reklam 1

30 Ekim 2010 Cumartesi

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Etgar Keret

Etgar Keret’in Siren Yayınlarından çıkan kitabı, sonuncusu hariç iki-üç sayfalık kısa hikâyelerden oluşuyor. Tanrı olmak isteyen otobüs şoförü, sergilendiği müzeden annesinin rahmini almaya çalışan adam, Özbekistandaki bir delikten çıkıp alışveriş yapan cehennem sakinleri, porselen domuzcuk kumbarasında para biriktiren çocuk, trapezci olmak isteyen bir başkası, yetenek toplayıcısı iblis, sevgisini kanıtlamaya çalışan kadın, bir kiralık katil, Mossad şefinin oğlu, sürekli sınıf arkadaşıyla karşılaştırılan bir adam, sadece intihar edenlerin gittiği dünyada sevgilisini arayan biri, merhametsiz İbrani Tanrısı ve icat ettiği borular sistemiyle ulaştığı cennetten iskambil kağıdı siparişi veren adam ... hikâyelerden bazılarının konusu.  

Bu enteresan içeriğe rağmen, kitabın arkasında yer alan, New York Times’ın –... Kahkahalarla güldürüyor- yorumuna katıldığımı pek söyleyemem. Belki İsraille ilgili bilgim yetersiz olduğundan, belki yetersiz espri anlayışım ya da dil farkı yüzünden bilmiyorum ama kahkahalarla gülme beklentisi bu kitabı almak için son neden olmalı diye düşünüyorum. En azından okuduktan sonra benim için böyle oldu.
 
Hikâyelerin büyük bölümü, normal şartlar altında fena halde iç sıkıcı görünen ölüm, intihar ve öteki dünya üzerine. Normalde diyorum çünkü bu temalar Etgar Keret’in şaşırtıcı bakış açısıyla farklı bir boyut kazanıyor. Ön kabullerimiz,  onun oluşturduğu evrene göre çok da absürd diyemeyeceğimiz durumlarla yer değiştirirken, kendimizden emin, güvenle yaşadığımız dünya algımız  üzerinde yaptığı birkaç değişiklikle hem tanıdık hem de yabancı bir evren yaratıyor. Bildiğimiz dünyayı, bilmediğimiz, en azından şimdilik yabancısı olduğumuz dünyayı tanıdık bir biçimde anlatıyor. Gündelik hayatı konu ettiği İsrail’le ilgili hikâyelerinde ise olaylardan çok ironik bir yaklaşımla onları yorumlayışı, ters köşeye yatırıyor okuyucuyu. İki sayfalık hikâyeleriyle romanlara yakışan karakterler yaratıyor.  

1967 Tel Aviv doğumlu Etgar Keret,  ülkesinin popüler yazarlarındanmış. The New York Times, Le Monde, The Guardian gibi önemli gazetelerde hikâye ve makaleleri yayınlanıyormuş. Yaratıcı yazarlık atölyeleri de düzenleyen Keret’in  kitapları yirmi dokuz dile çevrilmiş. Aralarında Wristcutters, Jellyfish  ve animasyon olarak çekilen $ 9.99  bulunduğu otuzdan fazla hikâyesi kısa film olarak sinemaya uyarlanmış. Türkçede ise Nimrod Çıldırışları ve Gazze Blues adıyla iki kitabı yayımlanmış. 

“Cennet’in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. Bana buraya kendini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinden hoşnut kalmamaları ikinci seferde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. Hepsi değişik yollardan gelmişler Cennet’e....” 

İlgilenenler için not:  Etgar Keret  şu sıralarda İTEF (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) dolayısıyla ülkemizde ve kısa filmi Wristcutters pazar günü (31 Ekim) saat 15:00 da Kargart’da gösterilecek.  Aynı gün, aynı yerde saat 19:00 da Hakan Günday ve Georgi Gospodinov’la bir söyleşiye katılacak. 

