Hayat
Düzeyleri, Julian Barnes'ın, kanser teşhisi konulan eşinin ölümü
ardından yazdığı ilk kitap. Aradan geçen beş yıldan sonra
aşkı, kaybetmeyi, kederi, yas sürecini anlatıyor ve tabii ki
Barnes'dan bekleyeceğimiz üzere bunu şaşırtıcı bir kurguyla ve
diğer kitaplarında da gördüğümüz samimiyetle yapıyor. Üç
bölümden oluşan kitapta, balonla yapılan ilk uçuş denemelerini
ve fotografçılığın ilk adımlarını, yaşadığı
yas süreciyle birleştiriyor.
Birinci
bölüm; Yükseklik Günahı;
“Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir. İnsanlar o zamanlar bunu fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir. Dünya yine de değişmiştir.”
Gazeteci,
karikatürist, fotoğrafcı ve mucit Felix Tournachon, balonculuğun önde gelen simalarından. Portre çekimlerinde
kullandığı farklı tekniklerle tanınan Tournachon, nam-ı diğer
Nadar, Sarah Bernhardt'ın da fotograflarını çekmiş. Yerinde
duramayan, garip görünüşlü ve enteresan bir kişilik olarak tanınırmış. (“Baudelaire ona, “canlılığın insanı
hayrette bırakan bir ifadesi” diyordu”.) İnsanın uçmak için
yaratılmadığı ya da fotografın ruhları çaldığı gibi
fikirler ortada dolaşırken, daha önce bir araya getirilmemiş olan
iki şeyi bir araya getiren kişi de Nadar olmuş. Fotografçılık
ve balonculuk. Birçok denemeden sonra iki-üç binanın yer aldığı
belli belirsiz bir görüntü elde etmeyi başarmış.
Julian
Barnes'a göre Nadar'ın balondan çektiği fotograflar “dünyanın
olgunlaştığı bir anı temsil ediyorlar”. Ve bundan tam yüz yıl
sonra, 1968'de William Anders, ay yörüngesindeki Apollo 8'den
dünyanın fotoğraflarını çektiğinde şöyle söylemiş:
“...Sanırım
ayı görmek için 384.400 kilometre katetmiş olmamız ve gerçekte
görülmeye değer şeyin Yeryüzü olduğu buradaki herkese çarpıcı
gelmişti.”
Zaman
zaman fotoğraflarımıza baktığımızda aklımızdaki “ben”
imgesiyle örtüşmediğini düşünürüz ya, Barnes bunu dünyanın
uzaydan çekilmiş fotoğraflarının yarattığı garip duyguyla
karşılaştırıyor ve “Kendimize uzaklardan bakmak, öznel olanı
birdenbire nesnel kılmak: bu bizde psişik bir şok yaratıyor.”
diyerek yorumluyor.
İkinci
bölüm; Dürüstlük Zemini;
“Daha
önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz; bu
bazen yürür, bazen de yürümez.”
ve;
“Daha
önce bir araya gelmemiş iki insanı bir araya getirirsiniz ve dünya
bazen değişir, bazen de değişmez. Düşüp yanabilirler ya da
yanıp düşebilirler. Ama bazen, yeni bir şey yaratılır ve
sonunda dünya değişir. Birlikte, o ilk büyük heyecan içinde,
iki ayrı benliklerinden daha büyüktürler. Birlikte daha öteyi
iyi görürler ve daha açık bir şekilde görürler.”
Bohem
yaşantısı, fevri ve geleneklere aykırı davranışları ile
tanınan, dönemin en ünlü yıldızı, Sarah Bernhardt ve
melankolik, maceraperest, gezgin Fred Burnaby'nin kısa süreli
ilişkisini anlatırken aşkı sorguluyor Julian Barnes.
“Düz
bir yüzeyde, zeminde yaşıyoruz, ancak -ve böylece- özlem
duyuyoruz. Yerdekiler olarak, kimi zaman tanrılara kadar
erişebiliriz. Bazıları sanatla yükseliyor havaya, bazılarıysa
dinle; çoğu aşkla. Ama havaya yükseldiğimizde, aynı zamanda
düşebiliriz. Çok az yumuşak iniş var. kendimizi bacaklarımızı
kıran bir güçle, yabancı bir demir yolu hattına doğru
sürüklenmiş olarak yerde zıplarken bulabiliriz. Her aşk hikayesi
potansiyel bir keder hikayesidir. Eğer önce değilse, daha sonra.
Biri için değilse, öteki için. Bazen her ikisi için.
Peki,
o zaman niçin aşka sürekli özlem duyuyoruz? Çünkü aşk,
hakikatle büyünün buluşma noktası. Fotoğrafçılıkta olduğu
gibi hakikat; balonculukda olduğu gibi büyü.”
Sarah
Bernhardt ve Fred Burnaby'nin ilişkisi sadece birkaç ay sürmüş.
Gelen evlenme teklifine Sarah, özgürlüğünden vazgeçmek
istemediğini söyleyerek cevap vermiş. Seçimini, gelecekte
kullanılacağı hayal edilen, havadan ağır, istenildiği gibi
yönlendirilen hava aracından değil, rüzgar nereye eserse o
tarafa giden balondan yana kullanmış. Burnaby' nin aşk acısı ise
uzun yıllar sürmüş. “At Sırtında Anadolu”' da dahil
maceralarını anlattığı kitaplar yazan Burnaby, 1885'de “...Abu
Klea muharebesinde Mehdi'nin askerlerinden birinin boyuna fırlattığı
bir mızrakla” öldürülmüş.
Üçüncü
bölüm; Derinlik Kaybı;
“Daha
önce bir araya getirilmemiş iki kişiyi bir araya getirirsiniz. Bu
bazen, ateşle çalışan bir balona, hidrojenle çalışan bir
balonu bağlamanın şu ilk denemesinde olduğu gibi bir şeydir;
yere çakılıp yanmayı mı yeğlersiniz yoksa yanıp yere çakılmayı
mı? Ama bazen de deneme başarılı olur ve yeni bir şey yaratılır,
dünya değişir. Derken bir noktada, er ya da geç, şu ya da bu
sebeple, bu kişilerden biri alıp götürülür. Ve alıp götürülen
şey, orada kalan şeyin toplamından daha büyüktür. Matematiksel
olarak mümkün olmayabilir bu ama duygusal olarak mümkündür.”
Belki
de düşüş, kızgınlık, keder, teselli arama, yalnızlık, korku,
eksiklik, özlem sadece kelimelerden ibaret kalmasın diye, Barnes,
karısının ölümünden sonraki beş yılda hissettiklerini ve
yaşadıklarını anlatmak için ortak motifleri kullanıyor.
“Hayatta
bohem ya da serüvenci olabilirsiniz ama hayat yolunda yürüyebilmek
için ona karşı ayak direseniz bile- ona karşı ayak direrken
bile- aynı zamanda bir ortak motifin, bir düzenin size yardımcı
olmasının peşinde koşarsınız.”
Korkulacak
Bir Şey Yok' da, bir masa etrafında toplanıp ölümden konuşan
dönemin sanatçılarından; sürprizlerden kaçınmak, hazırlıksız
yakalanmamak için sürekli ölümü düşünerek kişinin kendini
hazırlaması gerektiğini söyleyen ilk dönem filozoflarından
bahsediyordu Julian Barnes. Bu yöntemler belki kişinin ölüm korkusunu yenmesi için uygun olabilir. Peki sevilen birisinin ölümünde ne kadar işe
yarıyor? Barnes'a göre sanırım pek fazla değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder