reklam 1

31 Mart 2010 Çarşamba

BON APPÉTİT, Julia Child



Mutfağa girip pasta ve yemek denemelerime yeniden başlamak için sabahı beklemem gerek zira saat şu anda 00.48. Gerçi benim için fark etmez ama ev halkını isyan ettirmemem gerek, o yüzden geceyi, sessiz sedasız çilekli pasta hayalleri kurarak ve izlediğim filmden bahsederek geçirip, yemek yapma iştahımı sabaha bırakmak en iyisi.

Julie and Julia” iki gerçek hayatın hikâyesi. Meryl Streep (Julia Child) ve Amy Adams (Julie Powell) başrollerde, yönetmen Nora Ephron.

Amerikalıların yemek zevkine yeni bir anlayış getiren Julia Child, 1950’ lerde kadınlar için zor olan şeyi, kariyer sahibi olmayı başarıyor, Julie Powell’ sa onu izleyerek hem mecazi hem de gerçek anlamda kendi hayatını yazıyor. Film, 2003 yılında yolları bir anlamda kesişen bu iki kadının hikâyesini paralel bir kurguyla anlatıyor.



Julia Child, kocasının elçilikteki görevi nedeniyle 1949’ da Fransa’ya gidiyor. Daha önce çalıştığı memuriyete dönmek istemediğinden, şapka yapımı, briç dersleri gibi başarısız birkaç hobi bulma girişiminden sonra gerçekten sevdiği tek işle yani aşçılıkla uğraşmaya, Fransız yemeklerini öğrenmeye karar veriyor.

Julie Powell ise 11 Eylül saldırısından sonra mağdurlara yardım etmek için kurulan büroda çalışırken, arkadaşının yazdığı makalede kayıp neslin örneklerinden biri olarak lanse edildikten sonra en sevdiği iki işi, yazarlığı ve aşçılığı bir araya getirerek blog yazmaya karar veriyor, tabiki hayran olduğu Julia Child’ın, Amerikalı'lar için hazırladığı Fransız yemek tariflerinden oluşan kitabını izleyerek. Amacı 365 günde 542 yemek tarifini denemek ve Julia'nın iddia ettiği gibi Amerikalı sıradan ev kadınlarının da bu yemekleri yapabileceğini kanıtlamak.  

Aynı zevki paylaştığım kadın karakterlerin, yemek yapmak gibi basit görünen bir işe tutkuyla sarılarak kendi yollarını çizdiği filmde, özellikle ilgimi çeken Julie’nin arkadaşlarıyla yemeğe daha doğrusu salataya çıktığı, sahne oldu. Hala öyle midir bilmiyorum ama bir zamanlar ülkemizde de öğle yemeklerinde salata “atıştırırken” dedikodu yapmak plaza çalışanları arasında pek modaydı. Hatırladıkça hala ürperdiğim sahneye filmde rastladığımda yediklerimizle, kişiliğimiz arasındaki ilişkinin tahmin ettiğimden de yakın olabileceğini düşündüm. Mutlu, sakin, olumlu, Julia Child gibi hayattan zevk alan biri olabilmek sanırım yemek tercihimizle yakından ilgili ve muhtemelen şekeri, yağı, tuzu, unu kesmeden, onun gibi uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmenin yolu da tatsız tuzsuz insanlarla yenen, tatsız tuzsuz salatalardan değil, lezzetli yemeklerden, zevk aldığın işi yapmaktan ve sevdiğin insanlarla birlikte olmaktan geçiyor.

Modernizme ve kapitalist yaşam biçimimize yemek üzerinden getirdiği eleştiri, "Julie ve Julia" nın artılarından sadece biri. Filmin başarılı oyuncularını, konusunu ve kurgusunu da çok sevdim. Tüm bunlar birleşince, yemek yapmanın iyileştirici gücünü, sıkıntılı zamanlarda zor tarifleri denemenin ya da yeni keşiflere girişmenin faydasını test edip onaylamış biri olarak filmle derin bağlar kurmam çok kolay oldu. Bende, insanlık denen kavramdan gittikçe uzaklaştığımı farkedip bir türlü sevemediğim işimden ayrıldığımdan beri ne istediğimi bulmaya çalışarak hayli vakit geçirdim ve hala geçiriyorum. Bunların arasında en tazesi blog yazmak olsa da yıllardır hayatımda hiç değişmeyen üç uğraş oldu: fotograf çekmek, okumak ve yemek yapmak. Belki gün gelir bende ikisini, üçünü birleştirmeyi beceririm kim bilir?