22 Ekim 2010 Cuma

Kırmızı Pelerinli Kent, Aslı Erdoğan

 “Kırmızı Pelerinli Kent” in arka kapağında  “...kendi izini süren bir yalnızlık öyküsü” anlattığı yazılmış. Evet, Özgür, her köşe başında, karşısına, şiddetin, ölümün çıktığı Rio’da yapayalnız.  Ama onun başa çıkmakta zorlandığı bildiğimiz türde bir yalnızlık değil, Özgür, yalnız olmaktan çok yalnızlığında başbaşa kaldığı, anlam veremediği kendi varlığından mustarip. Tanımadığı ama bir biçimde var olduğunu bildiği, daha doğrusu olması gerektiğine inandığı anlamın, “bilinmeyenin” peşinde “yalnızlığını kuşanıp” Rio’ya gelmiş. Enerjisine hayranlık duyduğu şehrin gerçeklerini kavradığındaysa  tek çaresinin kendi anlamını yaratmak yani yazmak olduğuna karar vermiş. İşte bu yüzden, roman içinde romanla, birbirini tamamlayan iki anlatıyla karşılaşıyoruz. Okumak için geldiği şehirde, parasız, işsiz üstelik üniversiteden atılmış Özgür bir roman yazmaya çalışıyor. Tekinsiz, ölümcül, kırmızı pelerinli, Rio de Janeiro’nun romanında anlatıcı Özgür’ü, Özgür de, kurgusal karakteri Ö. yü seslendiriyor. 

Şiddetin günlük hayatın parçası haline geldiği, insanların kaldırım kenarlarında ölüme terk edildiği, açlığın, yoksulluğun, insani değerleri sorgulattığı ama bir yandan da müziğin, dansın hiç durmadığı kanlı, canlı bir şehir Rio. Belki bu çelişki yüzünden gelmiş şehre, belki de kendi çelişkisine en uygun yer olduğu için seçmiş Rio’yu ama sonuçta her ikisini de uç noktada hissetmeye başlamış. Aşkı ve yaşamı ezip, ne olursa olsun onlardan bir şeyler koparan insanlara hayranlıkla bakıyor, onlarda tıpkı şehrin hissettirdiği yaşamı görüyor. Bir yandan sokaklarda ölmemek için dua ediyor diğer yandan aradığı anlamı bulmak için, ölmek üzere olan insanları farklı ama yakın bir incelemeden geçiriyor. Bedenin yok oluşunda geride kalanı anlamak ister gibi, sanki onların yaklaştığı ölümde de yaşamın izlerini sürüyor. Sırf bu yüzden “en korktuğu şeyi kovalamaktan vazgeçmiyor” Yazmak için yaşadığı romanının sıfır noktasına ulaşmayı başarıyor. 

Aslı Erdoğan, Türkiye’de bilgisayar mühendisliği ve fizik okumuş. Sonra Rio’daki fizik eğitimini yarıda bırakarak yazmaya karar vermiş. İki yıl Brezilya’da yaşamış. 1994’de yazdığı ilk romanı Kabuk Adam’dan sonra bir öykü kitabı olan Mucizevi Mandarin’ i çıkarmış. Kırmızı Pelerinli Kent  1998’de yayımlanmış. Anladığım kadarıyla kendi yaşamından da izler taşıyan bu romanı  Fransızca ve Norveççe’ye çevrilmiş, bir de ödül almış. Öykülerden oluşan son kitabı Taş Bina ve Diğerleri ise 2009’da yayımlanmış. Yakın bir zaman önce de Sait Faik  ödülünü alan  Aslı Erdoğan, yurt dışında da geleceğe kalacak elli yazar arasında gösteriliyormuş.

