reklam 1

23 Haziran 2014 Pazartesi

Seçme İkilemi, Renata Saleci

Felsefeci ve sosyolog Renata Saleci, seçim meselesine geniş bir perspektiften bakıyor. Peynir seçiminden çocuk sahibi olmaya uzanan bir alanda seçimlerimizi ve arkasında yatan dürtüleri sorguluyor. Seçenek çokluğunun avantajdan dezavantaja nasıl dönüştüğünden ve en sevdiğim konu olan kişisel gelişim sanayisinin hayatımızı nasıl etkilediğinden bahsediyor.

Saleci, “Ne olmak istiyorsan o ol”, “Kendin ol”, “Bugün hangi kadın olmak istersin” diye seslenen, bizim de yabancısı olmadığımız reklam panolarından, kendin olmayı öğreten bu yapının, bireyleri rahatlatmaktan çok kaygı durumuna neden olduğunu, güvensizliği arttırdığını söylüyor. Bu konuda dikkat çektiği durumlardan biri de hayatımızla ilgili tercihlerin tükettiklerimizle ilgili olanlarla aynı terimlerle ifade edilmesi. “Doğru duvar kağıdını ya da saç kremini bulmaya çalışır gibi “doğru” hayatı bulmaya çalışıyoruz.” diyor Renata Saleci. Kişiliğinizi seçimlerinizle yansıttığınız fikri hem seçim yapmayı hem de yaşamayı zorlaştırıyor. Tercih yapmaktan bunalan, korkmaya başlayan birey, ne yapması gerektiğini söyleyen kitaplara ya da kişilere ihtiyaç duyuyor ve bir kısır döngü başlıyor.

Ortalama bir insandaki sayısız kusur ve yetersizliğe dikkat çektiler ve bizi kendi zaaflarımızla meşgul ettiler. Böylece daha da fazla kişisel gelişim arar olduk. Daha önemlisi, kişisel gelişim türü, kolektif ve bireysel psişedeki bamtellerine dokunan sayısız bilinçaltı mekanizmadan birini teşkil ediyor. Nasıl daha iyi olabileceğimize yönelik hatırlatmalar, kendimizi yetersiz hissetmeye devam etmemizi daha iyi olma ve daha sıkı çalışma çabalarımızı sürdürmemizi sağlıyor. “Kişisel gelişim” insanların kendi yarattıkları beklentileri karşılamayıp daha fazla yardıma, daha fazla kitaba, daha fazla koçluğa ihtiyaç duymasına bel bağlıyor.”


Bir yandan kendi kendinin yaratıcısı olduğuna inandırılan birey, yeni kişilikler yaratmakla meşgul olurken diğer taraftan toplumsal onay alma ve kabul görme çabaları insanların ruh halinde ciddi sorunlara neden oluyor.

(...) Nitekim insanlara başkalarıyla tatminkar etkileşimler kurmaları için önce kendilerini sevmeyi öğrenmeleri gerektiğini öğreten kişisel gelişim kitaplarına dönük gittikçe artan saplantının bir nedeni de bu olabilir. Ne var ki kendimizi sevmek hiç de kolay bir iş değil. Amazon. com'da yapılan bir arama, kendinizi sevmenize yardımcı olacak 138.987 kitap bulunduğunu gösteriyor. (...) Asıl sorun hala başkaları tarafından sevilmeyi umuyor olsak da, kendini sevmeyi bu kadar öne çıkaran bir kültür içinde başka birini sevmenin giderek güçleşmesi.”

Seçim yapmayı güçleştiren nedenlerin başında ise kaybetme korkusu geliyor. Yazara göre seçim aşamasında kazanabileceklerimizden çok kaybedeceklerimiz bizde kaygı uyandırıyormuş. Üstelik bir de önemsemediğimiz kararların sonradan büyük sonuçlar doğurabileceğini düşünürsek seçim yapmak imkansız hale geliyor.

