reklam 1

6 Şubat 2021 Cumartesi

Çocuk Yasası, Ian McEwan

Çocuk Yasası, Ian McEwan

Çocuk Yasası, Ian McEwan'ın Amsterdam'da Düello'dan sonra okuduğum ikinci kitabı.

Roman yüksek divan hakimi Fiona Maye'in üniversitede hocalık yapan kocasıyla çıkmaza giren evliliklerini sorgulaması ile başlıyor. Uzun yıllardır devam eden evlilikleri eşi için sıkıcı hale gelmiştir ve arayış içindedir. Fiona bu noktaya nasıl geldiklerini sorgular. Dava dosyalarının içine gömülmüş vaziyette çalışırken iş sorumlulukları ile evliliğin beklentileri arasında çok bunalmış, kocası da bu durumu fırsat bilerek yepyeni bir başlangıç yapma kararı almıştır. Ancak konfor alanını bozmak istemez, tek dileği Fiona'nın bu ilişkiye rıza göstermesi ve evliliklerinin bu ilişkinin gölgesinde devam etmesidir. Fiona'nın itirazı üzerine evi terk eder. 

Kocası tarafından terk edilen yargıç Fiona diğer taraftan çetrefilli dava dosyaları ile uğraşmaktadır. Bir aile hukuk mahkemesine başkanlık ederken sıklıkla refah ve mutluluk kavramlarının çocuklar ve ailenin yaşamındaki etkisini, anlamını sorgular. Mahkemede önüne gelen davalar boşanma ve velayet davalarıdır. Bu davalarda çoğunlukla hukuk sisteminin içinde birbirine düşman olan eşler ve paylaşılamayan çocuklar çıkar. 

İngiliz hukuk sisteminin işleyişi hakkında detaylı bilgiler de veren romanda can alıcı hikaye Yehova şahidi olması nedeniyle bir başkasından kan almayı kabul etmeyen kanser hastası Adam'a, tedavi gördüğü hastane tarafından açılan dava ile başlar.

Fiona için bu dava farklıdır. Dava süresince yaptığı iç konuşmalar, dinlenen tanıklar, hastane doktorunun açıklamaları ile ortaya çıkan durumda hastaneye giderek Adam'ı görmeye karar verir. Bu hiç de olağan bir durum değildir. 

Hastane odasında gördüğü genç, Fiona'yı çok etkiler. Kan almayı kabul etmemesi ile ilgili ciddi sorgulamalar yapar, bilgi almaya çalışır. Müziği seven ve gitar çalan Adam'ın, Fiona'nın sevdiği şarkıyı tıngırdatması ve birlikte şarkı söylemeleri ile aralarında bir yakınlaşma olur. 

Yasaların ahmakça katı biçimde uygulanmasını anlatan “The law is an ass” (Hukuk eşekliktir) ifadesi bu sefer yerini bulmaz ve yargıç Fiona kan verilmesi yönünde karar verir, genç kurtulur. Ancak iyileşme hali onun farklı bir dünya ile tanışmasına yol açar. Sudan çıkmış balığa döner. İnançlarını yeniden yapılandırma ihtiyacındadır. Doğduğu ev ve anne babası artık ona yabancıdır. Bu yabancılık içinde yaşamını ona hediye eden ve yakınlık gösteren Fiona'ya sarılır. Onu görmek ister, mektup yazar. Hayata ve sevgiye dair sorularına cevap vermesini bekler. Fiona ise hem yaşının hem de sosyal statüsünün verdiği ağırlık ve sınırla yakınlık göstermek istemez, mektuplarına cevap vermez. 

Fiona'nın başka bir şehirde bulunan bir mahkemede görevlendirilmesi nedeniyle çıktığı seyatatte bir sürpriz yaşanır. Adam, Fiona'yı izleyerek kaldığı otele kadar ulaşmıştır. Yardımcısının Adam'ı bulmasıyla yemek davetinden ayrılan Fiona küçük bir şok yaşar. En doğru kararın onu evine yollamak olduğunu düşünür. Ancak ayrılırken Adam'ı öpmesi onu çok zor bir durumda bırakır. Bu öpüşmeye hiç anlam vermek istemez, düşüncelerinden bile kaçmayı tercih eder. 