Kırmızı Pelerinli Kent, ilk Aslı Erdoğan romanım.  Açıkçası sayfalarla beraber  hücum eden “niye aldım ki, bıraksam mı acaba?" düşünceleri  yerini “neden olmasın?” a terketti. Hakkında yazmaya kalkışınca da  “aslında şunu da, bunu da anlatıyor, acaba şöyle mi demek istemiş ” diye kendi kendime konuşmaya başladım. Seveni çoktur eminim ama benim okumaktan özellikle kaçındığım bir tarzda yazıyor diyebilirim. Her duyguyu psikolog koltuğuna uzanmış gibi anlatıyor, hissettirmekten çok çözümlüyor, yorumluyor. Keşfedecek pek bir şey bırakmıyor okuyucuya. Sonra dili çok şiirsel, okumaya bir kere kaptırınca anlam arayışına da girmiyor, güzel, ahenkli kelimelerin içinde kayboluyor, aynı cümlelerin farklı dizilişlerine rastladıkça ayılıp, ilerliyormuyum yoksa olduğum yerde mi dönüp duruyorum diye düşünüyorsunuz. Bazen kelimeleri, bazen de cümle içindeki yerlerini değiştirdiği Rio betimlemelerinde okuyucunun sabrını zorlamak pahasına en güzel cümleleri kurmak için uğraşıyor, aynı imgeyi defalarca yorumluyor, üstelik yaptığının da gayet farkında, romanda bunu itiraf etmekten de çekinmiyor. Siz de “tamam anladım, hava sıcak, terliyorsun, açsın, pasaklısın, sinirlerin bozuk, bezginsin, Rio’da çok pis kokuyor” diye çığlık atmamak için kendinize hakim olup, her sigarasında ve çayında ona eşlik ediyorsunuz. Evet  bence bu kitabı okurken yapılması gereken de bu. Ona eşlik etmek, götürdüğü yere gitmek ve yapmak istediği şeyi anlamaya çalışmak. Sonrasında sevip sevmemek size kalmış.

15 Ekim 2010 Cuma

En Mavi Göz, Toni Morrison

Beloved (Sevgili) ile Pulitzer alan Morrison, 1993’ de Nobel ödüllü bir yazar olmuş. Toni Morrison’ın Amerika’da 1970’de yayımlanan ilk romanı, En Mavi Göz’ de Nobel’in geldiği  yıl, Can yayınlarından çıkmış ve hemen üç baskı yapmış.

Kendisi bana en çok katlanabilen kitaplardan biri olması sebebiyle kütüphanemin değerli üyelerindendir. Sanırım üniversitenin ilk yıllarında almıştım. O zamandan bu zamana bir sürü ev, kütüphane ve iki şehir değiştirdi ama yollarda telef olmadı, bazı kitaplarım gibi alıp başını gitmedi. Ne zaman göz göze gelsek o günleri, kömür isi kokan Ankara’nın su fışkırtan kaldırım taşlarını, Yüksel caddesini, Dost Kitapevini hatırlattı. Oysa şimdi durum farklı, bunca yıldan sonra ne hikmetse kapağı açıldı ve ilk kez okundu. Artık raflarda karşılaştığımızda Ankara’yı değil,  bambaşka düşünceleri getirecek. 

En Mavi Göz, 1940’lar da zenci olmayı, pis zenci olmayı, çocuk, kadın, erkek olmayı, masumiyeti ve acımasızlığı, küçük bir kız olan Pecola’nın çevresinde anlatıyor.

Pecola, siyah, çirkin ve sakardır. Daha doğrusu etrafındaki herkes böyle söylemektedir. Okulda çocukların alay ettiği, öğretmeninin yüzüne bakmadığı, annesinden bile duygusal yakınlık görmeyen küçük bir kızdır. Aynada kendisini incelerken, neden kimsenin onu sevmediğini anlayamasa da, ondan esirgenen ilgiyi üzerine çeken, sevgi duyulan çocuklardan tek eksiğinin mavi gözler olduğuna emindir. Dünyadaki en mavi gözlere sahip olursa hayatındaki her şeyin yoluna gireceğine inanır.  Sarışın, mavi gözlü Mary Janes şekerlemelerinden yemek, Shirley Temple resimli fincanla süt içmek ve tıpkı onlar gibi sarı saçlı, mavi gözlü Maureen’le arkadaş olmak ister. Güzelliğin ve sevginin simgelerine ne kadar yakın olursa onlardan o kadar pay alacağını düşünür.  

