reklam 1

18 Kasım 2013 Pazartesi

Oklukirpi, Julian Barnes


Julian Barnes'la devam, zira kendisinin “siyasal taşlama” türündeki novellasını ikinci kez, yine büyük bir zevk ve şaşkınlıkla okudum. Çok farklı bir Julian Barnes var karşımızda. Flaubert'in Papağanı, Bir Son Duygusu ve Korkulacak Bir Şey Yok'un okurla sohbet halindeki yazarı bu kez araya epey bir mesafe koymuş. Kişisel alandan çıkıp politikaya üstelik kendi ülkesinden çok uzak ve çok farklı bir coğrafyanın sorunlarına dalmış ama hani bizde “ciğerini bilmek” diye bir deyim vardır ya işte karakterlerini öylesine içeriden anlatmış ve bana kalırsa çok, çok şaşırtıcı bir performans sergilemiş.

Flaubert'in Papağanı romanında, Flaubert'in edebiyat anlayışını aktarırken “Üslup temanın bir işlevidir. Üslup, bir roman konusuna zorla kabul ettirilemez, tersine ondan doğar. Üslup düşüncenin gerçeğidir. Doğru sözcük, gerçek ifade, yetkin cümle her zaman “orada” bir yerdedir; hangi aracı kullanırsa kullansın, yazarın görevi bunların yerini saptamaktır.” diyen Barnes, Oklukirpi' de bunun çok güzel bir örneğini veriyor. Adını bilmediğimiz Doğu Bloğu ülkelerinden birinde, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte komünist rejimin yerini kapitalizme bırakmasının ve yönetimin demokratikleşmesinin ardından 33 yıldır yönetimde olan eski liderin adalet önüne çıkartılmasını anlattığı romanda tema tarafından yaratılan bir üslup ve kurgu görüyoruz.


Eski komünist partili ve şimdi demokrasi savunucusu olan hukuk profesörü Petro Solinski, başkan Stoyo Petkanov ile kişisel bir hesaplaşma anlamına da gelecek bu davada savcılık yapmaya gönüllü olur. Ama eski başkan kolay lokma değildir. Savcı suçlamalarını destekleyecek delil bulamazken Başkan ve eski çalışanları her iddiaya kılıf uydurmakta gayet “başarılı” dırlar.
Politbüro'nun eski üyesi, Ventsislav Boyçev. Eski başkan tarafından oğluna verilen dolarların eğitim amacına yönelik olduğunu, bu paranın genç adamın teknolojiye ilgisini özendirmek için verildiğini savundu. Oğlunun bu parayı niçin bir Kawasaki'ye ve bir BMW'ye harcadığı sorulduğunda ise, Bay Boyçev ülkenin savunma kapasitesini arttırdıklarını, çünkü motosikletçiliğin hala askeri hizmetlere elverişli bir spor olduğu yanıtını verdi. Oğlunun niçin yaygın  olan Sovyet yapımı modellerden almadığı sorulduğunda, Bay Boyçev, kendisinin bir sürücü belgesine sahip olmadığını ve bu konuda daha fazla fikir  yürütecek kadar bilgisi olmadığını söyledi.”


Julian Barnes'ın diğer kitaplarında gördüğümüz alaycılığa varan ironi kullanımı Oklukirpi'de zirve yapıyor. Davayı TV'den izleyen gençler; Vera, Atanas, Stefan ve Dimitri, duvarından Lenin'in portresini indirmeyen nine, Tuğgeneral Ganin, muhalif Kovaçev, başsavcının karısı Maria Solinski, ellerinde tencereleriyle sokağa dökülen kadınlar, tabi ki eski başkan ve başsavcı, kısacası karakterlerin her biri de bu iç acıtan komedinin bir parçası oluyor.
Herkes nelerin olup bittiğini biliyordu, herkes bunları o zaman da biliyordu. Ne var ki, kendisi gibi kimseler bütün bu işleri yürüten adama karşı bir dizi suçlama yöneltmeye çalıştığında sanki bu türden hiçbir şey olmamış gibiydi. Ya da daha doğrusu olan bitenler sanki bir bakıma normalmiş gibiydi ve bu yüzden de neredeyse bağışlanabilirlerdi. Çılgın zamanlarda bile normalliğin suç ortaklığı söz konusuydu.”

14 Kasım 2013 Perşembe

Korkulacak Bir Şey Yok, Julian Barnes

Yirmi yıldan da fazla bir zaman önce yazılmış güncemde şu kaydı buluyorum: İnsanlar ölüm üzerine, “Korkulacak hiçbir şey yok” diyorlar. Bunu çabucak, öylesine söylüyorlar. Şimdi bunu yeniden, yavaşça, bir kez daha vurgulayarak söyleyelim. “Korkulacak HİÇBİR ŞEY yok.”
Sırada yine Julian Barnes'dan, bu kez otobiyografi-deneme arası, dolu dolu bir kitap var. Yazar, ateist olarak geçirdiği gençlik dönemini ve kendisini agnostik olarak tanımladığı orta yaş sonrasına ait anılarını aktarırken, bir taraftan da tatlı, tatlı ölümden ve ölüm korkusundan bahsediyor. Ayrıca, Flaubert, Camus, Rossini, Ravel, Rahmaninov, Şostakoviç, Zola, Stendhal, Wittgenstein, Jules Renard, Montaigne, Edith Wharton, Goethe, Somerset Maugham gibi enteresan kişiliklerin, ölüm hakkındaki düşüncelerini, yaşamlarından ve kimi zaman da ölümlerinden anekdotlar eşliğinde öğreniyoruz.
Mesela; Rahmaninov, sürekli ölümden konuşurmuş. “İnsanlar ölüm hakkında daha erken yaşta düşünmeye başlasalar, daha az aptalca hatalar yaparlardı” diyen Şostakoviç ise ölüme hazırlamanın gerekliliğini savunanlardanmış. Montaigne' de, “birine nasıl ölüneceğini öğretirseniz, o zaman o kişiye nasıl yaşanacağını da öğretmiş olursunuz.” derken, ölümü sürekli akılda tutmayı tavsiye ediyormuş. “Okumadan ölmeye kadar her şey öğrenilmeli” diyen Flaubert'in arkadaşı Turgenyev ise “yaşamın en ilginç bölümünün ölüm olduğuna” kanaat getirmiş.
Platoncular ölümden sonra her şeyin iyileşmeye başladığına inanıyorlardı. Öte yandan Epikurosçular, ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanıyorlardı. Görünüşe bakılırsa (“görünüşe bakılırsa” ifadesini “ağabeyim bana aynı zamanda şunu söyledi” anlamında kullanıyorum) bu iki geleneği antikite yazarlarına özgü neşeli bir ya /ya da tarzında bir araya getirmiş: “Ölümden sonra, ya daha iyi hissediyoruz ya da hiçbir şey hissetmiyoruz.””

