Kış
gelirken merak ettiğim en hayati konu, her ne kadar son yıllarda
performanslarından pek mutlu olmasam da Hollywood’un geleneksel
romantik komedi filmidir. Her 23 nisanda yağmur yağacağından
nasıl eminsem her ocak ayında sinemalarda yeni bir romantik komedi
filmi gösterileceğinden de o kadar eminimdir ve eğlence olsun diye
oyuncularını falan tahmin etmeye çalışırım. Kabul, bazıları
vıcık vıcık romantik zırvalıklarla doludur, bazıları
kadınları evlenmekten bazıları kariyerlerinden başka bişey
düşünmeyen takıntılı yaratıklar gibi gösterir ama bazıları
da vardır ki… iyidirler işte. Yani hiçbir şey söylemeseler de,
sinemadan çıktığınızda sizi karşılayan buz gibi havaya rağmen
yüzünüze geniş bir gülümseme yerleştirmeyi başarırlar. Gerçi
bana kalırsa bunun sorumlusu hikâyeleri ya da oyuncuları değil
müzikleridir ya neyse konumuz bu değil.
Yedisinden
yetmişine tüm karakterlerin gerçek aşkı buldukları bu
filmlerden bazıları klasik sayılabilir desem herhalde abartmış
olmam. Mesela “When Harry met Sally” , “Sleepless in Seattle”,
“French Kiss”, “ Green Card”, “Pretty Women” , “Love
Actually”,” Four Weddings and a Funeral”, “Notthing Hill”,
“Holiday”, tabiî ki Bridget Jones’un günlükleri ve yine
konumuzla hiç ama hiç alakası olmadıkları için bu aşk filmleri
listesi işine son vermek zorunda olduğumdan ismini sayamadıklarım.
Konumuzla
alakalı olansa Meg Ryan ve Tom Hanks’in başrollerinde olduğu
“You’ve Got Mail”. 90’ların sonundan, internetle ilişkimizin
yeni olduğu zamanlardan. Filmde kahramanlarımız bir şekilde sanal
alemde tanışıp kitaplar, insanlar, olaylar vs. hakkında
yazışırken hafiften aşık da olurlar. Ama gerçek hayatta rakip
olduklarının farkında değillerdir. Annesinden kalan çocuk
kitapları dükkanını işleten Meg Ryan’ın işi, hemen
yakınlarına açılan büyük kitap mağazası -ki sahibi Tom Hanks
oluyor- yüzünden tehlikededir… vs,vs.
Filmde
açık bir kapitalizm eleştirisi vardır - tabii bir romantik komedi
bunu ne kadar yapabilirse o kadar- kitaplar, özellikle çocuk
kitapları ve Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı’sı, sistemin
vahşi ellerinde romantizmin son kalesi olarak direnirken arka planda
dünyanın nereye gittiğine dair birçok ipucu gösterilir
izleyiciye. Bunlardan biri de yayınlandığı tarihlerde
Starbucks’la böyle içli dışlı bir ilişkimiz olmadığından
fark etmediğim ama gecenin bir vakti Tv de rastladığımda romantik
film keyfimi kaçıran cümlelerdi. Şöyle diyor Tom Hanks;
“Bence Starbucks gibi yerlerin var olma nedeni ömründe bir tek karar bile veremeyen insanları, bir fincan kahve içmek için altı karar birden vermek zorunda bırakmaktır. Uzun –kısa, sütlü-sade, kafeinli kafeinsiz, az yağlı-yağsız vs. Böylece kim olduklarını ve hayattaki amaçlarını bilmeyen insanlar 2,95 dolara sadece bir kahve almakla kalmıyor aynı zamanda kendini tanımanın müthiş huzurunu duyuyorlar”
Sezar
salata ısmarlayıp “içine sos ve yağ koymayın” diyen
insanları gördüğümde, -niye sadece marul siparişi vermiyorlar,
mesela “bir porsiyon marul istiyorum” yok ama bu pek şık olmadı
– bundan şüphelenmiştim. Ama şimdi Starbucks’la her şey daha
açık bir hale geldi. Birden bire aslında ne çok şey
istediğimizi/isteyebileceğimizi/ istememiz gerektiğini fark ettik.
Ne biliyim Starbucks dükkanlarına girdiğinizde size de garip
gelmiyor mu? Sanki yıllarca sade ya da sütlü nescafe diyen
insanlar biz değilmişiz gibi ardı ardına sıralıyoruz
tercihlerimizi. Sanki şey gibi… aniden kendimizi keşfetmişiz ve
bunu ifade etmenin en anlamlı yolunu bulmuşuz gibi. Sadece
Starbucks değil tabi ki. Günlük hayatımızda kendimizi ortaya
koymanın, diğerlerinden ayırmanın, ne kadar farklı olduğumuzu
göstermenin binlerce yolu var artık ya da en azından bize öyle
olduğu söyleniyor.