Adam birkaç ay sonra 18 yaşına girer. Fiona'dan, yeni hayatına ilişkin duygusal bir yakınlık göremediği için eski inancına geri döner. Hastalığı nükseder, kan almayı kabul etmez. Yargıç olarak yaşamasında rol oynayan Fiona, ölümü seçmesine engel olamamıştır. Çünkü Fiona, sorumluluğu mahkeme duvarları ile sınırlı olduğunu zannetmişti. Nasıl böyle olabilirdi ki? Adam arayıp onu bulmuştu, istediği şey herkesin istediği, doğa ötesinin değil, serbest fikirli insanların verebileceği şeydi; ANLAM!

BURÇİN


5 Ocak 2021 Salı

Sıradan Zaferler; Manu Larcenet


 2018 yılı başında “bizim büyük challenge”ımız için okuyacağım kitapları seçerken bir arkadaşımın önerisiyle tanıştım “Sıradan Zaferler”le. Listenin 24.maddesi “bir grafik roman” seçmem gerektiğini söylüyordu. Bir süre boş boş baktığımı ve listenin bu maddesini başka bir içerikle değiştirip değiştirmemeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Sonrasında sosyal medyada öneri istemem ve çok az tanışıklığım olan bir arkadaşımın bu kitabı önermesiyle dokuzuncu sanatın önemli eserlerinden biriyle tanışmış oldum.

Biraz araştırdığımda “dokuzuncu sanat” kavramının 1960 larda Fransa’da kullanılmaya başladığını, ağırlıklı olarak Fransız-Belçika çizgi romanlarıyla özdeşleştiğini öğrendim. Karakarga Yayınları tarafından 2016 Aralıkta basılan Sıradan Zaferler, 2004 yılında Angouleme Uluslararası Çizgi Roman Festivalinde, ki dünyanın ikinci büyük, Avrupa’nın ise en büyük çizgi roman etkinliğiymiş, “en iyi çizgi roman” ödülünü almış. Orijinal adı “Le Combat Ordinaire” olan grafik roman; “combat”, kavga, savaş, mücadele anlamalarına geliyormuş, sıradan kavgalar-savaşlar-mücadeleler olarak çevrilse çok daha uygun olurmuş diye de düşündüm. Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, çevirmen Emre Yavuz harika bir çeviri yapmış. 

 "Yaptığım her şeyin babamdan izler taşıması rahatlatıcı ya da tam tersine dehşet verici olabilir. Bana öğrettikleri sadece yapmak ve olmakla açıklanamaz. Kesinlikle onun bir parçasıyım. Kendimi ondan kurtardığıma inandığım zamanlar, geçici olarak sevinçten havalara uçuyorum. Ama kesinlikle uzun sürmüyor. Daha iyi veya daha kötü bir şekilde yüzeye çıkması bir saat bile sürmüyor. Birbirimizden ayrı insanlar olduğumuza bir türlü ikna olamıyorum. Ben onun içindeyim, o da benim içimde. Ben ölüyüm, o hayatta... bu bir gizem. Doğal olarak kendimi anlayabilmem onun kim olduğunu anlamama bağlı." 

Çok sevgili çocukluk arkadaşımın bloğuna yazmam gündeme geldiğinde birçok çok sevdiğim kitap arasında gittim geldim. Ne zaman ki gözüm “Sıradan Zaferler”e takıldı, işte bu dedim, “şişman bir sigara” yaktım ve ana karakter Marco’nun terapistiyle yaptığı konuşmayla başlayan Sıradan Zaferleri bu kez yazmak için okumak üzere elime aldım.

30'larında bekar bir erkek olan fotoğraf sanatçısı Marco’nun varoluş sancıları, yetersizlik hisleri, yaşadığı anksiyete bozukluğu ve panik atakları, değişime direnci, kendini ve çevresini anlama çabası, gerektiğinde psikoterapi almak konusunda istekliliği, bağlanmaktan korkması buna rağmen ilişkiye verdiği değer, babasıyla olan ilişkisi, o ilişkinin şimdiki Marco’yu nasıl etkilediğini fark etme-anlama çabası, aile ilişkileri, aşk ilişkisi, takdir görme arzusu ile dolu diyaloglarla derin bir yolculuğa çıktım.

