reklam 1

22 Şubat 2010 Pazartesi

BARBARA PYM’ in KADINLARI

Barbara Pym'in "Kusursuz Kadınlar" ını ilk okuduğumda mükemmel bir film olurdu diye düşünmüştüm. Aradan epey zaman ve bolca roman geçmesine rağmen diyalogların daha doğrusu Mildred'ın monologlarının çoğunu hala hatırlayabiliyor, karakterleri, sahneleri gözümde canlandırabiliyorum. İyi roman bu tür bir etki mi yaratmalı bilemem ama Kusursuz Kadınlar böyle bir roman. Birkaç gün önce, Barbara Pym'in diğer kadın karakterleri ile tanışmamı sağlayan iki romanını, "Karşılık Görmeyen Aşklar" ve "Sonbahar Kuarteti" ni buldum. Favorim hala Kusursuz Kadınlar olsa da her iki romanıda çok sevdim.

"Kusursuz Kadınlar", Barbara Pym'in yayımlanan ikinci romanı. Savaş sırasında katıldığı donanmadaki kadın subaylar ile savaştan sonra çalıştığı Afrika enstitüsünde karşılaştığı antropologlar hakkındaki gözlemlerinden oldukça yararlanmış bu romanında. Ana karakterimiz Mildred, 30 yaşını geçmiş, hiç evlenmemiş, ailevi bağı bulunmayan, gününün yarısını muhtaç kadınlara yardım derneğinde, kalan zamanını da kilisedeki işlerle geçiren, kimseden bir beklentisi olmayan ya da öyleymiş gibi görünen ama ihtiyaç duyulduğunda daima orada olduğu bilinen "kusursuz" kadınlardan. Romanın ikinci sayfasında, kendisini "sıradan kadınlara ümit veren", "hikâyelerini birinci tekil şahıs kullanarak anlatan Jane Eyre'den" ayırsa da bence anlatıyı diğerlerinden farklı ve eğlenceli yapan en önemli özelliği birinci tekil şahıs kullanılarak yazılmış olması. Bir tarafta Mildred'ın sakin görüntüsü diğer tarafta samimi itirafları ve ironik bir dille aktardığı isabetli yorumları tam bir zıtlık yaratıyor.


Karşılık Görmeyen Aşklar 1961’ de yayımlanmış. Dulcie, 30'lu yaşları geçmiş, “kendisinden daha zeki insanlar için basit, takdir görmeyen” işler yaparak geçinen, evliliğin kapısından dönmüş ve Mildred gibi "ihtiyaç duyulduğunda" akla gelen "kusursuz" bir kadın. Başkalarının hayatını yaşamanın daha güvenli ve rahat olduğuna kendini inandırmaya çalışsa da aşkı, evliliği, ilişkileri, kadınları ve erkekleri araştırmacı bakış açısıyla sorgulamaktan vazgeçemiyor.

Barbara Pym,1971'de göğüs kanseri olduğunu öğrendikten sonra yazmış Sonbahar Kuarteti'ni. Aynı ofiste çalışan, altmış yaşlarında, yalnız yaşayan ve yakın akrabaları olmayan, çalıştıkları yıllar içinde birlikte öğle yemeği bile yemeyen, birbirlerinin hayatına belirli bir mesafeden bakmayı görev bilen iki erkek ve iki kadın. Romanın kadın kahramanları, Letty ve Marcia, emekli olduktan sonra yeni hayatlarına alışmaya çalışırken, yalnızlıkla ve ölümle pek de kendilerinden beklenmeyecek bir şekilde yüzleşiyorlar.

Birçok açıdan Jane Austen'e benzetiliyor Barbara Pym. Her ikisininde romanlarında yaşantı ve gözlemlerin yeri büyük, kullandıkları ironik dil de diğer bir ortak nokta. Barbara Pym’de Jane Austen gibi "sıradan hayatların" yazarı olarak biliniyor. Bence aralarındaki en büyük fark roman karakterleri. Pym'in kadınları orta yaşı geçene kadar romantik hayallerle yaşarken, Austen kadınları gerçeğe daha erken yaşlarda vakıf oluyorlar. Belki bu yüzden, Austen romanları "mutlu sonlarla" biterken, Pym'in romanları geride sadece bir takım ihtimaller bırakıyor. Sonbahar Kuarteti' nde Letty' nin de söylediği gibi "... hayatın hala değişim yönünde sonsuz olasılıklar sunabileceğini" hissettiriyorlar. Diğer romanlarının çevirilerininde yapılması dileğiyle...

