki red cevabını göndermeden önce, Evangeline konu hakkında küçük bir araştırma yapar ve gerçektende 1944’de yani ikinci dünya savaşı sırasında Abigail Rockefeller tarafından başrahibeye yazılmış bir mektuba rastlar. Abigail, Rodop dağlarına yapılan başarılı keşif gezisinden ve manastıra gönderdiği Celestine’den bahsetmektedir. Sanat tarihçisinin tahmini doğrulanmıştır ama konuyu iyice merak etmeye başlayan Evangeline, artık çok yaşlanmış  olan rahibe Celestine’in odasına bir ziyaret yapar. 

Celestine ona melekbilimden, Rodop’a yaptıkları geziden, Gözcü meleklerden ve onların insanlarla birleşmesinden doğan Nefillerden bahseder. Hırsları ve kötü yaradılışlarıyla yeryüzündeki tüm acıların nedeni olan Nefiller ile onları durdurmaya çalışan Melekbilimciler arasında binlerce yıldır süren mücadelenin merkezindeki  gizemli çalgı lirin önemini  anlatır. Aziz Agustinius’dan Milton ve Dante’ye, Orpheus’dan Nazilere kadar işin içinde kimler vardır kimler. Ama Evangeline için işin can alıcı noktası kendi ailesinin melekbilim içindeki yerini öğrenmesi olur. 

Anneannesinin verdiği  melekbilim defterini yıllardır saklayan ve melekler üzerine dünyadaki en geniş arşive sahip manastır kütüphanesinin idareciliğini yapan Evangeline, anne ve babasının bu konuyla ilgileri olduğunu bilse ve hatta manastıra gelmeden önce birkaç nefil görmüş olsa da Verlaine gibi çekici birini tanıyıncaya kadar bunlar hakkında araştırma yapmamıştır.  Ama, artık maceraya katılmak zorunda olan  Evangeline, geçen yılların acısını çok kısa sürede çıkarır ve Verlaine’ın mektubunu alana  kadar sormadığı tüm soruların yanıtlarını aynı gün içinde almaya başlar. 

Mistik sırlar, mitoloji, tarih ve bunları birbirine bağlayan komplo teorilerini barındıran romanları sevsem de son yıllarda çıkan bu tarz romanlardan pek haberim olmadı. Bir ara çok gündemde olan Dan Brown’la tanışıklığım bile yılbaşı tatilinde iyi gider diye şimdi adını hatırlamadığım bir romanına başlayıp okuyabildiğim iki sayfayla  sınırlı kalmıştır. Aslında edebiyatın bu türünü sinemaya daha çok yakıştırırım. Pek bilmediğim bir konuda atıp tutmak, genelleme yapmak olacak ama bence karakterden çok harekete dayalı bu romanlarda, anlatıcının mesafeli ve dışarıdan gelen sesi olayı aktarmıyor da, tarif ediyor gibi. Bu yüzden araya giren diyaloglara rağmen ses, anlatıyla bağ kurmayı zorlaşıyor, romanı okumaktan çok izlediğinizi hissettiriyor. Aklın sınırlarını zorlayan mekan tasvirleri ile boşluktaymış gibi hareket eden karakterler yüzünden malesef okumanın zevkini yaşayamıyor ve uyuklamaya başlıyorsunuz. Ayrıca diğer roman biçimlerini okurken garipsemediğim üst-baş betimlerinin bu tarzda çok göze battığını farkettim. Klasik romanlarda, yapıp etmeleriyle, söyledikleriyle insansılaştırdığımız, bağ kurduğumuz karakterler bu tür de daha çok giydikleriyle okuyucuya aktarılıyor. Karakteri, giydiği pantolonun ya da kravatın markasına bakarak tahlil etmeye çalışmak, muhtemelen Hermes’le başka bir marka arasındaki farkın karaktere kattıklarını bilmediğimden bana biraz yabancı geliyor.

Asi Melekler’de de türün bu ayırıcı niteliklerine bolca rastladım. Artı olarak, manastırda dolaşan rahibenin roman boyunca sadece işine yarayacak insanlarla konuşması, daha doğrusu romanın sonlarına doğru üç kişiden fazla olduklarını anladığımız rahibelerden herhangi biriyle, koridorda olsun karşılaşmaması, kimsenin ona günaydın bile dememesi düşündürücü de olsa ilk bölümlerinde, sanki anlatıya kendinizi kaptırmanızı engellemek için özellikle yapılmış gibi hemen her paragraf başının “Evangeline” ve “Genç Rahibe” kelimeleriyle başlaması bence hepsinden daha fazla rahatsız ediciydi. Peki hiç iyi bir şey yok mu, tabiki var. Hem yukardan gelen sesin kesilip anlatının birinci tekile dönmesi, hem de konunun bence en önemli kısmı olması itibariyle, Celestine’in geçmişi hatırladığı uzunca bölüm, okurken gözlerimi açık tutmakta zorladığım romanın, roman okuduğumu hissettiren, keşke tümü böyle olsaydı diye düşündüğüm ve bitirdikten sonra aklımda kalan tek yeriydi. 

Hikâyesi ilgi çekici, ama genelinde dili oldukça yavan olan Asi Melekler bittiğinde ki devamı da geliyor sanırım, Vayyy bee!  dedirtmese de şu yağmurlu günlerde boş bakışlarla TV karşısında oturma durumuna alternatif olarak düşünülebilir.