“İyi-kötü” nün o iç içe geçmişliğinin sorgulandığı, bugün tanıdığı karakteriyle sevdiği komşusunun geçmişini öğrenince, onu nefretle suçladığı, geçmişteki hatalarından dolayı bugün olduğu kişiyi de kabul edemediği ancak aklından da çıkaramadığı bölüm en etkilendiğim bölümlerden biriydi. Bu sorgulamayı tüm roman boyunca, özellikle Emily’nin Marco’yu yüzleştirdiği diyaloglarda görüyoruz. Benim için bir başka etkileyici bölüm de alzheimer olan babasının kendisini öldürmesi sonrasında yaşadıkları, annesinin-kardeşinin-kendisinin yas süreçleri, babasının geçmişi hakkında öğrendikleriyle, içinde yaşattığı o güçlü, yıkılmaz, yok edilemez “baba” figürünün kaybı, bu kayıpla birlikte babasını insan olarak görmeye başlayabilmesi ve kendisini ona daha yakın hissetmesinin anlatıldığı konuşmalar oldu. 

 "Hepimizin acıya, kedere ve eksik kaldığımız şeylere verdiğimiz tepkiler farklıdır. Bazı insanlar bu boşluğu doldurmak için uzun uzun konuşur, tartışır ya da çeşitli teoriler üretir. Kimileri ise tam tersine, çalışkan bir çocuğun matematik problemine odaklanışı gibi sessiz kalır. Bende ise, yoğun acılar uyuşturucu etkisi yapıyor. Konuşsam da sessiz de kalsam bir tarafım boş kalıyor. Duygularımın aniden yok oluşu, sanırım kişisel olarak geliştirdiğim bir tür savunma mekanizması. Bu şekilde hayata devam edebiliyorum. Bir yanım diğer insanlarla kaynaşıp, ilişkiye girip hayatın rutin akışına devam ederken diğer yanım seyircilerden uzak bir şekilde gizli gizli kendi cehennemini yaşıyor."

Burada anlatmaya çalıştığımdan çok daha fazlasını içeren Sıradan Zaferler pek çok kez okunacak bir başucu kitabı benim için.

 “Hiçbir şey gizli değildir ama ortaya çıkartılmak zorundadır ve bulunmak istemeyen hiçbir şey kendini gizlemez.”   

Ebru

25 Aralık 2020 Cuma

2020 En'ler Listesi 1;


2020, karanlığın içinde dönüp duran küçük mavi küremiz için hiç de iyi bir sene olmadı diye cümleye başlayıp, onun yaşını ve başından geçenlerin bir kısmını şöyle bir aklımdan geçirince, yıl içinde yaşadıklarımızın dünya için denizde su damlası, uzayda toz zerresi olduğunu fark etmem saniyeler sürdü. İnsan yay burcu olunca kendine acımanın bile tadını çıkartamıyor. Yine de hiç beklemediğimiz şekilde hayatlarımız değişti, binlerce insanı  kaybetmenin üzüntüsünü hep birlikte yaşıyoruz, dünyanın değil ama kendi jenerasyonumuzun tarihinde belki de ilk kez gezegenin üstündeki her insan aynı anda aynı korkuyu ve üzüntüyü hissediyor. Seni hiç sevmedik 2020!

Ben de altı aydır evimden, kitaplarımdan uzaktayım. Kitaplarımın güzel fotoğraflarını çekemediğimden yeni hobimi fotoğrafladım. Eve kapandığımız dönemde başladığım çiziktirme, boyama işleri, çöpten adam bile çizemeyen benim gibi biri için yeniden ilkokula başlamak gibi oldu. Boyalar, fırçalar, kağıtlar o kadar çok çeşit var ve hepsi o kadar güzel ki.... Kısacası biraz kafanızı dağıtmak isterseniz neden olmasın. 