(...) Bugün yani yirmi birinci yüzyılın başında, insanlar genelde herhangi bir seçim yapmanın imkansızlığıyla boğuşuyor. Aralarında seçim yapılacak seçeneklerin sayısı bu kadar fazlayken, seçmek bu kadar bunaltıcı ve yanlış seçim yapmanın sorumluluğu bu kadar kaygı uyandırıcı görünürken, kararsızlığa saplanıp kalmak, seçimin doğurabileceği olası pişmanlık ve hayal kırıklığına bir koruma sağlıyor sanki.”

Saleci, hayatımızda büyük ağırlığı olan aşk seçimlerinden ve daha zoru olan ayrılık durumunun yarattığı kaygıdan, bu tür seçimler yaparken altta yatan düşünceleri psikiyatrist Peter D. Kramer'in kitabından bir örnekle açıklıyor.

Kimileri soruyu hemen geçiştirirken, kimileri yıllarca düşünüp taşınır. Kilit değişken, sorunun tam olarak ne kadar ısrarlı ve ivedi hale geldiğidir. Ama birçoğumuz bu sorunun varlığını inkar ederiz. Mesela belli bir ilişkiyi sürdürmenin kimliğimizle tutarlı olan tek seçenek olduğuna kendimizi ikna edebilir veya tam tersi bir akıl yürütmeyle, yani ayrılsak bile değişen bir şey olmayacağını söyleyerek ilişkimizi sürdürmeyi haklı çıkarabiliriz. Her iki durumda da kendimizi aslında seçme şansımızın olmadığına ikna ederiz. (...) Dolayısıyla seçimi ertelemek veya imkansız hale getirmek için elimizden geleni yaparız.”

Kitabın enteresan bölümlerinden biri de Psikanaliz ve Seçim. Freud'dan Lacan'a kimlik oluşturma problemini teoriler üzerinden anlatıyor.

Özne hiç durmadan bizatihi toplumun (büyük Öteki) ve diğer insanların gözünde ne tür bir nesne olduğunu kestirmeye çalışır. Ötekileri gözlemleyip bizde ne gördüklerini tahmin ederek, onlar için ve kendimiz için kim olduğumuzu öğrenmeye çalışırız. Ve toplumsal tanınma elde etmeye çalışarak büyük Ötekinin bizi nasıl gördüğümü anlamayı umarız. Her iki soruya da -diğer insanlar için taşıdığımız anlam ve toplum içindeki yerimiz- bir türlü doğru düzgün bir yanıt alamayız.”

İnsanın rasyonel bir varlık olduğunu yani seçimlerini en az acı, en fazla mutluluk ya da en çok kazanç üzerine yaptığını iddia eden rasyonel seçim teorisinin aksine Saleci, insanın çoğu zaman hiç de rasyonel seçimler yapmadığını hatta bile isteye kendi çıkarlarının tersine de davranabildiğini söylüyor. Özellikle aşk söz konusu olduğunda rasyonel olduğumuzu söylemek pek de kolay değil. Aynı şeyi bizi bambaşka, daha iyi, daha güzel, daha mutlu, daha başarılı ve “arzu edilir” yapacağını vaat eden tüketim nesneleri karşısında yaşıyoruz. Nasıl aşkın vaatlerine kanmakta bir dakika tereddüt etmiyorsak paramızın yettiği kadar süper biri olmaya da hayır diyemiyoruz. Her gün artan alternatifler le kolaylaşacağına gittikçe zorlaşan seçimler arasında bir parça huzur için;

Seçimler hakkında düşünmek ve seçim yapmak farklı meselelerdir. Ama seçim zorbalığını kabul mü ret mi edeceğimizi seçebiliriz- ilk adımımız da sunulan şeyin aslında ne olduğunu anlamak olabilir.”


5 Haziran 2014 Perşembe

Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik; Alice Munro

2009 Man Booker, 2013 Nobel Edebiyat ödülü dahil bir çok ödül sahibi olan Alice Munro, “Çağdaş kısa öykülerin ustası” ve “Kanada'nın Çehov'u” olarak tanınıyor. İlk kitabı 1968'de yayımlanan yazarın sayabildiğim kadarıyla ondan fazla öykü kitabıyla bir de romanı var. Munro, 2012'de yine bir öykü derlemesi olan Dear Life'ı yayımladıktan sonra maalesef emekliliğini ilan etmiş. Can yayınlarından çıkan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik' de ikisi sinemaya uyarlanan dokuz öyküyle, Alice Munro, sıradan Kanada'lı kadınların evrensel hikayelerini anlatıyor.