Julian Barnes, insanların dört kategoriye ayrılabileceğini düşünüyor. Sıralamanın en üstünde, iyi durumda olanlar yani “İnançları olduğu için ölümden korkmayanlar” ile “İnançları olmamasına karşın ölümden korkmayanlar.”var. Diğerleri ise “İnançları olmasına karşın kendilerini eski, içten gelen, ussal korkudan kurtaramayanlar” ile son sıradakiler yani “Ölümden korkan ve hiç inancı olmayan”lar ki kendisini de bu kategoriye dahil ediyor. Felsefeci ağabeyinin tersine, Julian Barnes yok oluşun hoş bir şey olduğuna ikna olmuş değil. Sonsuz yaşamın eziyet haline gelebileceği, ölümün doğacak diğer canlılara yer açmak için gerekli olduğu ya da aşırı değer verilmiş benliğin yaşam süresinin uzamasının insanın hem kendisi hem de çevresi için sıkıntı yaratacağı ve daha da fenası Ben'in yaşamının ya da ölümünün, onu tanıyan birkaç kişi dışında dünyanın geri kalanının zaten umurunda olmadığını ileri süren tezlere karşı gayet eğlenceli antitezler ortaya koyuyor.
Gelgelelim dünyanın kayıtsızlığı, insanlardaki benbenciliği pek ender olarak azaltmıştır. Gelgelelim evrenin bizim değerimiz konusundaki yargısı pek ender olarak kendimizinkiyle uyuşur. Gelgelelim yaşamayı sürdürecek olursak, kendimize ve başkalarına sıkıntı vereceğimize inanmakta zorluk çekeriz (öğrenilecek çok sayıda yabancı dil ve müzik enstrümanı, denecek çok sayıda kariyer, yaşayacak çok sayıda ülke, sevecek çok insan vardır ve bunlardan sonra her zaman için tango kayak yarışı, ve sulu boya sanatına bel bağlayabiliriz...)”

Freud'un söylediği gibi bilinçdışımızın “ ölümümüze inanmaması ve sanki ölümsüzmüş gibi” davranmasına benzer biçimde, İspanyol iç savaşını yazan Arthur Koestler'e göre de ““akıl, kendini ölümle yüz yüze bulduğunda çeşitli hilelere başvurur: Bizi aldatmak için “merhametli uyuşturucular ya da coşku veren uyarıcılar” üretir”. Ama burada küçük bir sorun var gibi görünüyor: Ben ya da Ego diye düşündüğümüz şeyin bir yanılsamadan ibaret olması. Barnes'ın söylediğine göre; bilimadamlarının çalışmaları ““yeri saptanacak 'benlik'diye bir şeyin”olmadığı yönünde. Ego kuramının yerine “Demet” kuramının yani “bizim sadece belli başlı neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak bir araya gelmiş beyinsel aktiviteler dizisi olduğumuz” düşüncesinin geçmesiyle hayatımızı ve de ölümümüzü yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir.
    Ancak bu demet kuramı mümkün olan bir başka ölüm stratejisini akla getiriyor. Eski moda, yaşarken inşa edilmiş, sevilebilir olmasa bile en azından sahibi için temel önemde bir benliğe yas tutmaya hazırlanmaktansa, eğer bu ben gerçekte hayal ettiğim ve hissettiğim gibi var değilse, o zaman niçin ben ya daben, onun yasını peşinen tutuyorum argümanını bir düşünün. Bir yanılsamanın yasını tutmak bir yanılsama olurdu, demetlerin dağılıp yok olması konusunda üzüntülere kapılan salt rastlantısal bir demet. Bu argüman inandırıcı olabilir mi? Ölümün içinden, kayanın içinden geçen bir nötrino gibi geçebileceğini kanıtlayabilir mi? Merak ediyorum bunu; bu argümana zaman tanımam gerekecek.” 
    Ve bir diğer karmaşa da evrim meselesinden çıkıyor. Yazar, altı milyar yıl sonra dünya ile yok olup gidecek olanın bizler değil, çok daha farklı bir tür olacağını ve insanın da soyunun gelecek bir dönemde dinazorlar gibi tükenerek yerini başka türe; uyum sağlama yetenekleri daha gelişkin bir türe bırakacağını düşünüyor. Yani bu durumda gelecek kaygısı taşımamız ya da genlerimizin çocuklarımız sayesinde geleceğe aktarılmasıyla bir çeşit ölümsüzlük yakalama düşüncesi biraz manasız kaçıyor.
    Belki de üçüncü soy tükenişi bizi de ortadan kaldıracak ve dünyayı...şeylere bırakacak? Kınkanatlılara mı? Genetikçi J.B.S. Haldane, eğer Tanrı varsa, “Kınkanatlılara karşı ölçüsüz bir düşkünlüğü var”olmalı diye şaka yapardı; çünkü Tanrı onların 350.000 türünü yaratmıştı.” 