Konuya dönersem; bu yıl her ne kadar öncekilerden az da olsa ve yine bloga yazamasam da güzel kitaplar okudum. Aslında belki de bilinçsizce ama gayet isabetli bir şekilde daha önceleri okumaktan çekindiğim kitaplara sarıldığımı fark ettim. Bence çok da iyi yapmışım. Ve yıl bitmeden bazılarını blogumda paylaşmadan geçip gitmek istemedim. Ve işte 2020 yılının enleri; 

Nutuk; Mustafa Kemal Atatürk

“Dünyada, ulusun bağrında özgür bir birey olmak kadar büyük bir mutluluk var mıdır? Gerçekleri bilen, kalp ve vicdanında manevi ve kutsal zevklerden başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.” Gazi Mustafa Kemal Atatürk 

İlk sırada Nutuk var. Kurtuluş savaşımızı, milli mücadeleyi, Atamızın sesinden, kaleminden okuyup, onun ifade yeteneğine, anlatım gücüne hayran kalmamak mümkün değil. Sonuna kadar büyük bir merak ve heyecanla okudum. Sadece düşman ordularıyla değil, nasıl bir inanç ve çalışmayla, insan üstü bir çabayla, sadece vatana ve özgürlüğe olan sevgisine dayanarak yola çıkıp, her adımı planlayarak, tüm o boşvermişlik, ihanet, cehalet, bencillik ve kıskançlıklara karşı mücadelesini görmek, yepyeni bir devlet kurmasını onunla birlikte deneyimlemek paha biçilemezdi. Haldun Taner'in, Atatürk'ün  Galatasaray lisesini ziyaretini anlattığı hikayesinde söylediği gibi “kandırılamayan, aldatılamayan, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan” bir insan olduğuna Nutuk'ta bir kez daha tanık oldum. Yukarıdaki cümlesini çok sevdim, bana son yıllarındaki fotoğraflarını hatırlatıyor, denizde yüzerken, salıncakta sallanırken, Ülkü'yle yürürken, öğrencilerle birlikte sıralarda otururken.. Eseriyle gurur duyan, vicdanı rahat bir insan gibi mutlu, huzurlu ve dilediği gibi özgür...

Bugün İsmet İnönü’nün ölüm yıldönümü olduğu için bir ekleme yapmak istiyorum. Atatürk,  Lozan konferansı sırasında İsmet Paşa'nın dönemin hükümetinin içinde yer alan bazı kişilerin kıskançlıklarıyla da mücadelesini anlatırken aralarındaki yazışmaları şöyle aktarıyor; 

“İsmet Paşa, bu telgrafıma cevap verdi. İsmet Paşa'nın ıstırabının derecesini gösteren bu cevabı, aynı zamanda temiz kalpliliğini içtenliğini ve özellikle alçakgönüllülüğünü de gösteren bir belge olduğu için, aynen bilgilerinize sunuyorum: 

Lozan, 20.7.1923

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne

Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı bir düşün. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, aziz şefim. 

İsmet”


Moby Dick; Herman Melville


“Kim olursanız olun, kafatasınızı değil, bel kemiğinizi yoklamak isterim. Cılız bir bel kemiği, hiçbir zaman büyük ve soylu bir ruhu ayakta tutamaz. Benim dünyaya açtığım bayrağın, sağlam ve sarsılmaz direğidir belkemiğim, övünürüm onunla.”

Yine bir cesaret okuduğum kitaplardan Moby Dick, edebiyat tarihinin en iyi ilk cümlesine sahip eserleri arasında gösteriliyor. Gerçi Nutuk, edebi bir yapıt sayılsaydı açılış cümlesiyle hepsinin önüne geçerdi ama Moby Dick de bu açıdan etkileyici bir başlangıç yapıyor. Herman Melville, küçük yaşta hayatın zorluklarıyla karşılaşıp, çalışmaya başlamak zorunda kalmış. 15 yaşında çeşitli işlere girip çıktıktan sonra 18'inde bir gemide iş bulmuş. Ve denizden kopamamış, bu yıllarını anlatan kitaplar yazmış. Malesef yazar olarak geçimini sağlayamadığı için gümrük müfettişi olarak çalışmış. Asıl ününü ise ölümünden yıllar sonra kazanmış.

Romanın sadece bir balina ve onun peşindeki  gözü dönmüş kaptanla ilgili olmadığını kısa sürede anlıyorsunuz. Ayrıca Melville'in gayet orijinal fikirleri, çıkarımları olan zeki bir adam olması da 800 sayfanın bir çırpıda akıp geçmesini sağlıyor. Tasvir gücü, kelimelerle çizdiği resimlerin canlılığı, eğlenceli anlatımı, balina türleri ve yapıları bölümlerini bile kendimi de şaşırtarak keyifle okumamı sağladı. 

