reklam 1

18 Kasım 2013 Pazartesi

Oklukirpi, Julian Barnes


Julian Barnes'la devam, zira kendisinin “siyasal taşlama” türündeki novellasını ikinci kez, yine büyük bir zevk ve şaşkınlıkla okudum. Çok farklı bir Julian Barnes var karşımızda. Flaubert'in Papağanı, Bir Son Duygusu ve Korkulacak Bir Şey Yok'un okurla sohbet halindeki yazarı bu kez araya epey bir mesafe koymuş. Kişisel alandan çıkıp politikaya üstelik kendi ülkesinden çok uzak ve çok farklı bir coğrafyanın sorunlarına dalmış ama hani bizde “ciğerini bilmek” diye bir deyim vardır ya işte karakterlerini öylesine içeriden anlatmış ve bana kalırsa çok, çok şaşırtıcı bir performans sergilemiş.

Flaubert'in Papağanı romanında, Flaubert'in edebiyat anlayışını aktarırken “Üslup temanın bir işlevidir. Üslup, bir roman konusuna zorla kabul ettirilemez, tersine ondan doğar. Üslup düşüncenin gerçeğidir. Doğru sözcük, gerçek ifade, yetkin cümle her zaman “orada” bir yerdedir; hangi aracı kullanırsa kullansın, yazarın görevi bunların yerini saptamaktır.” diyen Barnes, Oklukirpi' de bunun çok güzel bir örneğini veriyor. Adını bilmediğimiz Doğu Bloğu ülkelerinden birinde, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte komünist rejimin yerini kapitalizme bırakmasının ve yönetimin demokratikleşmesinin ardından 33 yıldır yönetimde olan eski liderin adalet önüne çıkartılmasını anlattığı romanda tema tarafından yaratılan bir üslup ve kurgu görüyoruz.


Eski komünist partili ve şimdi demokrasi savunucusu olan hukuk profesörü Petro Solinski, başkan Stoyo Petkanov ile kişisel bir hesaplaşma anlamına da gelecek bu davada savcılık yapmaya gönüllü olur. Ama eski başkan kolay lokma değildir. Savcı suçlamalarını destekleyecek delil bulamazken Başkan ve eski çalışanları her iddiaya kılıf uydurmakta gayet “başarılı” dırlar.
Politbüro'nun eski üyesi, Ventsislav Boyçev. Eski başkan tarafından oğluna verilen dolarların eğitim amacına yönelik olduğunu, bu paranın genç adamın teknolojiye ilgisini özendirmek için verildiğini savundu. Oğlunun bu parayı niçin bir Kawasaki'ye ve bir BMW'ye harcadığı sorulduğunda ise, Bay Boyçev ülkenin savunma kapasitesini arttırdıklarını, çünkü motosikletçiliğin hala askeri hizmetlere elverişli bir spor olduğu yanıtını verdi. Oğlunun niçin yaygın  olan Sovyet yapımı modellerden almadığı sorulduğunda, Bay Boyçev, kendisinin bir sürücü belgesine sahip olmadığını ve bu konuda daha fazla fikir  yürütecek kadar bilgisi olmadığını söyledi.”


Julian Barnes'ın diğer kitaplarında gördüğümüz alaycılığa varan ironi kullanımı Oklukirpi'de zirve yapıyor. Davayı TV'den izleyen gençler; Vera, Atanas, Stefan ve Dimitri, duvarından Lenin'in portresini indirmeyen nine, Tuğgeneral Ganin, muhalif Kovaçev, başsavcının karısı Maria Solinski, ellerinde tencereleriyle sokağa dökülen kadınlar, tabi ki eski başkan ve başsavcı, kısacası karakterlerin her biri de bu iç acıtan komedinin bir parçası oluyor.
Herkes nelerin olup bittiğini biliyordu, herkes bunları o zaman da biliyordu. Ne var ki, kendisi gibi kimseler bütün bu işleri yürüten adama karşı bir dizi suçlama yöneltmeye çalıştığında sanki bu türden hiçbir şey olmamış gibiydi. Ya da daha doğrusu olan bitenler sanki bir bakıma normalmiş gibiydi ve bu yüzden de neredeyse bağışlanabilirlerdi. Çılgın zamanlarda bile normalliğin suç ortaklığı söz konusuydu.”