    Peki ya Tanrı? Julian Barnes, Pascal'ın ünlü bahsini hatırlatıyor. “İnanırsanız ve Tanrı'nın var olduğu ortaya çıkarsa, kazanırsınız. İnanırsanız ve Tanrı'nın var olmadığı ortaya çıkarsa, kaybedersiniz; ama inanmamayı seçtiğiniz durumda kaybedeceklerinizin yarısını bile kaybetmezsiniz, tabii ölümünüzden sonra Tanrı'nın gerçekten de var olduğunu keşfetmek üzere.” Günümüzdeyse özellikle şu evren meselesi, melek terapileri ve her gün bir yenisi çıktığından adını bilmediğim teorilerin de etkisiyle Tanrı ve ölümden sonraki durumumuz konusunda akıllar iyice karışmış gibi. Julian Barnes'ın bu durum için de eğlenceli bir yorumu var:
    Dinsel tutum anketlerinde sık sık rastlanan bir yanıt da; “Kiliseye gitmiyorum ama kendi kişisel Tanrı görüşüm var” gibisinden bir şeydir. Bu çeşit ifadeler de karşılığında beni bir filozof gibi tepki göstermeye sevk ediyor. Aşırı duygusalca, diye haykırıyorum. Sizin kendi kişisel Tanrı görüşünüz olabilir; ama Tanrı'nın size ilişkin Kendi kişisel görüşü var mı? Çünkü önemli olan bu. Tanrı ister göklerde oturan ak sakallı bir ihtiyar olsun, ister yaşamsal bir güç, çıkar gözetmeyen bir ilk hareket ettirici ya da saatçi olsun, ister bir kadın, bulutumsu bir ahlaki güç ya da Hiçlik olsun, önemli olan O Adam'ın ya da Kadın'ın ya da bu Hiçlik'in sizin hakkınızda ne düşündüğüdür, yoksa sizin O'nun hakkında ne düşündüğünüz değildir. Tanrılığı işinize yarayan bir şey olarak yeniden tanımlama düşüncesi güldürecek kadar acayip. Tanrı'nın adil, iyiliksever ya da hatta yalnızca gözlemci olması da -ki bunlar konusunda şaşırtıcı bir şekilde pek az kanıt var- önemli değil, sadece onun var olması önemli.”  
    Serdar Rifat Kırkoğlunu'nun çevirisiyle müthiş keyifli hale gelen kitap hakkında yazmak istediğim yüzlerce şey var. Bellekten, penguenlerden, Jules Renard'dan, Stendhal'dan, limon masasından, genlerden, Somerset Maugham'dan, kurmaca-gerçek ilişkisinden ve daha bir sürü başka konudan bahsedemedim bile ama tüm kitabı buraya alıntılamadan önce bitirsem iyi olur. Son bir şey, daha doğrusu felsefe eğitimi almış biri olarak, sonuna kadar katıldığım ve Julian Barnes gibi iyi ifade edemesem de söylemeye çalıştığım bir şey:
    "Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”



3 Kasım 2013 Pazar

Bir Son Duygusu, Julian Barnes


Kısa bir Flaubert arasından sonra Julian Barnes'a devam. Flaubert'in Papağanı'nı okuduktan sonra bir koşu, yazarın diğer kitaplarına saldırmış ama burada yazmaya fırsat bulamamıştım. Sırada, Barnes'ın 2011 Man Booker ödüllü romanı Bir Son Duygusu var.

Roman, bir hastanenin kütüphanesinde gönüllü olarak çalışan, kendi halinde, sessiz sakin bir hayat sürdüren emekli tarihçi Tony Webster'ın ilk gençlik yıllarına ait anılarıyla başlıyor. Liseyi birlikte okuduğu, felsefi çıkışlarıyla farklı biri olduğunu hissettiren arkadaşı Adrian'da bu anıların merkezinde yer alıyor. Tony'nin yaklaşık kırk yıl öncesini hatırlamaya başlamasınınsa bir sebebi var. Okul yıllarında birlikte olduğu ve sonrasında Adrian'la yakınlaşan kız arkadaşı Veronica'nın sadece bir kez gördüğü annesinden kalan miras. Küçük bir miktar para ile beklenmedik bir şekilde genç yaşta intihar eden Adrian'nın günlüğü. Tony kendisine bırakılan günlüğü almak için yasal yolları deneyip bir sonuç alamayınca, yıllardır görmediği eski kız arkadaşı Veronica'yla iletişime geçer. Geçmiş yeniden ordadır ama pek de Tony'nin anılarındaki gibi değildir.

Anımsanan geçmişin ne kadarı bizim kurgumuz ya da kendimiz için yarattığımız imge gerçeklikle ne kadar örtüşüyor? Peki, hayatımız ya da biz olduğumuzu sandığımız gibi değilsek. Günün birinde kendimize kurduğumuz dünya bir anda tuzla buz olursa ve elimizde bize çok yabancı bir insan ve hayat kalırsa? Ve tabii en kötüsü de artık bir şeyleri değiştirmek, hatta pişmanlık hissetmek için çok geçse? Gençliğin hayalleri, yaşlılığın pişmanlıklarıyla birleştiğinde ortaya Julian Barnes'dan yaşam dersleri çıkıyor. Belki bazılarımız pişmanlık duymanın çok geç olmadığı bir noktadan hayatı yakalarız.
Yirmisindeyken hedefleriniz ve amaçlarınız konusunda kafanız karışık ve kesinlikten yoksun olsanız da yaşamın kendisinin ne olduğu konusunda, yaşamda ne olduğunuz ve ne olabileceğiniz konusunda güçlü bir duyguya sahipsinizdir. Daha sonraları... daha fazla belirsizlik, daha fazla görüş değiştirme, daha fazla sahte anılar olur. O zamanlar, kısa yaşamınızı bütünlüğü içinde anımsayabilirsiniz. Daha sonraları, bellek, parça parça bir şey olur çıkar. Bu tıpkı biraz, uçakların bir kaza sırasında olan bitenleri kaydetmek için taşıdıkları şu kara kutular gibidir. Eğer hiçbir şey olmazsa teyp kendini siler. Bu yüzden eğer gerçekten kaza yaparsanız, bunu niçin yapmış olduğunuz bellidir; eğer yapmazsanız, yolculuğunuzun seyir defteri çok daha belirsizdir.”




29 Ekim 2013 Salı

Üç Hikâye, Gustave Flaubert


Topladıktan sonra boşa gitmesinler diyerek üzümle yapılabilecek ne varsa yapmaya çalışıyoruz o yüzden epey yoğun geçiyor. Toprakla birazcık uğraşı bile hayatı boyunca bu işleri yapanlara borçlu olduğumuzu, marketten üç- beş liraya aldığımız her şeyin arkasındaki emeğin ve tabi ki toprağın değerini de anlamaya yetiyor. Kısacası çok yoruldum :) Ama işler henüz bitmedi.


Tabi ki kitaplarda bitmiyor. Julian Barnes'ın, Flaubert'in Papağanı romanına konu olan Saf Bir Kalp ya da İletişim yayınlarından çıkan Üç Hikâye içinde yer alan adıyla Basit Bir Yürek hikâyesini okumamak olmazdı. Kitaptaki diğer iki hikâye yani Konuksever Aziz Julien Efsanesi ve Herodias, Madam Bovary'den tanıdığımız Flaubert'den oldukça farklı bir çizgide. Dini temalar ön planda ve dil de masal-efsane tadında. Bu hikâyeler birçok eleştirmen tarafından yazarın en iyi eserleri sayılıyor.