“Ahab hiçbir şey göremiyordu denizde. Ama diplere, gittikçe daha derinlere bakarken, birden ta aşağılardan, beyaz, diri bir lekenin akıllara durgunluk veren bir hızla yukarıya doğru çıktığını gördü. Önce bir fare kadar küçük olan bu leke, büyüdü, gittikçe büyüdü ve tersine döndü sonunda, işte o zaman, dibi görülmez enginin üstünde, iki sıra, çengel çengel bembeyaz diş seçilir oldu: Moby Dick'in açık ağzı, çarpık çenesiydi bu. Hayal meyal görülen kocaman gövdesi, mavi sulara karışıyordu hala. Canavarın ışıldayan ağzı, sandalın altında, mermer bir mezar ağzı gibi açıldı.”  


Ölümcül Yumurtalar ve Usta ile Margarita; Mihail Bulgakov

1891'de doğan Mihail Bulgakov, Kiev üniversitesinde tıp öğrenimi almış. Köyüne dönüp burada doktor olarak çalışmış ve “Genç Bir Doktorun Mektupları” altında topladığı öyküler yazmış. 30'lu yaşlarında ise yazar olmayı aklına koymuş ve yola çıkmış. Tiyatro oyunları yazmış, oyunculuk yapmış, gazetelerde çalışmış. Ama Stalin döneminde yaşayan Bulgakov'un eserleri ya tartışmalara neden olup tiyatrodan dışlanmış ya da ölümünden sonrasına kadar basılmamış. Çok acı çekmiş ama kendinden hiç ödün vermeden çalışmayı sürdürmüş. Sinema için uyarlamalar, opera besteleri için sözler yazmış. Usta ve Margarita'nın önsözünün yazarı arkadaşı Sergey Yermolinski, Bulgakov'un bugün çok işimize yarayacak bir fikrini de anekdot olarak eklemiş. Bulgakov,  arkadaşının köpeğini her okşayışından sonra gidip ellerini yıkıyormuş. Yermolinski bu durumu biraz alayla karşılayınca da “Hayatını tehdit eden görünmez düşmanlarını silahsız bırakmak için her insan biraz doktor olmalıdır”. “Polis şefi olsam pasaportları kaldırır, yerine idrar tahlilini zorunlu kılardım” demiş. Sizce de müthiş bir fikir değil mi? 

Ölümcül Yumurtalar, okuduğum ilk Bulgakov kitabıydı. Profesör Persikov'un hikayesini, hiciv türünün şahane bir örneği olan kitabı yazarken Bulgakov'un da çok eğlendiğine eminim. 1920'lerde geçen roman, birdenbire ortaya çıkan bir salgınla ölen tavukların ardından durumu kurtarmaya çalışan yetkililer ve bu sırada tesadüfi bir keşif yapan profesörün başından geçenleri anlatıyor. Ben de çok eğlenerek ve tabiki ibret alarak okudum. Ama özellikle anlatımının canlılığına bayıldım ve sonrasında hemen ikinci romanına başladım. 

10 yılda yazdığı Usta ve Margarita, yine içinde bol miktarda hiciv, taşlama olmasında rağmen farklı tarzda bir roman. İki anlatı okuyoruz. Bir bölümde 1920'lerin Moskova'sında, tiyatro çevresinde dönen ve şehri etkisine alan fantastik olaylar, diğer bölümde ise İsa'yı yargılamak için Kudüs'e gelen Roma valisi Pilatus'un hikayesi ilerliyor. İki bambaşka zaman dilimi arasında geçiş yapıyorsunuz, 2000 yıl öncesini yazdığı bölümler yazarın yeteneğine hayran bırakan bir gerçekçiliğe sahipken, 1920'lerin Moskova'sı akıl almaz olayların sahnesi haline geliyor. 

Ben diğer romanlarını da listeme ekledim, henüz okumadıysanız Bulgakov'u kaçırmamanızı öneririm.