Not: Julie Powell’ın yazmaya devam ettiği bloguna
http://juliepowell.blogspot.com/
Julia Child’ın yemek tariflerine
ise http://www.pbs.org/juliachild/  adreslerinden ulaşılabiliyor.

27 Mart 2010 Cumartesi

“Seni Affetmemin Sebebi Kusursuz Olmayışın"

Öncelikle şunu söyleyeyim öyle her filmde ağlayan sulugöz biri değilimdir, en azından gözlerimden fışkırmaya hazırlanan suları tam vaktinde durdurma konusunda başarılı olduğuma inanırım. Ama bu kez hiç beklemediğim bir anda, ben ne olduğunu, niye olduğunu bile anlamadan şapır şapır akmaya başladılar. İzlediğim filmin adı “Mary ve Max”, Avustralya yapımı bir animasyon, yönetmeni ve senaristi Adam Elliot.

 Yıl 1976, Mary henüz sekiz yaşında. Biraz garip tipler olan anne-babasıyla Avustralya’da küçük bir kasabada yaşıyor. Çamur rengi gözleri ve alnında kaka renginde bir doğum lekesi var. En sevdiği çay Earl Grey, bir gün Earl Grey adında biriyle evlenip İskoçya’da, bir şatoda yaşamayı hayal ediyor.

Max ise kırk dört yaşında, New York’ da yaşıyor. “İsimsiz Obezler” toplantılarına katılıyor ama en sevdiği yiyecek çikolata olduğundan zayıflaması konusunda pek ümit yok gibi görünüyor.

Mary’nin telefon rehberinden seçtiği bir isme mektup yazarak Amerika’da bebeklerin nereden geldiğini sormaya karar vermesiyle başlayan mektup arkadaşlıkları çok uzun yıllar boyunca devam ediyor. Farklı kıtalarda yaşayan, aralarında epeyce yaş farkı bulunan Mary ve Max’in birçok ortak yanları olduğunu görüyoruz. Mesela, nedenleri farklı olsa da her ikiside çizgi film karakterleri olan Noblet’leri izlemeyi çok seviyor ve her ikiside çok yalnız.


Mary’nin masumca sorularla dolu mektupları Max’in hayatını biraz zorlaştırıyor, sekiz yaşındaki kızın sorduğu sorulara elinden geldiğince cevap vermeye çalışan Max, aldığı her mektuptan sonra kriz geçiriyor. Özellikle de aşkın ne olduğunu anlatması istendiğinde. Aşk gibi mantıksal açıklaması oldukça zor bir kavramla karşılaştığında, konu hakkında hiçbir tecrübesi olmayan Max uzun süre kendine gelemiyor.


Dünyayı fena halde karışık ve düzensiz bulan Max’in zihni mantıksal dizgelerle çalışıyor, insanları anlaşılmaz buluyor, yasakların neden sürekli çiğnendiğini anlayamıyor, düzenli hayatının akışını bozan olaylar karşısında panik atak geçiyor, duygularını ifade etmekte zorlanıyor, empati kuramıyor.

Kısacası, Max’de asperger sendromu var. Kendisini “rahatsız, hasarlı ve tedaviye muhtaç” görmese de “normal” insanların arasında yaşamak onun için hiç de kolay değil. Diğer tarafta ise Mary büyümenin zorluklarını aşmaya çalışırken, bilinmeyene doğru yaptığı yürüyüşte ailesinden çok Max’den destek görüyor.


 “Mary ve Max”  izlemeye değer, çok hoş, duygusal ve aynı zamanda eğlenceli, ironilerle dolu, gerçek bir dostluk ve yaşam hikâyesi.

19 Mart 2010 Cuma

“Fotoğraf Hiçbir Şeydir, Beni İlgilendiren Hayat....”