Yazar Hakkında:

Barbara Pym, 1913'de doğmuş. İlk romanı "Young Men in Fancy Dress" i on altı yaşında yazmış. On sekiz yaşında Oxford, St. Hilda kolejde İngiliz edebiyatı okumaya başlamış. Okulu bitirdikten sonra İkinci dünya savaşı sırasında deniz kuvvetlerinde çalışmış. Savaştan sonra Uluslararası Afrika Enstitüsünde işe başlamış ve kısa süre sonra burada yayımlanan derginin editör yardımcısı olmuş. 1950'de "Some Tame Gazelle" in basımıyla yazar olarak tanınmaya başlamış. 1952'de "Kusursuz Kadınlar" (Excellent Women), 1953'de "Jane and Prudence" 1955'de "Less Than Angels" 1958'de "A Glass of Blessings" ve 1961'de Karşılık Görmeyen Aşklar" (No Fond Return of Love) yayımlanmış. 1963'de yazdığı "Unsuitable Attachment" zamanın gerisinde kaldığı, gerekçesiyle sadece kendi yayıncısı değil kitabı gönderdiği diğer yirmi yayıncı tarafından da reddedilmiş. Pym, yazdıklarından kimsenin hoşlanmayacağını düşünse de roman yazmaya devam etmiş. Kendisinden on yedi yaş küçük birisiyle yaşadığı ilişkiden esinlenerek yazdığı "The Sweet Dove Died" da yayımlanamamış. 1971'de göğüs kanseri olduğunu öğrenmiş ve ameliyattan sonra enstitüden emekli olup kız kardeşiyle şehir dışında yaşamaya başlamış. "Sonbahar Kuarteti"ni de (Quartet in Autumn) bu dönemde yazmış ama yine reddedilmiş. Kaderi 1977'de Times Literary Supplement'de önemli eleştirmenlerce "yüzyılın değeri bilinmeyen yazarı" olarak adlandırılmasından sonra değişmiş. Önce "Sonbahar Kuarteti" ardından "The Sweet Dove Died" basılmış her iki romanda eleştirmenlerden büyük övgü almış ve sonra tüm romanları yeniden yayımlanıp birçok dile çevrilmiş. Ama kadere bakın ki kanser tekrar ortaya çıkmış ve tedaviye cevap vermemiş. Son romanı "A Few Green Leaves"i ölümünden kısa bir süre önce bitirebilmiş. Barbara Pym 1980'de altmış altı yaşında göğüs kanserinden ölmüş.

12 Şubat 2010 Cuma

"THE CATCHER IN THE RYE" J.D.SALINGER


Mel Gibson'la, Julia Roberts'ın oynadığı Komplo Teorisi'ni başından sonuna kadar olmasa da yüzlerce kez izlemişimdir. Genellikle tesadüfen rastlarım ve her seferinde çok eğlenir, bu arada Gibson'ın elinden bırakmadığı kitabın adını öğrenebilmek için uğraşır, film bittiğindeyse kesinlikle hatırlamam. Geçenlerde Mel Gibson'ı Jay Leno Show'da izleyince yine o kitabın adı takıldı aklıma. Bir süre internette uğraştıktan sonra aniden ismi hatırlayıverdim. Şu hafıza dedikleri şey hakkaten garip çalışıyor. "The Catcher in the Rye", John Lennon'ın katilinin elindeki ünlü kitap. Doğal olarak hemen Türkçesini bulmaya çalıştım ama sonuç tam bir hayal kırıklığı oldu.

