Mezbaha 5, Kurt Vonnegut |
“Oğullarıma hiçbir şart altında katliamlara katılmamaları ve düşmanlarının katledildiğine dair haberlerin içlerini asla tatmin veya neşeyle doldurmaması gerektiğini söyledim. Bir de katliam makineleri üreten şirketlerde çalışmamaları ve o tür makinelere ihtiyaç duyduğumuzu düşünenlere tiksintilerini belirtmeleri gerektiğini söyledim.”
İlk okuyuşum yaz aylarına rastlamıştı. Geçen zaman boyunca romanı tekrar, tekrar ve tekrar okudum. Kıyısına köşesine iyice daldım. Her seferinde farklı şeyler keşfettim. Ve galiba sonunda ezberledim. Ama şehirlerimizde bombalar patlarken, yanı başımızda bir savaş sürerken ve dünyanın neredeyse yarısında başka başka acılar yaşanırken bu romandan bahsetmek zor geldi. Savaş başlamadan kısa bir süre önce Suriye'ye gitme fırsatım olmuştu. Bir çok şehrini dolaşıp, Halep'de, kalenin hemen önündeki kafelerde çay içip, nefis yemeklerinden bol bol yemiş, Palmira'da, bin yılların arasında yürüyüp, sokaklarda oynayan güzel gözlü çocukların fotoğraflarını çekmiş, çölün ortasındaki Bağdat kafede keyif yapmıştım. Ama şimdi her şey çok farklı. Yıllardır Suriye'deki çocuklar için canımız yanarken, şimdi o topraklarda bizim de çocuklarımız ölüyor. Bir kez daha insanoğlunun nasıl canavarlaşabileceğine tanıklık ediyoruz. Bir kez daha tüm bu acıların sonucunda kazanan kimsenin olmayacağını biliyoruz. Ve sadece bir gün bitmesini umuyoruz. Belki de şimdi bu romandan bahsetmek iyi gelecek. Vonnegut, bir konuşmasında kötü zamanları yazarak aştığını söylemiş. Belki biz de, onun yazdıklarını okuyarak azıcık da olsa iyileşiriz.
Palmyra 2008 |
Kurt Vonnegut, 2. Dünya savaşında en büyük
yıkımının yaşandığı, Dresden kentinin bombalanmasına tanık olan, mucize eseri
hayatta kalmış ve eğer türümüz dünyaya bir amaç için geliyorsa, görevini yerine
getirebilen güzel insanlardan birisi. “Hepsi yaşandı bunların. Aşağı yukarı. En
azından savaş kısımları gerçek.” diye başlayan Mezbaha 5 ancak 25 yıllık bir uğraşıdan sonra bitmiş.
Genellikle bilim kurgu türünde yazan Vonnegut, savaş hakkındaki “ünlü roman”ın
da gerçek hayat hikayesiyle bilim kurguyu birleştirirken;
“...çocuklarının
veya başkalarının çocuklarının savaşlarda öldürülmemesini” isteyen bir anneye
verdiği sözü tutmuş. Romanında “John Wayne, Frank Sinatra ya da savaş meraklısı
diğer kart zamparaların” canlandıracağı bir karakter kullanmamış. Tanık olduğu
savaşı anlatmak için seçtiği kişi, komik görünüşlü bir çocuktan, vücudu
“Koka-kola şişesine” benzeyen komik görünüşlü bir gence evrildiği sıralarda askere
alınan Billy Pilgrim. Almanlara
esir düştüğünde onun için; “Askere benzemiyordu hiç. Kirlenmiş bir flamingoya
benziyordu.” diyen yazar, esir kampına geldiğinde ise Billy Pilgrim'i “Kırık
bir uçurtma”ya benzetir. Dresden'de trenden inip, şehrin bombalandığı güne
kadar kalacakları Mezbaha 5'e
doğru yürürlerken, grubun en önündeki Billy için, mavi perdeden harmanisi,
manşonu ve gümüş potinleriyle, “...İzleyenlerin soytarılık yaptığını
sandığından bihaberdi. Kaderdi elbette kıyafetini seçen. Kader ve pek zayıf
yaşama arzusu.” yorumunu yapar. Romandaki diğer karakterler de Billy'den pek
farklı değil. Aslında yazar, romanında bir karakter de bulamayacağımızı söyler.
