Çıplak ve Yalnız, Hamdi Koç |
Son yazımın üstünden neredeyse bir yıl geçmiş. Şu hayatta, en azından tembellik konusunda istikrarlı biri olarak yavaş yavaş ve tabi ki başka bir mani de çıkmazsa kaldığım yerden yani rüyalardan devam ediyorum. Psikolojik, felsefi derken sırada diğer tarafla ilgili olanlar var. Hamdi Koç'un 2013 'de yayımlanan son romanı Çıplak ve Yalnız' da görünenle görünmeyen arasında sezgiler devreye giriyor. Düşüncenin alanından çıkıp, rüyaların ve hislerin peşine düşüyoruz. Peki hissediyorum o halde var diyebilir miyiz?
1960'lı
yılların Ankara'sı. Garsoniyer olarak tuttuğu eve büyük
hayallerle bağlattığı telefonun çalmasıyla kahramanımızın
hayatı değişiyor ya da aslında kendisine ait bir hayatın
varlığından haberdar oluyor demek daha doğru olacak. Sevgisiz
bir çocukluk, yalnız ve parasız geçen gençlik yıllarından
sonra nihayet hep beklediği şans yüzüne gülüyor. Tanımadığı
amcasından kalan büyük bir miras, ona kucak açan yengesi, sonunda
ait olacağı ve sevileceği bir ev. Bir de tüm bunların karşılığında, diğer taraftan gelen işaretler, huzursuz ruhların çözülmeyi bekleyen sırları, hesaplaşılması gereken bir geçmiş, savaşmaya hazır ve öldürmekten çekinmeyen düşmanlar var. Yani epeyce hareketli, temponun hiç düşmediği bir roman.
Mesut,
uzun zamandır rastladığım karakterler içinde en
gerçekçilerinden biriydi. Korkuları, hayalleri, umutları ve
zaafları olan, biraz saf, biraz uyanık, oldukça da komik, çok
yönlü bir karakter. Hepimiz gibi kendisiyle çelişiyor, her şeyi
bildiğini düşünüyor, kendine göre ahlaki yargıları var. Bazen
olması gerektiği, bazen de işine geldiği gibi davranıyor. Diğer karakterler de oldukça renkliler. Belki kadınların bir parça flu olduğunu
söyleyebilirim ama onlar zaten birinci tekil anlatıcının yani
Mesut'un anlayabildiği kadar varlar.
Romanda
beni çeken bir diğer şey de anlatıcının kullandığı dil oldu. Genellikle Latin edebiyatında
rastladığımız, bence bizim topraklarımıza da gayet yakışabilecek
büyülü gerçekçilik türüne benzeyen bölümleri
inandırıcı hale getiren bir akıcılığı ve samimiyeti var. Ama, her ne kadar aşırı bir yorum
olduğunu düşünsem de, son sayfanın, bu samimiyeti ve
inandırıcılık hissini azıcık gölgelediğini söylemeden
geçemeyeceğim. Tam da 599. sayfada, Mesut'un üniversitede
edebiyat okuyup üstüne bir de profesör olduğunu öğrendiğimizde,
hikayenin ne kadarının edebi kaygılarla yazıldığı, yazarın
eğitiminin anlatıyı etkileyip etkilemediği ve tabi ki ilk satırdan
itibaren hissettiğimiz samimiyetin gerçek olup olmadığı sorusu
aklıma gelmedi değil. Ama bu kez dedektiflik yapmadığım ve gayet keyifle okuduğum için sonuna da takılmadım.
Ayrıca bir de 139.sayfada İrfan olan çocuğun isminin 592. sayfaya geldiğimizde Irmak olması var, ki onu da 600 sayfalık romanda olur öyle şeyler
diyerek geçtim. Yaşanan o kadar maceradan sonra Mesut'un da bazı
şeyleri hatırlayamaması gayet normal. Yani anlaşılacağı üzere
sevdiğim zaman kitaplara toz kondurmuyorum :)
Bu
arada küçük bir uyarı; Çoğumuz Dexter gibi klasikleri
gözümüzü kırpmadan izleyebiliyor, vampir ya da ne idüğü belirsiz yaratık dizilerinin çocuklar için yapıldığını
sanıyorsak da romandaki bir iki, neyse abartmayıp bir bölüm diyeyim, biraz ürkütücü gelebilir. Aslında küçükken Stephan King
okuyan biri için gayet utanç verici (Hayır korkmadım tabi ki de!)
ama siz en iyisi romanı gün ışığında okuyun. Ben okurken o sahneler nedense hep geceye rastladı, merak ağır bastığı için
de devam ettim ve aslında bir zararını da görmedim ama yine de
benden söylemesi!