Diğer kitaplarını okumadan hakkında yargıda bulunmak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama Alice Munro'nun en azından bu kitapta, o çok sevdiğim soğuk nevale, aşırı gerçekçi yazarlardan biri olduğunu söyleyebilirim. Karakterine mesafeli, okurunun sezgisine güvenen, şiirselliğin, duygusallığın cazibesine kapılmayan, sessizce ilerleyen ve acımasız. Bu yüzden kısa süre öncesine kadar öykü okumaktan pek hazzetmeyen, türün acemisi biri olarak, yorum yazabilmek için Munro'nun öykülerini iki-üç kez okuyup, iyice sindirmeyi beklemek zorunda kaldım. Abartıyor muyum bilmem ama şu an ki hislerim böyle. Okuyanlardan yorumları duymayı çok isterim.

Kitaptan bahsederken sanırım biraz cinsiyet ayrımcılığı yapacağım. Beyler alınmasın ve tabi ki özellikle ve mutlaka kitabı okusunlar ama bence Munro'nun öylesine, zahmetsizce anlattığı öykülerini hissetmek için bir parça kadınlık sezgisi gerekiyor. Anlamak diyemiyorum zira öykülerin anlaşılmayacak bir yanı yok. Hatta bazılarını bitirdiğinizde “eee bu kadar mı?” diye düşünebilirsiniz. Bu durumda ben hislerinize danışın derim. İlk düşüncenin arkasında çok daha fazlasının öykünün etrafında koşturduğunu fark edebilirsiniz. En azından benim tecrübem böyle oldu.

  • Erkekler sizi anlamazlar, yani canları isterse belki biraz ama çoğunlukla bunun için çaba harcamazlar. Diyelim ki anladılar o zaman da istedikleri gibi anlarlar. Gerçi genelde sizi dinlemediklerinden, zaten her şeyi bildiklerine ve sizi de sizden iyi tanıdıklarına emin olduklarından bu gayet normaldir. Bir süre sonra kendinizi anlatmaya çalışmaktan vazgeçersiniz ki bu belki de en başında yapmanız gereken şeydir.
  • Kader, şans, kısmet ya da evren. Adına ne diyorsanız, hayatınızdaki en büyük rolü oynar. İplerin elinizde olduğunu düşündüğünüz anlarda bile kendi ağlarını örer.
  • Sessizlik çoğu zaman en yakın arkadaşınız ve sırdaşınızdır.
  • Beklenmedik anlarda gelen mutluluk kısacıktır ve pek sık karşınıza çıkmaz. Sakın küçümsemeyin. Sıkı sıkı sarılın. Akıl sağlığınızı ancak o anları yeniden hatırlayarak koruyabilirsiniz.
  • Aşık olduğunuz insanla evlenmeniz biraz zordur. Diyelim ki evlendiniz, kısa süre sonra ya ona aşık olmadığınızı ya da onun size aşık olmadığı anlarsınız. Aşka güvenmeyin. 
  • Hayatınızın çoğunluğu bir aldatmaca içinde geçer. Kendinizi, başkalarını ya da her ikisini birden aldatırsınız hatta aldatmak zorunda kalırsınız.
Öykülerdeki ortak noktalardan bazılarını çok kabaca böyle özetleyebilsek de sanırım Munro'nun en etkileyici yanı kadın yalnızlığını hissettirmedeki ustalığı. Başka bir dünyanın kadınlarıyla yalnızlık üstünden bağ kurabilmenizi sağlaması. Söyledikleri ve söylemedikleriyle size kendi yalnızlığınızı göstermesi.

Aslında yapmak istediği şey incelemeye devam etmek değil, yere, muşambanın ortasına oturmaktı. Saatler boyunca oturup bu odayı seyretmek değil de, içine gömülmekti. Onu tanıyan, ondan bir şey isteyen hiç kimsenin olmadığı bu odada kalmaktı. Burada uzun, çok uzun zaman kalmak, giderek keskinleşip hafiflemekti, bir iğne kadar hafif olmaktı.”