Çünkü ona göre;
“Anlatılan
insanlar öylesine sıhhatsiz, muazzam güçlerin öylesine mecalsiz oyuncakları ki
hikayemizde neredeyse hiç karakterden, kahramandan sayılacak biri ya da
dramatik dikleşme yok. Savaşın ana etkilerinden biri, malum, insanları
karakterliğe terfiden caydırmasıdır.”
Halep 2008 |
Vonnegut, savaşın yarattığı etkiyi, sanki
içimize iyice işlesin ve bir daha aklımızdan hiç çıkmasın diye acı bir mizahla
bileyerek kelimelere dökerken, insan parçamıza öyle bir dokunuyor ki unutmak
zaten pek mümkün değil. Hayatının farklı anlarına kısa bakışlar attığımız Billy
Pilgrim'le, bize yazmayanı, söylenmeyeni anlatmayı başarıyor. Canımızı yakıyor
evet ama yaşama karşı neden hep bir umut beslediğimizi, neden eşşiz olduğumuzu
da hatırlamamızı sağlıyor.
"Billy
bir zaman özürlüsü; nereye gideceğini kontrol edemiyor ve seyahatlari eğlenceli
falan geçmiyor. Hayatının hangi kısmında kendini oynayacağını önceden
bilemediğinden, sürekli sahne korkusu çektiğini söylüyor."
Billy, bir an
için, insanların üst üste yığıldığı bir trenle esir kampına giderken bir an
sonra Optometrist arkadaşlarıyla golf oynayabiliyor. Akıl hastanesinde yatarken
bir anda gözünü karısıyla balayına çıktığı günde açabiliyor. Evindeki
titreşimli yatağında hıçkırarak ağlarken, kendisini, Tralfamador'daki hayvanat bahçesinde, porno film yıldızı
Montana Wildhack'e, Dresden'in bombalarla
yakılmasını anlatırken bulabiliyor. Böylece savaş sırasında neler yaşadığını,
yangın bombalarıyla yıkılan bir şehirden nasıl kurtulduğunu, savaştan sonra
nasıl delirip bir süre hastanede yattığını, Optometri okulunu bitirip, okul
sahibinin kızıyla evlendikten sonra çok zengin bir adam olduğunu, bilim kurgu
yazarı Kilgore Trout'u, dünyaya dört yüz seksen milyon kilometre uzaktan gelen,
altmış santim boyunda ve hela pompası şeklindeki Tralfamador'lular tarafından
kaçırılışını ve bir lazer tabancasıyla öldürüleceğini tıpkı Billy gibi biz de
en başından itibaren biliyoruz.
"Yepyeni,
harika yalanlar uydurmazsanız insanlar yaşamak istemeyecek. "
Billy'e göre
“borunun ucundan görebildiğine “Hayat” demekten başka seçeneği olmayan bizlerin
aksine, dört boyutlu görebilen Tralfamador'lulardan özellikle zaman konusunda
öğrenecek çok şeyimiz var. Eğer onlar gibi bakmayı başarırsak, bir çok insanın
yaşadıkları karşısında bir parça huzur bulabileceğini düşünüyor. Bu yüzden
hayatını Tralfamador'luları dünya insanına tanıtmaya adıyor. Tıpkı Vonnegut'un
kendisini savaş karşıtı harekete adadığı gibi.
“Tralfamador'da
öğrendiğim en önemli husus, bir kişinin öldüğünde sadece ölmüş göründüğüdür.
Ölen kişi geçmişte gayet yaşadığından cenazelerde ağlamak saçmadır. Tüm anlar,
geçmiş, şimdi ve gelecek daima vardır ve daima var olacaktır...”
“Falan filan”