Basit Bir Yürek, yine mistik bir hava taşısa da dil açısından diğerlerinden biraz farklı. Hayatını önce nişanlısına, sonrasında ise çalıştığı evin hanımına, bakımını üstlendiği çocuklara, yeğenine, hasta bir adama ve sonunda bir papağana adayan, oldukça saf, eğitimsiz ve fakir bir hizmetçi olan Felicite'yi anlatıyor. Sevdikleri birer birer hayatından çıkarken Felicite, ne kadar üzülse de her seferinde başka birine bağlanarak kendini avutur. Ta ki Papağan Loulou'nun ölümüne kadar. Ölen dostunu doldurtan Felicite, Kutsal Ruh tasvirinin yanına yerleştirdiği papağanda ilahi izler görmeye başlar.


Benzetmek ne kadar doğru bilemiyorum ama Flaubert'in hikâyesinin tarzı bana bir parça Nabokov'un romanlarını hatırlattı. (Bu arada Nabokov'un, Madam Bovary ve dolayısıyla Flaubert'den de bahsettiği edebiyat derslerini sahaflardan bulmuştum. Yeni baskısı yapılırsa kaçırmayın derim) Flaubert, Felicite'nin acıklı halini öyle sıradan bir şeymiş gibi anlatıyor ki hiçbir duygu uyandırmıyor. Hadi ben duygusuzum diyeceğim ama bu daha çok soğuk karakterler yarattığı söylenen Nabokov'un da kullandığı teknikle ilgili bir durum sanırım. Julian Barnes'da romanında Basit Bir Yürek hakkında şöyle söylüyor;
Anlatım tonundaki denetim temel bir önem taşıyor. Gülünç bir adı olan, beceriksizce doldurulmuş bir kuşun sonunda Teslis'deki üç unsurdan birinin yerine geçtiği ve yazarın ne hiciv, ne duygusallık ne de kutsal şeylere sövgü niyetiyle girişmiş olduğu bir öyküyü yazmanın teknik güçlüğünü bir düşünün. Ayrıca böyle bir öykünün aşağılayıcı ya da gözü yaşlı gösterilmeksizin, cahil bir yaşlı kadının görüş açısından anlatılabilmesini düşünün. Ama öte yandan, Saf Bir Kalp'in yazılmasındaki amaç tamamen başka noktadadır: Papağan Flaubert'e özgü grotesk unsurun yetkin ve denetimli bir anlatımla ortaya konmuş örneğidir.”

İletişim Yayınlarının baskısında Üç Hikâye'nin önsözünü yazan Michel Tournier'de ;
Flaubert'in önceki eserlerine hakim olan mutlak karamsarlığın aksine, Üç Hikaye'de okuyucunun karşısına çıkan umut kırıntıları kuşkusuz çok daha ilham vericidir. Ancak iyimserlikten bahsetmeye olanak tanımayan bir umuttur söz konusu olan; ve umut kavramının saf ve yüzeysel içeriğinden sıyrılması -ki bizim de vurgulayacağımız nokta budur-”mutlu son”lara daha az rastlanmasını beraberinde getirir.” diyor.
Yine Julian Barnes, Flaubert'in Papağanı romanında;
(...)Sartrecılar ikinci seçeneği yeğliyorlar. Onlar için Loulou'nun işittiği cümleleri yinelemekten başka bir şey yapamamasına sebep olan yeteneksizliği romancının kendi başarısızlığının dolaylı bir itirafıdır. Papağan/yazar dili çaresizce, alınan, taklit edilen ve devinimsiz bir şey olarak kabul etmektedir. Sartre'ın kendisi Flaubert'i edilgin olmakla, insanın konuşan değil de konuşulan biri olduğuna -on est parlé- inanmakla (ya da bu inançla gizli bir anlaşma kurmakla) suçlanmıştır.” der.

Gördüğünüz gibi, Üç Hikâye ve özellikle Basit Bir Yürek oldukça yoruma açık anlatılar. Bense, bir edebiyat insanı olmadığımdan sadece Flaubert'in yazın yaşamı boyunca aramaktan vazgeçmediği teknik mükemmelliği bu hikâyelerle yakaladığını düşündüğümü söyleyebilirim. O yüzden Julian Barnes'ın hayat ve edebiyat dersleri içeren romanı Flaubert'in Papağanı'nı okursanız Üç Hikâye'yi de unutmayın derim.



24 Ekim 2013 Perşembe

Yerleşik Düşünceler Sözlüğü, Gustave Flaubert


Döner dönmez soğuklarla karşılaşınca fark ettim ki sonbaharda tatil yapmanın en kötü tarafı bütün bronzlaşma çabalarınızın boşa gitmesiymiş. Gerçi çok renk değiştirebilen biri değilim ama yine de bir etek olsun, şort olsun, hadi hepsinden geçtim kısa kollu tshirt olsun giyebilseydim bari. Ama ne gezer, hava olmuş 10 derece. Herkes kabanla, montla dolaşıyor. Ben de üstümde incecik bir yağmurlukla kalakaldığımdan etekten falan geçtim, valizde ne bulursam üst üste giyip ısınmaya çalışıyorum. İstanbul'a dönene kadar bronzluk falan da kalmaz zaten. Bu arada söylemeyi unuttum. Artık size iç anadolu bölgemizin şirin bir ilçesinden sesleniyorum. Klasik bir laf edeyim. Havası soğuk falan ama insanın memleketi gibisi de yok.


Bu yıl tembellik edip tatili uzattığımız için bağ bozumu olayı epey gecikti. Aslında üzüm bulacağımızdan da pek emin değildik ama bir kısmı arıların işgaline uğramış, birazı yağmurdan işe yaramaz hale gelmiş olsa da kalanı bize fazlasıyla yetti. Hatta üç gündür üzüm toplamaktan helak oldum desem yeridir.