Tamam
anlatamadım ne demek istediğimi. Yeniden deneyelim ve bu kez
Baudrillard’ın, Zeitgeist belgeseli tadındaki kitabı “Tüketim
Toplumu”na başvuralım. Ama öncelikle, birilerinin dediği gibi
eğer bir şeylerin, “farkında” olmamız gerekiyorsa onların
tam da bu kitapta yazanlar olması gerektiğini, iç sıkıntınızın,
yorgunluğunuzun ya da mutsuzluğunuzun sorumlusunu bulamıyorsanız
bu kitabın size muhtemel adresi göstereceğini de söyleyeyim.
Baudrillard,
“nesneler çağında”, nesnelerle çevrelendiğimiz bir dünyada
yaşadığımızı söylüyor. Ama artık onların dolaysız
varlığıyla değil daha çok gösterdikleriyle ilişki kuruyoruz.
Market sepetimize atmak için elimizi uzattığımız bir margarin
bile çok farklı anlamlar ifade ediyor bizim için. Bir sürü
çeşidin arasından birini seçerken onun reklamında boy gösteren
sağlıklı, formda ve mutlu insanlar geliyor gözümüzün önüne.
Margarin ve fit insanlar! Nasıl olur demiyoruz. Sepete atıveriyoruz.
Gerçekte margarini değil hayat tarzını, onun göstergesini satın
alıyoruz. Ama bununla bitmiyor. Göstergeler birbirine bağlanarak
bizi daha üst nesnelerin ve göstergelerin dolayısıyla farklı
statüdeki grupların içine sürüklüyor. Tüketimin artık belirli
bir ihtiyacı gidermek değil bir seçim, tercih anlamına geldiğini
“bir soruya verilen yanıt” olduğunu söylüyor yazar. İşte
tüketimin bir topluluk söylemi, yorumlama, iletişim biçimi haline
geldiği yer burası.
Baudrillard,
“Tüketici kendi ayırt edici davranışlarını, özgürlük
olarak, talep olarak, tercih olarak yaşar, farklılaşma ve bir koda
boyun eğme zorlaması olarak yaşamaz” derken reklamların
buradaki rolünü irdeliyor ve biraz daha okuduğumuz da büyük
balığa yani sanayi sistemine ulaşıyoruz. Seçim özgürlüğü,
bireysellik ve mutluluk vaatleriyle sisteme nasıl dahil edildiğimizi
anlıyoruz. Özgürüz evet ama önceden belirlenmiş, tüketilebilir
nesnelerin gösterdiği kodlar içinde ve sadece farklılıklarımız
birbirine benzediği ölçüde.
“Tüketmek üzere kadınlara kadın, gençlere gençler verilir. Ve bu biçimsel ve narsistik özgürleşmede gerçek özgürleşme başarıyla önlenir. Ya da gençler başkaldırmaya çağrılarak (gençler=başkaldırı) bir taşla iki kuş vurulur. Tüm topluma yayılmış başkaldırı özel bir kategoriye sokularak önlenir ve bu kategori özel bir rolle sınırlandırılarak etkisiz hale getirilir” diyor Baudrillard.
Sistem
gençlerin gerçekten başkaldırmasını, isyankar olmasını
istemiyor, Levi’s ürünleri tüketerek kendisini öyleymiş gibi
hissetmesini istiyor ki kısa süre önce İngiltere’de yaşanan
öğrenci ayaklanmasını çağrıştırdığı için yeni reklam
kampanyasının gösterimini ertelemesinden de bunu açıkça
anlıyoruz. Peki bir süre sonra yeni aldığımız X marka spor
ayakkabının bizi özgürleştirmediğini, giydiğimiz pantolonun
bizi isyankar, güzel, seksi falan yapmadığını,Frappuccino’muzu
ne kadar kişiselleştirsek de kendimizi ortaya koyamadığımızı
hissettiğimizde, bu sistem içinde yaşarken ne istersek o
olamayacağımızı, neyi istersek yapamayacağımızı
anladığımızda, bıkkın, yorgun, depresyon tedavisi gören
tüketim kazazedeleri arasına katıldığımızda bu kabus bitiyor
mu?
“Mutfak, kültür, bilim, din, cinsellik, vb. konusundaki evrensel bir merakın yeniden canlanması bundan ileri gelir. Bir amerikan sloganı BİR DE İSA’YI DENEYİN der. O halde bir de İsa’yla deneyin. Her şeyi denemek gerekir. Çünkü tüketim insanı hangi türden olursa olsun bir hazzı atlama korkusuyla yatıp kalkar. Hangi deneyimin size bir duyu verip vermeyeceği asla bilinemez. Dolayısıyla artık söz konusu olan ne arzu, ne zevk ne de özel eğilim ama yaygın bir saplantı haline gelmiş meraktır. Eğlenme, kendi kendini coşturma, haz alma ya da kendini ödüllendirme olanaklarını sonuna kadar zorlama buyruğunun geçerli olduğu fun-morality dir.”