Romanın Türkçesi önce "Gönülçelen" sonra da "Çavdar Tarlasında Çocuklar" adıyla çevrilmişti, kitapçılarda rastladığımda ismi Kemalettin Tuğcu romanlarını çağrıştırdığı için okumayı hiç de canımın çekmediği o kitabın bu kitap olmasına da bir türlü inanamadım. Önyargılıyım belki ama elimde değil çocukken de Kemalettin Tuğcu romanlarına yaklaşamazdım bir türlü. Bu yüzden, yakınlık hissedeceğim bir şeyler bulurum da kitabı okuma bahanesi yaratırım umuduyla yazarı J.D Salinger'ı ve romanını araştırmaya başladım. Yazarın, çok kısa bir zaman önce 27 Ocak 2010’ da doksan bir yaşında öldüğünü, hayatının büyük kısmını hayranlarından saklanarak geçirdiğini, bu yüzden hakkında bir sürü efsane üretildiğini öğrendim. Romanın konusu için yazılanlar -ergenlik çağı bunalımları, yetişkin olma mücadelesi, yabancılaşma vs- pek ilgimi çekmese de bir dönemin kült romanlarından olduğu anlaşılan, liseli gençler arasında popüler olsa da aslında yetişkinler için yazıldığı söylenen romanı ne kaybetmişim acaba düşüncesiyle alıp okumaya başlamam uzun sürmedi.

Bilinç akışı tekniğiyle, 1940'ların Amerika' sında yaşayan on yedi yaşındaki bir gencin dilinden yazılan roman, belki hikâye demek daha doğru olur, ilk cümlesiyle sizi yakalayıp sonuna kadar da soluksuz sürüklemeyi başarıyor. Anlatım tarzının doğallığı, başarıyla çizilmiş karakterinin insanlara ve olaylara bakışı hikâyeyi tekrar tekrar okunası kılıyor. Bu arada, çok kolay okunması çok kolay yazıldığı gibi bir his uyandırsa da anti-kahramanımızın, nefret ettiği o "yapmacık" tavra hiçbir cümlede yaklaşmaması, çelişkilerinin ayarlanmış dozu ve abartısız duygusallığı, onu bildiğimiz Amerikan gençlik filmi karakterlerinden ayırıp yazarını da farklı bir yere koymamızı sağlayan özellikler.

Kahramanımız Holden Caulfield, yetişkin dünyasının resmini ergenlik çağında bir çocuğun gözüyle çizerken;

normal olmak adına kendi anlattığı masallara inanan,

hayatı "kurallarına göre oynanması gereken bir oyun"

gibi gören biz yetişkinlerin mi,

yoksa

"Oyunmuş, kıçımın kenarı. Oyun, öyle mi? Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya öteki takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı, bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun".

diye düşünen çocukların mı daha gerçekçi oldukları sorusunu akla getiriyor. Tam zamanında okumuşum, iyi ki de okudum diyorum.

Diğer kitapları:
Çavdar Tarlasında Çocuklar(1951)
Franny ve Zooey (1961)
Dokuz Öykü (1953)
Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar (1963)
Seymour: Bir Giriş (1959)

5 Şubat 2010 Cuma

KİM KORKAR SHAKESPEARE ‘DEN

Ne zaman karşılaşsam sayfalarını hızla çevirip bir iki cümle okumadan geçemediğim ama yazarları gözümü korkuttuğundan bir türlü cesaret edip alamadığım, okuyamadığım kitaplar vardır. Shakespeare'in oyunları meselâ, yüzlerce belki binlerce yorumu vardır onların. Yazar için ne mutlu ancak okuyucu için de aynı oranda ürkütücü. Kılavuz kitaplar eşliğinde okumak istemediğimden, Shakespeare'in yazdıklarından bihaber kalmakla, Macbeth'i alıp, içinde debelendikten sonra tek bir mana bulamadan kapağını kapatmak!

Hangisi daha utanç verici olur sorusuyla otuz beş yaş sınırına biraz kala, Virginia Woolf'un bir makalesinde adına rastladığım Charles Lamb için kimdir bu adam araştırması yaparken keşfettiğim, çocuklara yönelik hazırlandığı özellikle belirtilen Tales From Shakespeare'i kurtarıcı gibi görmüş olmam şaşırtıcı gelmez sanırım. Bir anda Charles Lamb'i ikinci plana itip ya şimdi ya da hiç diyerek Shakespeare'in yirmi oyununun hikâyeleştirildiği kitaptan, üstelik bir de resimli versiyonunu bulduktan sonra, kendime başkaca mazeret yaratmadan Othello'yu okumaya niyetlensem de konumuz Shakespeare olduğundan genelde çabucak geçtiğim önsözden başlamaya karar verdim.