Kendimi üzümlere adamışken blogumu da ihmal etmemeye çalışıyorum. Sırada Flaubert'in Yerleşik Düşünceler Sözlüğü var. Aslında uzun bir sürede oluşturduğu sözlüğü Bouvard ile Pécuchet isimli son romanına ek olarak düşüyormuş ama roman ölümüyle yarım kalmış. Bizde İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'ne, Flaubert merakıyla bilinen Julian Barnes tarafından yazılmış önsöz de eklenmiş, gayet de hoş olmuş. Ben de Barnes'ın Flaubert'in Papağanı romanını okuduktan sonra almıştım sözlüğü. Romanda, anlatıcı Geoffrey Braithwaith sözlük için;

Flaubert'in sözlüğü, ironi konusunda bir kurs niteliği taşır: Flaubert'in ironiyi, bir maddeden ötekine, tıpkı Manş'ın resmini yapan ve gökyüzünü yeni boya katmanlarıyla koyulaştıran bir ressam gibi farklı yoğunluklarda uyguladığını görürsünüz.” diyordu.


Klişelerden ve basmakalıp düşüncelerden nefret eden Flaubert'in 1850'lerde tasarladığı sözlükten birkaç madde: 
Şaraplar; Erkekler arasında sohbet konusu-Doktorların önerdiğine göre, en iyisi Bordeaux [Bordo] şarabı. Şarap ne kadar kötüyse o kadar doğaldır.”

Gotik:İnsanı öbür üsluplara göre dine daha çok yönlendiren mimarlık üslubu.

Gazeteler:İnsan gazetelerden vazgeçmemeli.- Ama şiddetle de karşı çıkmalı onlara.

Edebiyat: Aylakların uğraşı.

Evrak Çantası: Koltuğunun altında bir evrak çantası taşımak insana bakan havası verir.

Canavarlar: Artık canavarlara rastlanmıyor.

Centilmen: Artık centilmen kalmadı.

Çatı: Bu sözcüğü resmi konuşmalarda kullanmalı:”Beyler bu çatı altında”. -Bir söylev verirken iyi etki bırakır.

Borsa: Kamuoyunun termometresi

Bellek: İnsan kendi belleğinden yakınmalı, hatta belleksiz olmasıyla böbürlenmeli.- Ama biri de çıkıp size düşünme yetiniz yok derse, o zaman bağırıp çağırmalısınız.

Bencillik: İnsan başkalarının bencilliğinden yakınmalı, kendi bencilliğinin farkına bile varmamalı.

Ahmaklar:Bizim gibi düşünmeyenler.


21 Ekim 2013 Pazartesi

Flaubert'in Papağanı, Julian Barnes

     

  “Ben, gününü büyük Güzellik güneşi altında ısınarak geçiren bir edebiyat kertenkelesinden başka bir şey değilim. Hepsi bu.” Gustave Flaubert

İşte bu haftamı özetleyen cümle! Güneşin son kırıntılarını bünyemde toplarken bir edebiyat kertenkelesi gibi iyi edebiyatın -aslında çok iyi edebiyatın- keyfini çıkardım ve Flaubert'in Papağanı'nı ikinci kez okudum. Flaubert'i pek sevdiğimi daha önce söylemiştim. Bir de onu, Julian Barnes'dan okumak -tabi ki Serdar Rifat Kırkoğlu'nun çevirisi ile- çok, çok keyifliydi.

Flaubert'in, Saf Bir Kalp hikâyesini yazarken model olarak kullandığı papağanın orijinalini bulmaya çalışan, amatör Flaubert araştırmacısı ve emekli doktor Geoffrey Braithwaite'ın anlatısı olan roman, Flaubert, edebiyat, hayat, gerçeklik, aşk ekseninde ilerlerken doktorun ve ölen karısı Ellen'in hikâyesiyle de zaman zaman kesişiyor. Peki kimdir Flaubert?

Flaubert, Gustave; Croisset'in münzevisi. İlk modern romancı. Gerçekçiliğin babası. Romantizmin kasabı. Balzac'ı Joyce'a bağlayan dubalı köprü. Proust'un habercisi. İnindeki ayı. Burjuvalardan korkan burjuva. Mısır'da “Bıyığın babası”. Aziz Polykarpos; Cruchard;Quarafon; le Vicaire-Generale (Piskopos naibi); Binbaşı; Yaşlı Senyör; Salonların budalası.”

    Bu romandan sonra bir kez daha anladım ki gerçek sanat tesadüfen ortaya çıkmıyor. Onları yaratanlar hakikaten çok özel insanlar ve Flaubert'de edebiyatın, hatta uygarlığın başına gelen en güzel şeylerden biri.

    İnsanlık mükemmelleştikçe, insanın değeri azalıyor. Her şey yalnızca ekonomik çıkarların karşılıklı olarak dengelenmesine indirgendiğinde, erdeme yer kalacak mı? Doğa böylesine köleleştirilip de tüm özgün biçimlerini yitirdiğinde bu durum plastik sanatları nereye götürecek? Ve bunun gibi şeyler. Bu arada işler iyice karanlıklaşacak.”
    Ben, kendi sanat idealimde, insanın kendisini göstermemesi gerektiğini ve sanatçının yapıtında, Tanrı'nın doğada göründüğünden daha fazla görünmemesi gerektiğini düşünüyorum. İnsan hiçbir şey, yapıt her şeydir!”

    Şarabı, aşkı, kadınları ve zaferi ancak bir ayyaş, bir aşık, bir koca ya da ordu saflarında bir er olmamanız koşuluyla betimleyebilirsiniz. Yaşama katılırsanız, onu açıkça göremezsiniz: Ya ondan çok ıstırap duyarsınız ya da çok zevk alırsınız.”

          11 Ekim 2013 Cuma

          Hayatın Anlamı, Terry Eagleton


          Hava biraz soğudu mu demiştim?? Her zamanki gibi erken konuşmuşum. Buz gibi esen rüzgarın -bir nevi fırtına da diyebiliriz- günler sonra hız kesmesiyle nihayet burnumu dışarı çıkarmaya cesaret edebildim. Gerçi şikayetim yok. İstanbul'a gidip dört duvar arasına kapanınca bu soğuk günleri bile çok arayacağımı biliyorum.

          Esaret günlerimi, listemdeki ikinci kitabı tekrar okurken, altını çizdiğim satırları bir kez de fosforlu kalemle boyayıp, altını çizmediğim satırların da altını çizerek geçirdim. İçerik açısından ciltler dolduracak bir kitabı 127 sayfaya sığdırabilen Hayatın Anlamı'nın yazarı Terry Eagleton, bizde de çok sayıda kitabı yayımlanan edebiyat eleştirmeni ve düşünür.