Roman ilerledikçe görürüz ki Pecola’nın etrafındaki yetişkinlerin  hiçbiri ondan çok güzel, akıllı, çocuklar ondan çok daha sevimli değildir. Pecola’nın şanssızlığı, onlara, kendilerini hatırlatmasıdır. Kendi yaşadıklarını, çirkinliklerini, unutmak istedikleri zayıflıklarını, yalnızlıklarını görürler Pecola'ya bakınca. İnsanlar, onun sessizliğini, ürkekliğini, çocuk olmasını kullanır, onun üzerinden yaşamdan bir tür öç alırlar. Siyah olmanın, beyaz dünyanın standartlarına uyamamanın, sinemada gördükleri beyaz insanlar kadar mutlu olamamanın, başkalarının gözüyle baktıkları yüzlerinin hıncını çıkarırlar Pecola’dan. 

Hikâyenin karakterlerinden ve anlatıcılarından Claudia ve ablası Frieda ona yakınlık gösteren, anlayan ender kişilerdir. Aslında Pecola’dan birazcık daha şanslıdırlar o kadar. Ama Claudia, Pecola gibi öfkesini içine atan bir tip değildir. Shirley Temple'dan hoşlanmaz çünkü Pecola ve Frieda'dan küçük olan, Claudia, henüz "çevreye uymayı" öğrenmemiştir. Beyazlarla arasındaki farkı anlamak için tıpkı güzelliklerinin nedenini ararken sarışın taş bebekleri parçaladığı gibi  beyaz kızların sevilmesinin nedenini anlamak için de onları çimdikler. Romanda, yetişkinlerin yargılarındaki yanlışı gören, okuyucuya gösteren ve düzeltmeye çalışan aklın, mantığın sesi Claudia ve Frieda'dır. Duyduklarını çocuksu bir saflıkla yorumlar, hamile kalan Pecola’ya yardım etmek için kendilerince girişimlerde bulunur ancak başaramazlar. 

“ Bu topraklar belirli türdeki çiçeklere yaramıyor. Belirli tohumları beslemiyor, belirli meyveleri vermiyor, toprak kendi istenciyle bir şeyi öldürdüğünde biz de boynumuzu büküp kurbanın yaşama hakkı olmadığını söylüyoruz. Yanlış yoldayız kuşkusuz, ama önemli değil. En azından kasabamın kıyılarında, kasabamın çöpleri, ayçiçekleri arasında artık çok, çok, çok geç.”

13 Ekim 2010 Çarşamba

Asi Melekler, Danielle Trussoni

Danielle Trussoni’nin ilk romanı Asi Melekler henüz yayımlanmadan büyük ilgi çekmiş. Yayıncılar kitap için, sinemacılar film hakları için kapışmışlar. Geçtiğimiz günlerde de biz okurlar, Doğan Kitap sayesinde Asi Melekler’le tanışma fırsatı bulduk.  
 
Ana karakterimiz "Evangeline", annesinin esrarengiz ölümünden sonra babasıyla birlikte Fransa’dan Amerikaya taşınmış ve kısa bir süre sonra da babası tarafından Azize Rose manastırına emanet edilmiştir. Manastırda kaldığı on bir yıl boyunca sessiz ve düzenli  bir yaşantı süren "genç rahibe", 1999 yılının son günlerinde aldığı bir mektupla hayatının aniden ve dönüşü olmayan biçimde değişmek üzere olduğunun henüz farkında değildir.

Mektubunda, zengin ve ünlü koleksiyoncu Abigail Rockefeller ile manastırın başrahibesi arasında bir bağlantı olduğunu düşündüren bazı yazışmalar bulduğunu söyleyen Verlaine adındaki sanat tarihçisi, bir müşterisi adına yaptığı bu araştırma için manastırın arşivini incelemek istemektedir. Her zamanki red cevabını göndermeden önce, Evangeline konu hakkında küçük bir araştırma yapar ve gerçektende 1944’de yani ikinci dünya savaşı sırasında Abigail Rockefeller tarafından başrahibeye yazılmış bir mektuba rastlar. Abigail, Rodop dağlarına yapılan başarılı keşif gezisinden ve manastıra gönderdiği Celestine’den bahsetmektedir. Sanat tarihçisinin tahmini doğrulanmıştır ama konuyu iyice merak etmeye başlayan Evangeline, artık çok yaşlanmış  olan rahibe Celestine’in odasına bir ziyaret yapar. 