17 Aralık 2020 Perşembe

Kağıt Ev, Carlos Maria Dominguez



Merhaba, artık uzun süredir yazamadım diye başlamaya bile utandığım, bloguma bir türlü dönemediğim bir anda canım arkadaşım kırmadı, benim de okuyup çok sevdiğim bir roman hakkında yazdığı çok güzel ve içten düşüncelerini paylaşmama izin verdi. Eveeett bir konuk yazarım var artık. Kendisi tanıdığım en tutkulu kitap severlerden, hızına yetişemediğim ve itiraf edeyim çok da kıskandığım, kitap konuşmaktan müthiş keyif aldığım dostlarımdandır ve umarım bu ilk yazısından sonra Burçinciğim ve başka bir arkadaşım da -ki o kendini biliyor-burada sık sık misafirim olurlar. Sizi çok seviyorum kızlar :)

"Benim için bir nefes mutluluk kitaplarım, gerçekten soluk alıp verdiğim, kalp atışlarımı dinlediğim, dertleştiğim, dostlarım...

Heyecanla eve gelip başına oturduğum harflerden, kelimelerden, hikayelerinden içten yolculuklara çıktığım, şehirler, ülkeler gezdiğim, türlü insanlar tanıdığım dünyalarım. 

Küçük dünyanın büyük aynaları, ormana, ağaca, kuşa, doğaya, gökyüzüne, Tanrı'ya bakan pencereleri. Beni bana yansıtan, anlatan cümleleri sırları, efsaneleri, kurguları, karakterleri, yazarları...

Kağıt Ev'de okudukça sevdiğim, içinde “beni” yeniden keşfettiğim harika bir kısa kitap.

Kitaplardan örülen bir dünya, bir ev ve kitabını aşkı için arayan bir kitapsever, kitap tutkunu...

“Kütüphane zamana açılan bir kapıdır.” (Borges)

“Arabayı bir ağacın altına park ettim ve elimde kitapla otlar ve çiçeklerle bezeli, kimsenin açmayı başaramayacağı mühürlü, dikdörtgen, sert kapaklı, her biri kendi hikayesini taşıyan ve toprağın neminde gizli kalmayı arzulayan kitaplar misali duran mezarların arasında yürüdüm."

Burçin

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Küçük Harfli Mutluluklar ve On İkiye Bir Var; Haldun Taner



Haldun Taner, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Küçük Harfli Mutluluklar, On İkiye Bir Var

Bir şey eksik gibi gelir ya bazen, ne olduğunu bilemezsiniz. Sonraları, tam unuttuğunuz anda birden karşınıza çıkar, ancak o zaman anlarsınız özlemini çektiğiniz şeyin ne olduğunu.

Önce Küçük Harfli Mutluluklar'ı okudum. Öyle iyi geldi ki anlatamam. Hepsi birbirinden güzel dokuz hikaye. O kadar sade, içten, dürüst, naif ve eğlenceliler ki; ama incelik, işte en çok özlediğim o incelikmiş. Tanpınar'ı okurken de böyle hissetmiştim. Hiçbir şeyi abartmadan, göze sokmadan, tam bir sağduyu örneği göstererek hem dilde, Türkçe'nin kullanımında ve üslubundaki inceliğiyle hem de karakterlerine karşı gösterdiği şefkatle, her şeyiyle çok güzel, her şeyiyle öyle kararındaydı ki hayran olmamak mümkün değil. Tabii ki hemen arkasından Şişhaneye Yağmur Yağıyordu ve On İkiye Bir Var geldi.

Öykü yazmaya 1945'de başlamış Haldun Taner, tiyatro ve kabare sonrasında gelmiş. Oyunlarındaki gibi öykülerinde de satır aralarına zarif bir hicivle yerleştirdiği dönemin sosyal ve siyasi resmi, o günleri yaşamamış bizler için bile çok şey ifade ediyor.

Hikayelerin hepsini ayrı ayrı sevdim. Ama bazılarının yeri bir başka oldu;
Mesela Atatürk Galatasaray'da; Atatürk'ün 1931'de Galatasaray lisesini ziyaretini anlatıyor. Yaşanan heyecanı, ilk izlenimleri;

"O gün, orada, onun karşısında çocuk kafamın koyduğu ilk teşhis şu oldu: Bu gözlerden hiçbir şey kaçmaz arkadaşlar. Bu adam kandırılamaz, aldatılamaz. Bu adam mugatalaya, laf cambazlığına papuç bırakmaz. Bu adam bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan, bildiğini bilen, bilmediğini de şıp diye sezen bambaşka bir insandır."