Efsanevi fotografçı Henri Cartier-Bresson’ın sarf ettiği bu sözleri günümüz pro-amatör fotografçılarından kaçının benimseyip arkasında duracağını düşünüyordum. Her gün istesek de istemesek de gözümüzün önünden geçen, zorunlu tanıklık ettiğimiz gürüntüleri akla getirince, Bresson’un cümlesinin üzerinden yüzyıllar geçmese de bizim hem fotografa hem de hayata bakışımızın o günden bugüne çok hızlı bir dönüşüm geçirdiğini fark etmemek, nereye gidiyoruz diye düşünmemek mümkün değil sanki. Dijital makinelerle birlikte, yaşlı teyzenin yüzündeki kırışıklıkların netliğinde ya da pencereden sarkan çocuğun teknik destekle dramatize edilmiş kocaman gözlerinde arıyoruz artık yakalanan anın birkaç milyon pikselin içine hapsedilmiş büyüsünü, anlamını ya da her ne diye adlandırıyorsak onu. Kapıdan çıkarken makineyi boynumuza asıp beyoğlu, eminönü, dere, tepe düz gidip sonra bilgisayarın başında yüz, iki yüz belki de binlerce görüntü arasından seçtiklerimizi photoshop’la yeniden yaratırken, bazen göz alıcı kırmızılar, içinde boğulmak isteyeceğimiz maviler bazen de nostaljik siyah-beyaz an’lar organize ederken hep ıskaladığımız, unuttuğumuz bir şey var gibi ...

17 Mart 2010 Çarşamba

Her Şey Aydınlandı Jonathan Safran Foer


Yığınla tecrübeden sonra kitap seçimi benim için gizemli bir olaya dönüştü
öyle ki artık benim kitapları değil kitapların beni seçtiğini düşünmeye başladım. Demek ki aslında okumam gereken buymuş deyip kaderime razı, belirli bir romanı almak için girdiğim kitabevinden hiç alakası olmayan bir başkasıyla çıktığımdan, listemi azaltma konusunda bir arpa boyu yol alamıyorum.

Geçenlerde annemin istediği kitabı alıp sağıma soluma bakmadan kitabevinden başarıyla çıktığım için laneti yendiğimi düşünüp kendi kendimi kutlayarak eve döndüğümde gururla uzattığım poşet açılıp içinden çıkan kitabın yarısının Fransızca olduğu anlaşılınca farkettim ki sipariş bile olsa kendi isteği dışında bir kitabı eve getirmem imkânsız.

Utana sıkıla değiştirmek için geri götürdüm. Amacım her ne kadar yeni kitabı anneme beğendirmek de olsa artık laneti kabullenmiş, üç saat uğraşsam bile seçimin bana değil onlara yani kitaplara ait olduğunu anlamış biri olarak, kasadaki arkadaşı da yormamak için fiyatı aynı olan ve kapağını beğendiğim bir romanı çok düşünmeden alıverdim.

Uzun zamandan sonra, henüz hayatta olan bir yazarın kitabı çantamdaydı ve dayanamayıp eve dönene kadar üç bölümünü bitirdiğimden ilk okuma hakkını da kendi kendime verdim. Kediyi merak öldürürmüş, ben de romanı bitirdikten sonra bir süre kendime gelemedim. Hikâyesi, kurgusu, karakterleri ve aktarımında çevirmenin büyük katkısı olduğunu düşündüğüm dili, ayrı ayrı takdir edilesi bir roman Her Şey Aydınlandı.

6 Mart 2010 Cumartesi

Gelecek ne kadar yakın?


Sıra sıra dizilmiş kahvelerden falcının biri çıkıp her şeyi söyleyiverse hoşuma gider miydi? Ne kadarını
öğrenmek isterdim acaba? Olacakları önceden bilsem de, kayda değer bir şey yoksa boşuna beklemesem kendi işime baksam derken bile kendi işimle kastettiğimin ne olduğunu dahi bilmediğimi farkediyorum. İşin aslı falcı ne söylese boş. Bunalımda mıyım?? Hayırrrr! Beni böyle oturduğum yere çivileyen kısacık bir cümle "ne istediğine dikkat et, bir gün gerçek olabilir" kim söylemiş ne zaman söylemiş bilmiyorum, cümle gerçekten böyle miydi onu da hatırlamıyorum ama benim için bu kadarı bile yeterince korkutucu. Durum böyleyken, şartlar, şurtlar vs. malesef bu yüzyılda, bi dakka ben bi düşüneyim, azıcık nefes alayım demek de zor olduğundan şimdilerde bende iyi şeyler olacağı hayalimi saklı tutarak, işi biraz hızlandırmak ve bilimsel hale sokmak için falcılardan fütüristlere geçiş yapmış bulunuyorum.