Celestine ona melekbilimden, Rodop’a yaptıkları geziden, Gözcü meleklerden ve onların insanlarla birleşmesinden doğan Nefillerden bahseder. Hırsları ve kötü yaradılışlarıyla yeryüzündeki tüm acıların nedeni olan Nefiller ile onları durdurmaya çalışan Melekbilimciler arasında binlerce yıldır süren mücadelenin merkezindeki  gizemli çalgı lirin önemini  anlatır. Aziz Agustinius’dan Milton ve Dante’ye, Orpheus’dan Nazilere kadar işin içinde kimler vardır kimler. Ama Evangeline için işin can alıcı noktası kendi ailesinin melekbilim içindeki yerini öğrenmesi olur. 

Anneannesinin verdiği  melekbilim defterini yıllardır saklayan ve melekler üzerine dünyadaki en geniş arşive sahip manastır kütüphanesinin idareciliğini yapan Evangeline, anne ve babasının bu konuyla ilgileri olduğunu bilse ve hatta manastıra gelmeden önce birkaç nefil görmüş olsa da Verlaine gibi çekici birini tanıyıncaya kadar bunlar hakkında araştırma yapmamıştır.  Ama, artık maceraya katılmak zorunda olan  Evangeline, geçen yılların acısını çok kısa sürede çıkarır ve Verlaine’ın mektubunu alana  kadar sormadığı tüm soruların yanıtlarını aynı gün içinde almaya başlar. 

Mistik sırlar, mitoloji, tarih ve bunları birbirine bağlayan komplo teorilerini barındıran romanları sevsem de son yıllarda çıkan bu tarz romanlardan pek haberim olmadı. Bir ara çok gündemde olan Dan Brown’la tanışıklığım bile yılbaşı tatilinde iyi gider diye şimdi adını hatırlamadığım bir romanına başlayıp okuyabildiğim iki sayfayla  sınırlı kalmıştır. Aslında edebiyatın bu türünü sinemaya daha çok yakıştırırım. Pek bilmediğim bir konuda atıp tutmak, genelleme yapmak olacak ama bence karakterden çok harekete dayalı bu romanlarda, anlatıcının mesafeli ve dışarıdan gelen sesi olayı aktarmıyor da, tarif ediyor gibi. Bu yüzden araya giren diyaloglara rağmen ses, anlatıyla bağ kurmayı zorlaşıyor, romanı okumaktan çok izlediğinizi hissettiriyor. Aklın sınırlarını zorlayan mekan tasvirleri ile boşluktaymış gibi hareket eden karakterler yüzünden malesef okumanın zevkini yaşayamıyor ve uyuklamaya başlıyorsunuz. Ayrıca diğer roman biçimlerini okurken garipsemediğim üst-baş betimlerinin bu tarzda çok göze battığını farkettim. Klasik romanlarda, yapıp etmeleriyle, söyledikleriyle insansılaştırdığımız, bağ kurduğumuz karakterler bu tür de daha çok giydikleriyle okuyucuya aktarılıyor. Karakteri, giydiği pantolonun ya da kravatın markasına bakarak tahlil etmeye çalışmak, muhtemelen Hermes’le başka bir marka arasındaki farkın karaktere kattıklarını bilmediğimden bana biraz yabancı geliyor.

Asi Melekler’de de türün bu ayırıcı niteliklerine bolca rastladım. Artı olarak, manastırda dolaşan rahibenin roman boyunca sadece işine yarayacak insanlarla konuşması, daha doğrusu romanın sonlarına doğru üç kişiden fazla olduklarını anladığımız rahibelerden herhangi biriyle, koridorda olsun karşılaşmaması, kimsenin ona günaydın bile dememesi düşündürücü de olsa ilk bölümlerinde, sanki anlatıya kendinizi kaptırmanızı engellemek için özellikle yapılmış gibi hemen her paragraf başının “Evangeline” ve “Genç Rahibe” kelimeleriyle başlaması bence hepsinden daha fazla rahatsız ediciydi. Peki hiç iyi bir şey yok mu, tabiki var. Hem yukardan gelen sesin kesilip anlatının birinci tekile dönmesi, hem de konunun bence en önemli kısmı olması itibariyle, Celestine’in geçmişi hatırladığı uzunca bölüm, okurken gözlerimi açık tutmakta zorladığım romanın, roman okuduğumu hissettiren, keşke tümü böyle olsaydı diye düşündüğüm ve bitirdikten sonra aklımda kalan tek yeriydi. 