Ve en sevdiğim kısmı;

"Atatürk mektepten ayrılmak üzere iken paydos trampeti çaldığından hepimiz bahçeye boşandık. Rahmetli, maiyetindeki mutat zevata bir şeyler söyledikten sonra talebe kalabalığının ortasına dalıverdi. O, tek başına, ortamızda, maiyetindeki zevat ise geride, çok geride, mektebin iki kanadı da açılmış cümle kapısına yürümeye başladık. Atatürk, yüzünü daha iyi görebilmek için yengeç gibi yampiri yampiri hatta gerisin geri yürüyen bir sürü çocuğun arasında, iki eli ceketinin iki yan cebinde, gururlu ve gülümser ilerliyordu."

Sonra tabii ki diğer hikayeler; bahçesine heykelini diktirmek isteyen tiftik tüccarı, Japon gülü tohumlarını almak üzere bir cesaret Maltepe'den Saraçhane'ye gitmek için yollara düşen Sebati bey, sabah yürüyüşüne çıkan Sancho, belediye emektarı Kalender, Ayak, Koçinalar, İznikli Leylek ve, ve diye saymaya başlayınca birini diğerinden ayırmadığımı fark ettim. Kısacası kendinize bir güzellik yapmak isterseniz ilk sıraya Haldun Taner öykülerini yazabilirsiniz.

İstediği şarkıyı dinleyebilmek;
"Ben size bir şey söyleyeyim mi; hürriyetmiş, demokrasiymiş, insan hakları imiş, hepsi fasa fiso bunların. İnan olsun böyle. Şu baygın baygın hanımeli kokan İstanbul gecesi ve her evden yıldızlı semaya yükselen şu çeşitli radyo sesleri yok mu, işte hürriyet de bu, demokrasi de, insan hakları da. "Hürriyetin tarifini yap" deseler bana, "hür adam radyosunda istediği şarkıyı dinleyebilen adamdır" derim.



27 Temmuz 2019 Cumartesi

Galapagos, Kurt Vonnegut


  “Doğanın ne kadar azla yetindiğini görmek harikulade bir şeydir.” Michel Eyquem De Montaigne (1533-1592)


Kurt Vonnegut'un romanları, dönme dolaba baş aşağı binmek gibi, yani hiç denemedim tabii ama ilk aklıma gelen böyle bir şey. Ayrıca sıcak, içten, uçarı, heyecanlı, ironik ve her şeye rağmen merhametliler. Mezbaha No:5 savaş hakkında okuduğum en etkileyici romandı. Galapagos ise gelecekte -ki işaretlere göre bu pek de uzak olmayabilir- yaşamamız muhtemel, tersine evrimin şahane bir öngörüsü.

Burada eski dostum Schopenhauer'ı anmadan geçemem. O, hayatın bize sunduğu şeyin, ıstırap ve can sıkıntısı arasındaki “az veya çok şiddetli” bir salınım olduğunu, hatta “birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştıracağını” söylüyordu. İyi haberse Kurt Vonnegut'dan geliyor. Tüm sorunlarımızın, “kısıtlanmaya da boş bırakılmaya da” dayanamayan “aşırı büyük beyinlerimizden” kaynaklandığını iddia eden yazar, bir milyon yıl sonra nihayet huzura ereceğimizin müjdesini veriyor.

Şöyle oluyor;

Darwin'le birlikte anılan Galapagos adalarına yapılacak doğa gezisinin hareket noktası, Ekvador ülkesinin en büyük limanı Guayaquil' de başlıyor hikayemiz. Bu yolculuk için özel olarak yapılan Bahia de Darwin gemisi hemen hepsi ünlü şahsiyetlerden oluşan yolcularını beklerken ortalık karışıyor. Ekvador, Kolombiya ve Peru iflas ediyor. Ülkeler birbirine savaş açıyor. Kıtlık ve ekonomik kriz bir anda dünyayı sarıyor.

Meksika, Şili, Brezilya ve Arjantin de aynı şekilde iflas etmişti.  Endonezya, Filipinler, Pakistan, Hindistan, Tayland, İtalya, İrlanda, Belçika ve Türkiye'de öyle.”