14 Kasım 2013 Perşembe

Korkulacak Bir Şey Yok, Julian Barnes

Yirmi yıldan da fazla bir zaman önce yazılmış güncemde şu kaydı buluyorum: İnsanlar ölüm üzerine, “Korkulacak hiçbir şey yok” diyorlar. Bunu çabucak, öylesine söylüyorlar. Şimdi bunu yeniden, yavaşça, bir kez daha vurgulayarak söyleyelim. “Korkulacak HİÇBİR ŞEY yok.”
Sırada yine Julian Barnes'dan, bu kez otobiyografi-deneme arası, dolu dolu bir kitap var. Yazar, ateist olarak geçirdiği gençlik dönemini ve kendisini agnostik olarak tanımladığı orta yaş sonrasına ait anılarını aktarırken, bir taraftan da tatlı, tatlı ölümden ve ölüm korkusundan bahsediyor. Ayrıca, Flaubert, Camus, Rossini, Ravel, Rahmaninov, Şostakoviç, Zola, Stendhal, Wittgenstein, Jules Renard, Montaigne, Edith Wharton, Goethe, Somerset Maugham gibi enteresan kişiliklerin, ölüm hakkındaki düşüncelerini, yaşamlarından ve kimi zaman da ölümlerinden anekdotlar eşliğinde öğreniyoruz.
Mesela; Rahmaninov, sürekli ölümden konuşurmuş. “İnsanlar ölüm hakkında daha erken yaşta düşünmeye başlasalar, daha az aptalca hatalar yaparlardı” diyen Şostakoviç ise ölüme hazırlamanın gerekliliğini savunanlardanmış. Montaigne' de, “birine nasıl ölüneceğini öğretirseniz, o zaman o kişiye nasıl yaşanacağını da öğretmiş olursunuz.” derken, ölümü sürekli akılda tutmayı tavsiye ediyormuş. “Okumadan ölmeye kadar her şey öğrenilmeli” diyen Flaubert'in arkadaşı Turgenyev ise “yaşamın en ilginç bölümünün ölüm olduğuna” kanaat getirmiş.
Platoncular ölümden sonra her şeyin iyileşmeye başladığına inanıyorlardı. Öte yandan Epikurosçular, ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanıyorlardı. Görünüşe bakılırsa (“görünüşe bakılırsa” ifadesini “ağabeyim bana aynı zamanda şunu söyledi” anlamında kullanıyorum) bu iki geleneği antikite yazarlarına özgü neşeli bir ya /ya da tarzında bir araya getirmiş: “Ölümden sonra, ya daha iyi hissediyoruz ya da hiçbir şey hissetmiyoruz.””

Julian Barnes, insanların dört kategoriye ayrılabileceğini düşünüyor. Sıralamanın en üstünde, iyi durumda olanlar yani “İnançları olduğu için ölümden korkmayanlar” ile “İnançları olmamasına karşın ölümden korkmayanlar.”var. Diğerleri ise “İnançları olmasına karşın kendilerini eski, içten gelen, ussal korkudan kurtaramayanlar” ile son sıradakiler yani “Ölümden korkan ve hiç inancı olmayan”lar ki kendisini de bu kategoriye dahil ediyor. Felsefeci ağabeyinin tersine, Julian Barnes yok oluşun hoş bir şey olduğuna ikna olmuş değil. Sonsuz yaşamın eziyet haline gelebileceği, ölümün doğacak diğer canlılara yer açmak için gerekli olduğu ya da aşırı değer verilmiş benliğin yaşam süresinin uzamasının insanın hem kendisi hem de çevresi için sıkıntı yaratacağı ve daha da fenası Ben'in yaşamının ya da ölümünün, onu tanıyan birkaç kişi dışında dünyanın geri kalanının zaten umurunda olmadığını ileri süren tezlere karşı gayet eğlenceli antitezler ortaya koyuyor.
Gelgelelim dünyanın kayıtsızlığı, insanlardaki benbenciliği pek ender olarak azaltmıştır. Gelgelelim evrenin bizim değerimiz konusundaki yargısı pek ender olarak kendimizinkiyle uyuşur. Gelgelelim yaşamayı sürdürecek olursak, kendimize ve başkalarına sıkıntı vereceğimize inanmakta zorluk çekeriz (öğrenilecek çok sayıda yabancı dil ve müzik enstrümanı, denecek çok sayıda kariyer, yaşayacak çok sayıda ülke, sevecek çok insan vardır ve bunlardan sonra her zaman için tango kayak yarışı, ve sulu boya sanatına bel bağlayabiliriz...)”