Hikâyesi ilgi çekici, ama genelinde dili oldukça yavan olan Asi Melekler bittiğinde ki devamı da geliyor sanırım, Vayyy bee!  dedirtmese de şu yağmurlu günlerde boş bakışlarla TV karşısında oturma durumuna alternatif olarak düşünülebilir.

8 Ekim 2010 Cuma

Talih Kuşu, Amy Tan

1989’da yayımlanan ilk romanıyla The New York Times’ın  en iyi satanlar listesine giren, aldığı iki ödülün yanısıra başka başka ödüllere de aday gösterilen Amy Tan için sadece yetenekli ya da şanslı demek yetmez ayrıca anneler ve kızları gibi hassas bir konuya el attığı için kendisini cesaretinden dolayı kutlamak da gerekir.  Bırakın bir dolu insanın okuması ihtimali olan romanı, burada bile yazılamayacak kadar özel ve tehlikelidir, söze dökülemeyecek gizemli yönleri vardır. Kızlar bunu öğrenir, annelerse bilirler. 

Göçmen bir aileden gelen yazarın kendi yaşamını da katarak biçimlendirdiği roman, Çinden, Amerikaya göç etmiş dört kadın ve onların Amerika doğumlu kızlarının hayatlarından kesitler aktarıyor okuyucuya. Kendi ülkesinde kadın, yeni hayatında, tamamen farklı bir kültürde göçmen olmanın dilsizleştirdiği annelerin, kızlarına ulaşma çabalarını, onlar hakkındaki umutlarını, koruma isteklerini ve kızların, büyüme, kimlik edinme, bireyselleşme çabalarını görüyor,  anne ve kızların birbirlerine karşı hislerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Çin’in egzotik ve masalsı görüntüsünün altındaki gerçekleri keşfederken, düğünlere, ölümlere, festivallere tanık oluyor, feng sui, Çin astrolojisi ve doğu inançları hakkında fikir ediniyoruz. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurumu hissediyor ama konu kadınlar olunca bazı şeylerin zaman-mekan ayrımı yapmadığını, onlar için pek bir değişiklik içermediğini görüyoruz. Tüm bunların ötesinde çoğu kez, bu kadınların, Jung’un söylediği gibi hayatta kalmak için zorunlu olarak en gelişmiş işlevlerini yani sezgilerini kullandıklarını fark ediyoruz, kadınlar arası ilişkilerin ve kadın olmanın evrensel yanını keşfediyor, annelerin aynı zamanda kadın olduklarını hatırlamak gerektiğini anlıyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlenceli romanı okurken Amerikada yaşayan Çinli insanların evlerinde, yaşlı teyzelerin atışmalarını ya da anne-kız çekişmelerini, dertleşmelerini izlerken kendimizi hiç de yabancı hissetmiyoruz. Ve işin en güzel tarafı tüm bunları Amy Tan’ın sakin ve rahat anlatımından okuyoruz. 

“Kızım dün, “Evliliğim yıkılıyor” dedi bana.

Artık bu yıkılışı seyretmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
Yaşlı gözleri duyduğu utançtan sımsıkı kapalı, bir psikiyatrist koltuğunda uzanıyor. Ve sanıyorum, yıkılacak bir şey, ağlanacak bir şey kalmayıncaya kadar da orada uzanıp duracak. 