          Eagleton, “Hayatın anlamı nedir sorusu hakiki bir soru mudur?” diyerek başladığı kitabında Wittgenstein'dan Shakespeare'e, Nietzsche'den pek sevgili Schopenhauer'a, Beckett'in oyunlarından Freud'un bilinçdışına renkli bir geçişle, bir miktar felsefe, az biraz edebiyat ve bolca ironi eşliğinde Hayatın Anlamını araştırıyor.


          Peki nedir hayatın anlamı? Belki Nietzsche'nin iddia ettiği gibi hayatın anlamı o kadar korkutucudur ki yaşamaya devam edebilmek için yanılsamalara ihtiyaç duyuyor ve bir kurmacanın içinde yaşıyoruzdur. Ya da belki Modernistlerin söylediği gibi varlığımızın hiçbir anlamı, amacı, hatta gereği yoktur. Hayat, Hegel'in söylediği gibi bize anlamsız, yanlış gelse bile aslında “görkemli bir tasarım”ın parçası olabilir ya da Eagleton'un “nemrut” olarak tanımladığı Schopenhauer'ın dediği gibi varoluşumuz, İstenç'in, bile, isteye kaotik ve anlamsız yarattığı bir durumdur öyle ki biz ”.. hayatlarımızın bir değeri ve amacı olduğunu düşünebiliriz; ama hakikat şudur ki yalnızca İstenç'in kendini yeniden ürettiği kör ve sonuçsuz sürecin zavallı araçlarıyızdır”. Wittgenstein'a göre eğer hayatın anlamı diye bir şey varsa bu “ne bir giz ne de çözüm” olabilir. Freud ise hayatın anlamını ölümde bulur. Nihayet “Eğer anlam insanın meydana getirdiği bir şeyse dünyanın kendi içinde anlamlı ya da anlamsız olacağını nasıl umabiliriz?” diyen Postmodernistlere bakacak olursak “anlam” zaten kendi içinde epey problemlidir.

          (...)belki de hayatın hepsi de geçerli olan, farklı ve bazıları karşılıklı olarak çelişen birtakım amaçları vardır. Veya hayat belki zaman zaman amacını aynen bizim yaptığımız gibi değiştiriyordur. (... )Peki ya hayatın aslında bir amacı varsa ve o bizim kendi tasarılarımıza aykırıysa?
          Ya da
          Peki ya hayatın bir anlamı varsa ama onu bilmemek bizim için daha uygunsa? Hayatın anlamını bulmayı, gerçekleştirmeye değer bir şey gibi düşünmeye eğilimliyiz, ama ya bu bir hataysa? Veya gerçek, bizi taşlaştıran bir ucubeden başka bir şey değilse?”

          Tabi ki sadece düşünürlerin değil biz fanilerin de söz hakkı var Hayatın Anlamı üzerinde. Biz de hayatın anlamı nedir sorusu karşısında ilk aklımıza gelenleri sıralar, mutluluk, aşk, sevgi, başarı, güç vs gibi pek çok cevap verebiliriz. Ama Eagleton'ın tezlerini okuduktan sonra bu kavramlar üzerine bir kez daha düşünmek gerektiğini anladım. Ayrıca takıntılı olduğum “Hayatın anlamı tüccarları” ve “(...)doğru tekniklerle bir ay gibi kısa bir sürede anlamsızlıktan sıyrılmanızı garanti” eden “ruhani masörler” hakkında da şahane fikirleri var yazarımızın. Eee ne de olsa aklın yolu bir!

          Aslına bakarsanız kitapta altı çizilmedik, fosforlu sarıyla boyanmadık cümle bırakmadığımdan haliyle buraya da yazmak istediğim milyon tane şey var ama daha fazla uzatmadan, bence bu kitabı kaçırmayın diyerek Eagleton'nun cümleleriyle bitireyim;
            Sonuçta, bir insanın hayatın anlamını niye bilmek “istemesi” gerektiği sorusunu daima sorabiliriz. İnsanlar hayatın anlamını bilmenin daha iyi bir hayat sürmelerine yardımcı olacağından emin midir? Ne de olsa insanlar, bu sırra ermeden de mükemmel biçimde hayatlarını sürdürdü. Veya belki öteden beri bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıftılar. Belki de hayatın anlamı nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu anda yapmakta olduğum bir şeydir. Peki ya saklı olması bir yana gözümüzün önünde olduğu için anlaşılmazsa? Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen şeydir. Sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil anlatının kendi sürecidir."

          2 Ekim 2013 Çarşamba

          Ömür Boyu Esenlik, Pascal Bruckner



          Havanın limonata gibi tatlı, denizin ve güneşin ılıcık olduğu sahillerden sesleniyorum. Herkesler çoktan tatili bitirmiş iş, güç başına dönmüştür herhalde ama bugünlerde Akdeniz hakikaten tadından yenmiyor dostlar.

          Geçen sene saçma bir şekilde, hangisini okumak istediğime karar veremediğimden iki haftalık tatil için bir valiz dolusu kitapla yollara düşmüş ama denizdi, güneşti, uykuydu derken valizi açmaya bile fırsat bulamadan İstanbul'a dönmüştüm. Bu yıl kendi çapımda bir zeka pırıltısı göstererek okuyacağım kitaplardan çok okuduğum halde bir türlü blog'a yazma fırsatı bulamadıklarımı aldım yanıma. Bir şekilde yazarım diyordum ama kemiklerimi eylül güneşinde ısıtırken fırsat bulup da iki kelam edemedim. Neyse nihayet bugün hava biraz soğudu, azıcık yağmur yağdı da suçluluk duygumu hafifletmek için PC başına geçebildim.

          İlk sırada Pascal Bruckner'ın Ömür Boyu Esenlik'i var. Bruckner, modern insanın mutluluk kavramını sorguluyor. Anı Yaşa! Kendini Gerçekleştir! Kendin Ol! sloganlarının baskısı altında ezilen, gündelik koşuşturma içinde anı yaşayıp yaşamadığını, yeterince mutlu olup olmadığını, yeterince kendi olup olamadığını sorgularken hayatı ıskalayan biz insancıklar için bazı gerçeklerin altını çiziyor. Mutluluğun tarihine kısa bir bakış atıyor ve zaman içinde değişen kavramın bugün bizi sürüklediği karmaşadan bahsediyor.
          Mutlu olun! bu sözün sevimli görüntüsünün altında daha paradoksal daha korkunç bir emir yok mu? İnsan mutlu olup olmadığını nasıl bilebilir? Mutluluğu kim ölçüyor? Neden mutlu olmak gerekiyor ve neden bu tavsiye bir zorunluluk haline alıyor? Acınacak halde beceremediğini itiraf edenlere nasıl bir cevap verilmeli?”