Freud'un söylediği gibi bilinçdışımızın “ ölümümüze inanmaması ve sanki ölümsüzmüş gibi” davranmasına benzer biçimde, İspanyol iç savaşını yazan Arthur Koestler'e göre de ““akıl, kendini ölümle yüz yüze bulduğunda çeşitli hilelere başvurur: Bizi aldatmak için “merhametli uyuşturucular ya da coşku veren uyarıcılar” üretir”. Ama burada küçük bir sorun var gibi görünüyor: Ben ya da Ego diye düşündüğümüz şeyin bir yanılsamadan ibaret olması. Barnes'ın söylediğine göre; bilimadamlarının çalışmaları ““yeri saptanacak 'benlik'diye bir şeyin”olmadığı yönünde. Ego kuramının yerine “Demet” kuramının yani “bizim sadece belli başlı neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak bir araya gelmiş beyinsel aktiviteler dizisi olduğumuz” düşüncesinin geçmesiyle hayatımızı ve de ölümümüzü yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir.
    Ancak bu demet kuramı mümkün olan bir başka ölüm stratejisini akla getiriyor. Eski moda, yaşarken inşa edilmiş, sevilebilir olmasa bile en azından sahibi için temel önemde bir benliğe yas tutmaya hazırlanmaktansa, eğer bu ben gerçekte hayal ettiğim ve hissettiğim gibi var değilse, o zaman niçin ben ya daben, onun yasını peşinen tutuyorum argümanını bir düşünün. Bir yanılsamanın yasını tutmak bir yanılsama olurdu, demetlerin dağılıp yok olması konusunda üzüntülere kapılan salt rastlantısal bir demet. Bu argüman inandırıcı olabilir mi? Ölümün içinden, kayanın içinden geçen bir nötrino gibi geçebileceğini kanıtlayabilir mi? Merak ediyorum bunu; bu argümana zaman tanımam gerekecek.” 
    Ve bir diğer karmaşa da evrim meselesinden çıkıyor. Yazar, altı milyar yıl sonra dünya ile yok olup gidecek olanın bizler değil, çok daha farklı bir tür olacağını ve insanın da soyunun gelecek bir dönemde dinazorlar gibi tükenerek yerini başka türe; uyum sağlama yetenekleri daha gelişkin bir türe bırakacağını düşünüyor. Yani bu durumda gelecek kaygısı taşımamız ya da genlerimizin çocuklarımız sayesinde geleceğe aktarılmasıyla bir çeşit ölümsüzlük yakalama düşüncesi biraz manasız kaçıyor.
    Belki de üçüncü soy tükenişi bizi de ortadan kaldıracak ve dünyayı...şeylere bırakacak? Kınkanatlılara mı? Genetikçi J.B.S. Haldane, eğer Tanrı varsa, “Kınkanatlılara karşı ölçüsüz bir düşkünlüğü var”olmalı diye şaka yapardı; çünkü Tanrı onların 350.000 türünü yaratmıştı.” 

    Peki ya Tanrı? Julian Barnes, Pascal'ın ünlü bahsini hatırlatıyor. “İnanırsanız ve Tanrı'nın var olduğu ortaya çıkarsa, kazanırsınız. İnanırsanız ve Tanrı'nın var olmadığı ortaya çıkarsa, kaybedersiniz; ama inanmamayı seçtiğiniz durumda kaybedeceklerinizin yarısını bile kaybetmezsiniz, tabii ölümünüzden sonra Tanrı'nın gerçekten de var olduğunu keşfetmek üzere.” Günümüzdeyse özellikle şu evren meselesi, melek terapileri ve her gün bir yenisi çıktığından adını bilmediğim teorilerin de etkisiyle Tanrı ve ölümden sonraki durumumuz konusunda akıllar iyice karışmış gibi. Julian Barnes'ın bu durum için de eğlenceli bir yorumu var:
    Dinsel tutum anketlerinde sık sık rastlanan bir yanıt da; “Kiliseye gitmiyorum ama kendi kişisel Tanrı görüşüm var” gibisinden bir şeydir. Bu çeşit ifadeler de karşılığında beni bir filozof gibi tepki göstermeye sevk ediyor. Aşırı duygusalca, diye haykırıyorum. Sizin kendi kişisel Tanrı görüşünüz olabilir; ama Tanrı'nın size ilişkin Kendi kişisel görüşü var mı? Çünkü önemli olan bu. Tanrı ister göklerde oturan ak sakallı bir ihtiyar olsun, ister yaşamsal bir güç, çıkar gözetmeyen bir ilk hareket ettirici ya da saatçi olsun, ister bir kadın, bulutumsu bir ahlaki güç ya da Hiçlik olsun, önemli olan O Adam'ın ya da Kadın'ın ya da bu Hiçlik'in sizin hakkınızda ne düşündüğüdür, yoksa sizin O'nun hakkında ne düşündüğünüz değildir. Tanrılığı işinize yarayan bir şey olarak yeniden tanımlama düşüncesi güldürecek kadar acayip. Tanrı'nın adil, iyiliksever ya da hatta yalnızca gözlemci olması da -ki bunlar konusunda şaşırtıcı bir şekilde pek az kanıt var- önemli değil, sadece onun var olması önemli.”  
    Serdar Rifat Kırkoğlunu'nun çevirisiyle müthiş keyifli hale gelen kitap hakkında yazmak istediğim yüzlerce şey var. Bellekten, penguenlerden, Jules Renard'dan, Stendhal'dan, limon masasından, genlerden, Somerset Maugham'dan, kurmaca-gerçek ilişkisinden ve daha bir sürü başka konudan bahsedemedim bile ama tüm kitabı buraya alıntılamadan önce bitirsem iyi olur. Son bir şey, daha doğrusu felsefe eğitimi almış biri olarak, sonuna kadar katıldığım ve Julian Barnes gibi iyi ifade edemesem de söylemeye çalıştığım bir şey:
    "Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”