“Yapacak bir şey yok! Hiçbir şey yok! diye ağlıyordu. Bilmiyor. Konuşmuyorsa, bir seçim yapıyor demektir. Çabalamazsa, şansını sonsuza kadar yitirebilir. 
Ben biliyorum bunu, çünkü Çin usulüne göre yetiştirildim ben: Hiçbir şey arzu etmemem, başka insanların derdini, acısını yutmam, kendi derdimle yanmam öğretildi bana.

Bense kızıma bunların tersini öğretmiş olmama karşın, o yine böyle benim gibi oldu! Benden doğduğu için, bir kız olarak doğduğu için belki de. Ben de kendi annemden doğmuştum, ben de kız olarak doğmuştum. Hepimiz merdivenlere benziyoruz, adım adım, çıkıyoruz, iniyoruz, ama herkes aynı yöne gidiyor. 

Sanki bir düşü yaşıyormuşsun gibi, ses çıkarmamanın, dinleyip seyretmenin ne demek olduğunu bilirim ben. Daha fazla seyretmek istemezsen gözlerini kapatabilirsin. Ama daha fazla dinlemek istemediğin zaman ne yapabilirsin? Altmış yıl önce neler olduğunu hala işitebiliyorum.” (Talih Kuşu) 
Not: Amy Tan’ın yaratıcılık hakkındaki konuşması için:
 

1 Ekim 2010 Cuma

Kozmik Haydutlar, A.C.Weisbecker

Eveett, artık çekim yasasına hakkaten inanıyorum çünkü bu romanı okumamın başka bir açıklamasını bulamadım. Yeni yayımlanan romanlardan birini almak istiyordum ama bu arada bir yere yetişmek için de acele ediyordum. “Ne Nedir?” i mi alsam diye yeni çıkan kitaplar bölümünün etrafında dönüp dururken son anda, hatta vazgeçip dışarı çıkıp tekrar içeri girdikten sonra, ne içine ne de arkasına bakacak vakit bulamadan Kozmik Haydutlar diye bir romanı alıp kasaya gelmişim. Sonradan uyandım, niye aldımki şimdi bunu diye de bayağı bir hayıflandım. 

Derken kitabın arkasına bakmamla birlikte gördüğüme inanmam için çekim yasasına da inanmam gerektiğini anladım. Ve her ikisine de inanmaya karar verdim. (Ne zararı var ki?) Sen hakkında at, tut, hatta kuantum diyen herkese “eee neymiş yaniii” diye saatlerce eziyet et,  sonra evren de sana desin ki “İşte al kuantum bu! İnsanları rahat bırak!”

Yeraltı edebiyatı severlerin bu romanı atladıklarını hiç sanmıyorum ama benim karşıma iki gün önce çıktığından her ihtimale karşı ve daha önemlisi evrene olan borcumdan dolayı Kozmik Haydutlar’dan bahsetmek istiyorum.

Romanın ikinci baskısına önsöz olarak eklenen hikâyesi en az kendisi kadar ilginç. İlk baskısı 1986’da yapılan fakat  o sıralarda kimsenin dikkatini çekmeyen Kozmik Haydutlar’ın yazarı  Weisbecker, körfez savaşı sırasında (1991) yayınevinden, tanesini bir dolara aldığı yüz adet kitabını, okuduktan sonra arkadaşlarına vermelerini  isteyen bir not yazarak yüz askere göndermiş. Yıllar sonra 1998’de Amerikanın bir yerlerinde yolculuk yaparken yazdığı kitabın nadir eserlerden sayıldığını, açık arttırmalarda  300 dolardan satıldığını, felsefe kitaplarıyla omuz omuza durduğunu ve tabiki kendisi hakkında uydurulan efsaneleri öğrenmiş. 

“...kitap bazı önerilen kitaplar listelerinde yer alıyordu, birisi de felsefi eserlere yer veren bir listeydi. Benim adım, Carl Jung, Carlos Castaneda, Immanuel Kant ....gibilerinin adlarıyla yanyanaydı”  diyen Weisbecker, garip bir tesadüfle burada da Carl Jung’la yanyana olduğunu bilse eğer kuantum evreninde yaşıyorsak bunu anlamlandırmaya çalışmanın delilik olduğunu düşünürdü herhalde. Neyseki  bugün biz gelişen bilimin ışığı altında konuyu çekim yasasıyla ilişkilendirebiliyoruz.