Türkiye'de Tüm Fütüristler Derneği "2005 yılında, sosyal yaşamın ve iş yaşamının gelecekte nasıl şekilleneceğine dair uzgörülerde bulunmak üzere multidisipliner çalışmalar yapmak” amacıyla kurulmuş. Bizim için yeni ama dünya için eski bir kavram fütürizm. 1909 yılında İtalya'da yayımlanan ilk manifestoyla fütüristlerin "Bizler müzeleri, kütüphaneleri yerle bir edip ahlakçılık,feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız" ve "Biz dünyadaki gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşa ve ölüme götüren güzel düşünceleri yüceltiyoruz" sözleriyle faşizmden yana tavır koyduklarını yazıyor Vikipedi'de. İyi şeyler dile, iyi şeyler olsun demiş atalarımız. Belki bu amaçla bizim fütüristlerimizde 2009 yılında ilk Türk fütürist manifestosunu yayımlarken çok daha olumlu uzgörülerde bulunmuşlar.

2 Mart 2010 Salı

“Agnes Grey”, Anne Brontë

"...Onun söylediklerini bir bir tekrarlamayışım sözlerinin okuyucuyu beni etkilediği kadar etkilemeyeceğini düşündüğümden; yoksa unuttuğumdan değil. Hayır, o sözleri pek iyi hatırlıyorum; çünkü o gün akşama kadar, daha sonraki günlerde de kim bilir kaç defa bunları düşündüm durdum! Çoğu kere sesini en ince tonlarına kadar hatırlıyor, koyu renk gözlerinin her pırıltısını, sevimli, belirsiz gülümsemesini hiç unutamıyordum. Korkarım ki, böyle bir itiraf size pek tuhaf gelecek, ama zararı yok: Ben gene de yazdım. Bunları okuyanlar yazarını tanımayacaklar ki." (Agnes Grey)

Yıllarca ihmal ettiğim kadın yazarların romanlarını okumaya başlamam sadece
bir iki yıllık bir süreç olmasına rağmen onlarla birlikte bambaşka bir dünyaya girdiğimi söylersem sanırım abartmış olmam. Özellikle de benim gibi biraz mecburiyetten biraz da alışkanlıktan ihmal etmişseniz kadınlara ait her romanı yeni bir keşif duygusuyla okumaya başlıyorsunuz. İşte Agnes Grey’de bu romanlardan. Yazarı Anne Brontë, ünlü Brontë kardeşlerin en küçüğü.

Anne Brontë, ilk romanı Agnes Grey’i 1847’de Acton Bell takma adıyla yirmi yedi yaşında yayımlamış. Jane Eyre’den önce yazıldığı halde yayıncının mali sorunları yüzünden ondan iki ay sonra basılabilmiş Agnes Grey ve böylece Anne Brontë, sıradan bir kadın kahramanı anlatıcı olarak kullanan ilk yazar olma ünvanını kardeşi Charlotte’a kaptırmış. Yazıldığı dönemde iyi satış rakamlarına ulaşsa da Emily’nin Uğultulu Tepeleri ve Charlotte’un Jane Eyre’i kadar ses getirmemiş. İçlerinde ablasının da bulunduğu birkaç eleştirmen tarafından Jane Austen’e benzetilerek sıradan ve tutkusuz olmakla suçlanmış. Bu konuda kesinlikle Charlotte’a katılmadığımı söylemem gerek. Jane Eyre ve Uğultulu Tepelerde kullanılan romantik ve gotik unsurlara yer vermediği için romanı tutkusuz olarak adlandırmak büyük haksızlık olur çünkü bambaşka bir şey var Agnes Grey’de. O, ne Jane gibi kurnaz ne de Cathy gibi ne yardan vazgeçerim ne serden diyenlerden, romanda da ne gaipten gelen sesler ne de hayaletler var. Diğer Brontë romanlarından çok daha sade, içten ve gerçekçi olması bir yana Jane Eyre ve Uğultulu Tepeler’i okurken aklıma sıkça gelen ...ee tutku tamamda onun kaynağı olması gereken aşk nerde? sorusunun cevabını veriyor Agnes Grey. Tabii ki romanda sadece aşk yok. Anne Brontë, kahramanı Agnes’la mürebbiye olarak yaşadığı zorlukları anlatırken, Viktorya döneminde, soylu kadınların hayatlarını, onlardan neler beklendiğini, vermek zorunda oldukları evlilik kararını ne şartlar altında ve hangi yönde aldıklarını da, çizdiği Rosalie karakteriyle göstermiş. Yazarın, büyük oranda kendi hayatından esinlenerek, içinde yaşadığı toplum için duyduğu kaygılarını ve eleştirilerini ön plana çıkarttığı bir roman Agnes Grey.