3 Kasım 2013 Pazar

Bir Son Duygusu, Julian Barnes


Kısa bir Flaubert arasından sonra Julian Barnes'a devam. Flaubert'in Papağanı'nı okuduktan sonra bir koşu, yazarın diğer kitaplarına saldırmış ama burada yazmaya fırsat bulamamıştım. Sırada, Barnes'ın 2011 Man Booker ödüllü romanı Bir Son Duygusu var.

Roman, bir hastanenin kütüphanesinde gönüllü olarak çalışan, kendi halinde, sessiz sakin bir hayat sürdüren emekli tarihçi Tony Webster'ın ilk gençlik yıllarına ait anılarıyla başlıyor. Liseyi birlikte okuduğu, felsefi çıkışlarıyla farklı biri olduğunu hissettiren arkadaşı Adrian'da bu anıların merkezinde yer alıyor. Tony'nin yaklaşık kırk yıl öncesini hatırlamaya başlamasınınsa bir sebebi var. Okul yıllarında birlikte olduğu ve sonrasında Adrian'la yakınlaşan kız arkadaşı Veronica'nın sadece bir kez gördüğü annesinden kalan miras. Küçük bir miktar para ile beklenmedik bir şekilde genç yaşta intihar eden Adrian'nın günlüğü. Tony kendisine bırakılan günlüğü almak için yasal yolları deneyip bir sonuç alamayınca, yıllardır görmediği eski kız arkadaşı Veronica'yla iletişime geçer. Geçmiş yeniden ordadır ama pek de Tony'nin anılarındaki gibi değildir.

Anımsanan geçmişin ne kadarı bizim kurgumuz ya da kendimiz için yarattığımız imge gerçeklikle ne kadar örtüşüyor? Peki, hayatımız ya da biz olduğumuzu sandığımız gibi değilsek. Günün birinde kendimize kurduğumuz dünya bir anda tuzla buz olursa ve elimizde bize çok yabancı bir insan ve hayat kalırsa? Ve tabii en kötüsü de artık bir şeyleri değiştirmek, hatta pişmanlık hissetmek için çok geçse? Gençliğin hayalleri, yaşlılığın pişmanlıklarıyla birleştiğinde ortaya Julian Barnes'dan yaşam dersleri çıkıyor. Belki bazılarımız pişmanlık duymanın çok geç olmadığı bir noktadan hayatı yakalarız.
Yirmisindeyken hedefleriniz ve amaçlarınız konusunda kafanız karışık ve kesinlikten yoksun olsanız da yaşamın kendisinin ne olduğu konusunda, yaşamda ne olduğunuz ve ne olabileceğiniz konusunda güçlü bir duyguya sahipsinizdir. Daha sonraları... daha fazla belirsizlik, daha fazla görüş değiştirme, daha fazla sahte anılar olur. O zamanlar, kısa yaşamınızı bütünlüğü içinde anımsayabilirsiniz. Daha sonraları, bellek, parça parça bir şey olur çıkar. Bu tıpkı biraz, uçakların bir kaza sırasında olan bitenleri kaydetmek için taşıdıkları şu kara kutular gibidir. Eğer hiçbir şey olmazsa teyp kendini siler. Bu yüzden eğer gerçekten kaza yaparsanız, bunu niçin yapmış olduğunuz bellidir; eğer yapmazsanız, yolculuğunuzun seyir defteri çok daha belirsizdir.”