Romanın konusuna gelecek olursak; Eski bir (şimdiki geçmiş zamanda eski) uyuşturucu kaçakçısının hırsızlık sonucu eline geçen fizik kitapları sayesinde kuantum’la tanışmasıyla  başlıyor roman.  Hayatına doğru perspektifi kuantum fiziği ile getireceğine inanan anlatıcımız bizi, şimdi, geçmiş ve gelecek (kimin için gelecek?) zamanda,  Meksikalı haydutlar, hırsızlar, askerler, polisler, CIA, FBI, asla ayık gezmeyen eli bombalı kaçakçılar ve görece sıradan insanlar arasında geçen bir maceranın ortasına atıyor.  Ne yapacakları belli olmayan kuark’lar gibi, anlatının ne yapacakları belli olmayan karakterleri ve kurgusunu göz önüne alırsak, romanın, makrokozmik de olsa, bir tür atomaltı düzeyde geçtiğini, neden-sonuç ilişkileri kurarak  hayatına düzen getirmeye azmetmiş  okuyucuya kendisini yeniden gözden geçirebileceği bir atomaltı yaşam örneği verdiğini görüyoruz.  

 “...Eminim bir gün bu tür bir terapi sıradan bir şey olacak. Bohr’un, Lorenz’in ve Planck’ın öğretileri çok geçmeden Freud’un, Jung’un ve Fromm’un saçmalıklarının yerini alacak. Bunda hiç şüphe yok” diye yazan Weisbecker’ ın 1980’lerde bugünü görmüş olması da ayrıca enteresan bir nokta. Yurt dışında kuantum terapileri  ne zamandır gündemde  bilmiyorum ama ülkemize bakınca  pratik uygulamaları hakkında  ayrıntılı bilgim olmasa da -en ilkel yorumla, yani benim anladığım şekliyle, vücudumuzda bulunan her bir atomun içindeki kuarklara bulaşıp evrene yayılan ve bize ev, araba, sevgili vs. olarak geri dönen olumlu düşünceler kuramı- popüler kültürün parçası haline gelen düşünce sisteminin  romanda*  anlatılan kuantum’la  neyseki** pek ilgisini göremediğimi, konu  hakkında daha fazla fikir sahibi olmak, “hayatınıza doğru bir perspektiften bakmak”  ya da  sadece eğlenceli zaman geçirmek için bile bu romanın okunası olduğunu söyleyebilirim. 

*Romanı okumaya karar verdiyseniz bence şimdiden dipnotlara alışın. (Yazar da aynı fikirde) 

**“neyseki” derken düşündüğüm konu kuantum fiziğinin yaratıcılarından Niels Bohr’ un romanda gördüğüm cümlesinden kaynaklanıyor.  Bohr demiş ki  “ Kuantum kuramıyla ilk karşılaştıklarında dehşete kapılmayanlar herhalde onu anlamış olamazlar” benimde aklıma şu soru takıldı: çok sevip bağrımıza bastığımız, öğrenmek için sürüyle kitap okuyup, kurslarına gittiğimiz kuantum’u  olduğu gibi mi, işimize geldiği gibi mi anlıyoruz? Bana kalırsa olumlu hislerimizi evrene gönderip bir cevap beklemek, fırtınanın ortasında şemsiyeni düzgün tutmaya çalışmakla aynı şeye tekabül ediyor. Her ikisini de gerçekleştirdiğimize inansak bile ilki mikrokozmik, ikincisi de makrokozmik düzeyde sadece bizim hayalimizden ibaretler. 

“Aslında madde, Evrenin tamamı, esasta madde-dışı. Başka bir deyişle, gerçek anlamda muz maddesi diye bir şey yok. Basite indirgeyecek olursak, bu muz dalgalardan oluşuyor ve bu dalgalar da olasılık dalgaları. Başka bir ifadeyle, bu muz bir olasılıkla var. Hâlâ istiyor musun?”  (Kozmik Haydutlar)