Durum böyleyken “Asrın doğa gezisi”nin iptal edildiği, Jacqueline Kennedy, Rudolf Nurayev, Mick Jagger, Paloma Picasso vs. vs. gibi davetlilere haber veriliyor. Ama o kadar da ünlü olmayan ve halihazırda şehre gelmiş bir biyoloji öğretmeni, bir dolandırıcı, Japon bilgisayar dehası ve hamile karısı, geminin görünüşteki kaptanı, bir yatırımcı, kızı ve onun köpeğinden oluşan küçük grup kendilerini bu kargaşanın tam ortasında buluyor. Tabii bu küçük gruba bir anda dahil olan altı Kanka-bono kızını da unutmamak gerek.

Tepelerine bombalar düşmeye başlayan kahramanlarımızdan bir kısmı, tamamen yağmalanmış, pusulasız ve telsizsiz bırakılmış gemiye binmeyi başarıyor. Amaçları bir an önce tehlikeden uzaklaşıp en yakın adadan yiyecek aldıktan sonra kendi ülkelerine dönebilmek olsa da bir süre başıboş dolaşan gemileri bir ada kıyısında karaya oturup kımıldamamakta ısrar edince kurtarılmayı beklemekten başka çareleri kalmıyor. Ama hem gemilerinin bir Peru savaş uçağı tarafından yok edildiği sanıldığından hem de Frankfurt kitap fuarında ortaya çıkan bir virüs hızla yayılarak insan türünün sonunu getirmek üzere harekete geçtiğinden, kimse onları bulmak için yola düşmüyor.

Ve böylece her şey yeniden başlıyor. Galapagos'un en uzak adası, şirin mi şirin mavi ayaklı Sümsük kuşlarının yuvası, Santa Rosalina'ya ulaşan Kaptan Adolf von Kleist, Hisako Hiroguchi, Selena MacIntosh, Kanka-bono kızları ve tabii ki doğa ana Mary Hepburn, bir milyon yıllık evrimden sonra makul ölçüdeki beyinleri ve yüzgeç ayaklarıyla, hindistan cevizi ağaçlarının gölgelediği bembeyaz kumsallarda huzurlu bir hayat sürecek olan yeni insan neslinin temellerini atıyor.

Vonnegut bu şahane romanı 1985'de yazmış. O zamandan beri, aşırı büyük, yalancı, güvenilmez ve şeytani beyinlerimiz muhtemel sonumuzu biraz daha hızlandırmaktan başka bir şey yapmadı. Yazarın da söylediği gibi dünyanın en az üç bölgesinde sürekli devam eden savaşlar hala var, artan silahlanma da cabası. Afrika kıtası hala açlıkla mücadele ediyor. İnsanlar, Kavimler göçünü andıran yığınlar halinde yer değiştiriyor, küresel iklim değişikliği ciddi bir tehdit olarak önümüzde dururken yine tıpkı Vonnegut'un söylediği gibi Güney Amerika ekonomik krizlerle boğuşuyor. Eh bizim durumumuz da malum.

Ama bence sonun yaklaştığının en önemli belirtisi başka yerde. Bir bilimkurgu yazarının öngörüsü müdür yoksa malum mu olmuştur bilmem ama romanın henüz ilk sayfalarında kaybettiğimiz Japon bilgisayar dehası Zenji'nin icadı, bin dilde tercüme yapabilen, hastalıkları teşhis eden, belli bir yılda meydana gelen tüm olayları sıralayabilen, iki yüz oyunun kuralını, elli farklı el sanatının temel ilkelerini, edebiyatın sevilen 20 bin alıntısını hatırlayabilen cep bilgisayarı Mandarax'dan çok daha gelişmiş aletlerin artık hepimizin cebinde olması sadece bir tesadüf mü?

Bu işaretleri düşününce Vonnegut'un öngördüğü son gerçekleşir mi bilinmez ama bir konuda yanılmadığını şimdiden söyleyebilirim. Tüm sorunlarımızın kaynağı olarak gördüğü aşırı büyük beyinlerimiz, her şeye, geçmişimize, “korkulacak çok şey olmasına” rağmen hala yeni bir “Beethoven'ın Dokuzuncu Senfoni'si yazabileceğine”, “İnsanların iyi hayvanlar olduklarına ve sonunda her şeyi halledip yeryüzünü yeniden cennet bahçesine çevireceklerine” inanmaya devam ediyor.