Kitap, Shakespeare'e giriş niteliğindeymiş, trajediler hikâyeleştirilirken onun kelimeleri kullanılmış, diyaloglara eklenmesi gereken kelimeler de yine o dönemden seçilmiş. Komedilerde ise düz yazının biçimsel özelliklerinden çok gençler düşünülerek diyaloglar özgür bırakılmış, Shakespeare'in kelimelerine mümkün olduğunca sadık kalınmış. "o dedi", "bu dedi" gibi şeyler gençlerin kulağına bıktırıcı gelirse onlar üzülmemeliymişler çünkü bu bir kaç ipucu ilerde onları bekleyen büyük hazineyi önceden tatmalarını sağlayacakmış.

Shakespeare'in her yerde bahsedilen şu muhteşem kelimelerini okurken aynı zamanda ana temayı da anlayabilecek olmak iyi bir başlangıç sayılırdı. Büyük hazineye adım adım yaklaşıyordum. Heyecanla önsöze devam ettim.

Her çocuk tarafından kolayca okunabilmesi istense de konuları itibariyle bu bazen zor bir görevmiş çünkü kadınların ve erkeklerin tarihini genç beyinlere tanıdık terimlerle anlatabilmek kolay iş değilmiş. Genç erkekler, kızlara göre çok daha erken yaşlardan itibaren babalarının kütüphanesini kullanmak için izinli olduklarından ve dolayısıyla kız kardeşlerine bu erkekçe kitaplara bakma izni verilmeden çok önce Shakespeare'in en iyi sahnelerini ezbere bildiklerinden, yazar, hikâyeleri onlara önermek yerine, kız kardeşlerinin bazı güç bölümleri anlamalarını kolaylaştırmak için bu genç centilmenlerin nazik yardımlarını talep ediyormuş. Ve güçlüklerin üstesinden gelmesine yardım ederken belki onlar hikâyelerin içinden beğendikleri bazı bölümleri (genç bir kız kardeşin kulakları için uygun, dikkatle seçilmiş olanları) okurlarmış ve kız kardeşler mükemmel olmayan bu özetlerin birinden hikâyenin geneli hakkında fikir sahibi olabilir, anlayıp zevk alabilirmiş. Kitabın, küçük kızların, oyunların tümünü okuyacak kadar büyümeyi dilemelerinden (ki bu tür bir dilek ne huysuzluk ne de mantıksızlık etmekmiş) başka bir negatif etkisi olmayacağı umuluyormuş. Sonuç olarak "genç bayanlar" bu kitabın başlıca yazılma amacıymış.

Tekrar tekrar okuduğum önsözün, fazlaca mütevazi bir sesle yazıldığını düşünürken, kitabın hazırlanma amacının öncelikle "genç bayanlar" olduğu açıklamasıyla, yirmi birinci yüzyılda, kendi kütüphaneme sahipken, üstelik önsözde bahsedilen yaş sınırını da çoktan geçmişken beni Shakespeare okumaktan alıkoyan yetersizlik hissinin nereden bulaştığını ve hangi nedenlerin Charles Lamb'i kadınlara bu türden bir iyilik yapmak zorunda bıraktığını bulmaya çalışıyordum. Her satırdan buram buram yükselen pozitif ayrımcılık kokusunu garipseyerek, Shakespeare okuma telaşıyla pek dikkat etmediğim başlık kısmına geri döndüm.

Hikâyeler iki kişi tarafından yazılmıştı "Charles ve Mary Lamb". 1800' lerde kendi ismini kullanan kadın yazar fikri tuhaf gelse de Tales From Shakespeare çocuk kitabı sayıldığından bir derece makul görülebilirdi. Yine de ben Google'a Mary Lamb yazmadan Othello'yu okumaya başlayamadım. İşte Mary Lamb'in Külkedisi’ni kıskandıracak hayatı hakkında öğrendiklerim.