          Depresyonun ve şu aralar popüler olan tükenmişlik sendromunun ne denli sık yaşanan sorunlar haline geldiğini gördüğümüzde bir yerlerde yanlış yaptığımızı düşünmeye başlıyoruz. Başarı=Mutluluk denkleminin gerçekçi olmadığını anladığımızdan beri eşitliği sağlayacak başka seçenekleri deniyor ama her seferinde biraz daha hayal kırıklığına uğruyoruz.

          Tüketim çağının bize yazdığı reçeteler can sıkıntımızı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Hayatımızı adadığımız şeyleri elde ettiğimiz anda aslında bizi mutlu etmediklerini fark ediyoruz. Ve işin acı tarafı yeni dünya düzeninde bunların tek suçlusu da biziz. Bruckner, fazlaca anlam yüklediğimiz ve karmaşık hale getirdiğimiz mutluluk kavramının bizi baskı altına aldığını, bir parça da hayatımızı kararttığını söylüyor. Hatta “biz muhtemelen, insanları mutlu olmadığı için mutsuz eden ilk toplumları oluşturuyoruz.” diyerek işi bir adım ileriye götürüyor.

          Durumumuz pek iç açıcı olmasa da tamamen ümitsiz de değil. Aslına bakarsanız okudukça sakinleştiğimi fark ettim. Nasıl olsa Bruckner'ın söylediği gibi “...varoluş,sonsuz olanaklar açısından bakıldığında hep fazla kısa ama bitmek bilmeyen bir zaman dilimidir. Geldiğinde hep kaçıracağımız ve geçtiği andan itibaren hep daha fazlasına ihtiyaç duyacağımız ek zaman ihtiyacımız vardır.” ki debelenmeyi bırakıp belki de en başta kabul etmemiz gereken de budur. Ama “Özellikle mutluluktan daha önemli olmak üzere yalnızca yaşama zevki, burada, yeryüzünde geçici, saçma bir macera içinde bulunma hazzı vardır.” ki bunu her nefes aldığımızda hatırlamamız gerekir. Ve bence “...yaşamı sadece mutlu olmak istemeyecek kadar çok seviyorum.” diyebilmek bu garip ve faydasız, varlığımızı değersizleştiren düzenden kurtulmak için iyi bir başlangıç olabilir. 


          19 Ağustos 2013 Pazartesi

          #direnblog


          Her gün aklımda olsa da buralara pek uğrayamadım. Sebeplerden biri memleketin haleti ruhiyesinin herkese olduğu gibi bana da sirayet etmesiydi. TV’ lerin pek bir işe yaramadığının anlaşılması yüzünden PC başında haber takibi yapmaktan okumaya ve yazmaya zaman ve heves bulamamaktı.

          Diğer sebepse  yıllardır hatta yüzyıllardır süren birlikteliğime son vermiş olmamdı. Hayır ilişki olayı falan değil sadece sigarayı bıraktım! Aslında “sadece” kelimesi benim durumum için oldukça hafif kaçıyor. Kısa süre öncesine kadar kendimi sigaradan ayrı düşünemeyen fena halde bağımlı biri iken 10 aydır onsuz da yaşanacağını anlamış bulunuyorum. Yaşasın özgürlük! 

          Ama tabi ki bu süre içinde sigarayı hatırlatan şeylerden bir miktar uzak durmam gerekti. Daha doğrusu o olmadan nasıl kitap okuyup bir şeyler yazabileceğim, nasıl dolmuş bekleyeceğim, yemekten sonra ne yapmam gerektiği, kahvenin tek başına nasıl içilebileceği, mutluyken, sinirliyken neye sarılacağım ve onsuz arkadaş sohbetleri vs.  gibi şeyler hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bunlar ve daha yüzlerce şeye alışmak zaman aldı. Bir süre sonra kitaplara yavaş olsa da dönüş yapabildim ve haliyle bahsedeceğim epey bir şey birikti ama yazmak daha doğrusu pc başında sigarasız zaman geçirmek için bir süre daha geçmesi gerekti. Sonunda cesaretimi topladım ve işte geldim. Blog' a dönüş yapma çabama biraz eğlence katmak için facebook, twitter ve pinterest  hesabı da açtım. Bakalım onlar ne kadar direnecek?


          Sigara demişken, blog' a verdiğim ara yüzünden bir türlü bahsedemediğim BBC yapımı belgeseli mutlaka izlemenizi öneririm. The Century Of The Self (Ben Çağı)  bugün yaşamakta olduğumuz saçmalıkların ortaya çıkışını anlatıyor. Meğersem her şeyin altında psikoloji varmış, iyi mi? Nabokov her romanında Freud’a çatmakta haklıymış. Nabokov'u sevmek için bir neden daha :)

          Psikoloji ile ilgili olmasa da herkes Freud ismini duymuştur peki ya Edward Bernays ismini kaç kişi biliyor? Belgeseli izledikten sonra bu ismin bir daha aklınızdan çıkacağını sanmam ya da  en azından benim için öyle oldu. Bernays, Freud’un Amerika’da yaşayan yeğeni. Freud’un fikirlerinden yola çıkarak büyük kitlelerin manipülasyon yoluyla nasıl kullanılacağını keşfeden ya da belgeselden alıntıyla; (izlemek isteyenler için adresi)

          “Seri üretim mallarını insanların bilinç dışları ile ilişkilendirerek ihtiyaçları olmayan şeyleri istemeleri için insanları nasıl ikna edeceklerini Amerikan şirketlerine ilk gösteren kişiydi. İnsanlar içlerindeki bencil arzular tatmin edildiğinde mutlu olurken aynı zamanda uslu çocuklar haline geliyorlardı. Bugün bütün dünyayı saran, tüketen insan modeli böyle başlamıştı.” 

          Bernays’ın ilk başarılarından biri Almanya ve Avusturya’ ya karşı savaşa giren ABD hükümetinin ve dönemin başkanı Wilson’ın amaçlarının halka anlatılması olur. Wilson demokrasi ve barış getirmek için bu savaşa girmiştir, bilmem bu sebep size de tanıdık geliyor mu? 

          Kitlelerin manipülasyon yoluyla sadece savaşta değil barışta da yönlendirilebileceği üstelik bu işten para da kazanılabileceği fikri Bernays’ı harekete geçirir. Almanlar yüzünden propaganda kelimesinin kötü çağrışımları olduğundan bunu “Halkla İlişkiler” olarak değiştirip ilk Halkla İlişkiler şirketini kurar. Dikkat çeken ilk başarılarından biri de sigara konusunda olur.  Şöyle ki;

          Bir sigara şirketinin (sanırım Lucky Strike) başkanı Edward Bernays’ı çağırarak kadınların toplum içinde sigara içmesinin tabu haline gelmesi yüzünden pazar payının yarısını kaybettiğini söyler bu işe bir çare bulmasını ister. Bernays  ise sigaranın kadınlar için ne anlama geldiğini araştırmak için bir psikanalistle görüşür. A.A Brille, ABD’nin ilk psikanalistlerinden biridir, sigaranın, erkeğin cinsel gücünü hatırlattığını ve eğer sigarayı erkek iktidarına meydan okuma fikriyle bir araya getirilebilirse kadınların da sigara içeceğini söyler.  

          Bernays, hazırladığı oyunu paskalya töreninde sahneye koyar. New York sosyetesinden genç kadınlara sigara paketleri verilir ve işaretle birlikte birer sigara yakmaları istenir. Basın da bir gösteri olacağı haberiyle çağrılmıştır. Ertesi gün bu haber gazetelerde,  Özgürlük Meşaleleri manşetiyle ve neredeyse tüm dünyada yayınlanır. Böylece eşitlik fikrine inanan herkes ki özgürlük ve eşitlik fikri bilindiği gibi ABD’nin mottosudur, kadınları desteklemek zorunda kalır. Tabi ki kadınlara sigara satışında büyük artış yaşanır. “Bernays’ın yarattığı düşünce şuydu; Eğer bir kadın sigara içiyorsa bu onun daha güçlü ve bağımsız olduğunu gösteriyordu. Bu düşünce hala etkinliğini sürdürüyor.” 

          Benim sigaraya başlamamda etkili olan dürtüler böyle şeyler miydi? Sanırım birebir olmasa da benzerdi. Üniversiteye yeni başlamıştım. Sürekli özgür bir hayatın hayalini kuran ben ilk defa ailemden ayrılmıştım ve sanırım bir şeylerin yerini doldurmak için, kendimi dışarıya karşı güçlü göstermek için sigara bir çeşit araç olmuştu. Tabi ki bunlar şu anki düşüncelerim, o zaman ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Belki de sadece özentiydi. Ama muhtemelen özendiğim şey yine de özgürlükle ilişkili bir durumdu.

          “Sigara içmenin kadınları daha özgür kıldığı fikri tamamen irrasyoneldi ama buna rağmen kadınlar daha bağımsız hissettiler. Bu şu anlama geliyordu, çok alakasız nesneler sizin başkaları tarafından nasıl görünmek istediğinize dair duygusal simgeler taşıdığında çok güçlü hale geliyorlardı. Edward Bernays şunu gördü; Bir ürünü satmak için akla hitap etmek yanlıştı. Yani bir araba almanız gerekir demeyecektiniz. Eğer bu arabayı alırsanız daha iyi hissedersiniz demek gerekiyordu.

          Bu dönemde toplum “eğitilerek” “ihtiyaç kültüründen arzu kültürüne” evrilmiş. Bu bana TV’de bir süre dönüp duran araba reklamını hatırlattı. Hani şu “ihtiyacım yok ama istiyorum”  diyen hoş adamın oynadığı reklamı. Sonuçta Bernays’ ın sigara konusunda başarılı olan fikirleri, birçoğumuza artık demode ve komik gelse de hala yaygın şekilde gizli ya da açık olarak kullanımda. 

          Ama sanırım daha tehlikeli olanı bu bilginin politik araç olarak kullanılması ki bu yöntem de  en az diğeri kadar yaygınmış ve etrafımıza şöyle bir bakınca hala yaygın olduğunu da söyleyebiliriz. Bernays’ ın kızı bir röportajda; 

          “Aydınlanmış despotizm insanların yanlış kişiye oy vermelerini engellemekti. İnsanların arzularına ve fark edilmemiş özlemlerine hitap ediyorsunuz. En derin arzularına, en derin korkularına dalıp onları kendi amaçlarınız uğruna kullanabiliyorsunuz.” diyor.

          Belgeselin devamında Hitler’den, Muz Cumhuriyetine oradan Hollywood’a ve nihayet şurada ve burada takıntı yaptığım Ben Çağının zirveye çıkışının, kişiselleştirme furyasının ve mutluluk yanılsamasının piyasa güçlerinin amaçları için  nasıl yönlendirildiğini, her karşı hareketin ustaca manevralarla nasıl çıkarlara uygun hale getirildiğini hatta üzerinden para kazanıldığını  ve bizim özgür irade dediğimiz şeyin asla var olmadığını anlatıyor. Acaba verdiğimiz kararların ne kadarı gerçekten bize ait diye bir durup düşünmek gerekiyor.


          “Kapitalizmin en zekice başarısı benim gibi insanların bile ilgi duyabileceği ürünleri yaratmaktı. Kapitalizm daha geniş anlamda bir benliğe işaret eden ürünler üretmek için büyük bir endüstri geliştirdi. Bizimle aynı fikirdeymiş gibi görünen insanların sonsuz olduğu hissini veren, istediğiniz şeyi yapabileceğinizi düşündüren ürünler. Bizim felsefemizi aldı ve onunla barıştı. Sonra da güya sizin bu sınırsız birey olmanıza yardım eden ürünler çıkardı. Size bir yaşam tarzı satan bir varoluş tarzı satan ürünler. Ürün size değer satmaya başladı. Bunu giyeceksiniz, böyle bir evde oturacaksınız, böyle mobilyalarınız olacak, bu bilgisayarı kullanacaksınız, şu restoranda yemek yiyeceksiniz, bunların hepsinde bir değer var. Çağdaşlık, soğukkanlılık. Yani bu hareketin asıl çıkış noktası olan kendimize özgürlük ve kimlik yaratma düşüncesi yerine bir kimliği satın alabilme düşüncesi geldi.” (Albert, Yippie Partisi. )