Raymond Carver, Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? ve Katedral |
Bloga yazılamayan ve kapakları hala
açılamamış kitaplarla bu yıl da aslında diğerlerinden pek
farklı değildi ama yine de çok hızlıca geçiverdi sanki. Yaz
kitaplarımdan bile bahsedemeden bitti. Oysaki bir sürü
planım vardı. Şimdi de yine her zamanki gibi son dakikada bir
şeyler yazıp yeni yıla iç huzuruyla girmek için bu açığı kendimce kapatmaya çalışıyorum.
Öykü kitaplarına ayırdığım yaz
ayları şahane iki yazarla tanışma fırsatı sağlamıştı. İlki,
Raymond Carver, kısa öykü dünyasının ve Amerikan edebiyatının
önemli isimlerinden. Erken yaşlarda atıldığı hayat, yaşadığı
güçlükler ve alkolizm, edebiyata olan sevgisine engel olamamış.
20'li yaşlarda ilk öykülerini yayımlatmayı başaran Carver,
ülkenin en ünlü yazarlık okuluna devam etme şansını yakalamış.
Üniversitelerde dersler de veren yazar, ne yazık ki yine oldukça
erken bir yaşta ve kariyerinin doruk noktasında hayatını
kaybetmiş. Raymond Carver tek kitapla bırakılabilecek bir yazar
değil. Eve döner dönmez okuduğum Katedral de ilki kadar
etkileyiciydi.
Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz,
tabi ki aşk hakkında, yani kaybetmek, özlemek, acı çekmek, hayal
kırıklığı, yalnızlık, isyan, ayrılık, pişmanlık,
suçluluk ve aslına bakarsanız garip, pek de söze dökülemeyen şeyler hakkında. Bir kafede oturup etrafa
göz gezdirirken birilerinin muhabetinin bir parçasına, ortasından
bir yerden tanık olmak gibi bir his bırakan öykülerde, yazarın
gözlerini çevirdiği insanlar genellikle sıradan Amerikan
vatandaşları. Peki onların hikayelerini bu kadar etkileyici yapan
şey ne? Çünkü belki de aslında sıradan olan hiç bir şey
yoktur ve sadece onların içindeki görebilen ya da göremeyen
insanlar vardır. Carver, hikayelerinin sonunda okuyucuyu kelimelerle
örülü bir duvara toslatıp sarsıyor. Sadece onunla sizin aranızda
kalacak bir sırra ortak ediyor. Bazen olduğundan başka türlü
olamazmış dediğiniz bir öyküde, kısacık bir anda koca bir
hayatın içine çekiyor, bazen söze dökülmeyenlerle, bazen
öylesine edilmiş gibi görünen birkaç cümleyle hayatın bambaşka
bir yüzünü ortaya seriyor.
Raymond Carver'den okuduğum ikinci
kitap ise Katedral. Yine benzer karakterler üzerinden gerçekçi
hikayeler anlatıyor. Bu kez kitaba ismini veren Katedral de dahil
hikayelerin ortak noktası ev ya da nereye ev diyorsak, evimiz
hissediyorsak işte o yerler. Ait hissedilen, özlenen, mahkum
olunan, nefret edilen, bazen sizin olmasa da iyi hissettiğiniz bazen
de her şeye rağmen yabancı kalınan, uzaklaşılan, kaçmak
istenen evler. Tek bir kişi ya da bir aile ya da bazen sadece dört
duvar. İçinde olmasanız da hep sizin içinizde olan şey, belki de
evin ruhu bilemiyorum Carver etkisiyle yeni bir anlam kazanıyor.
“Ama gözlerim kapalıydı. Kısa bir süre daha kapalı tutmayı düşündüm. Bunun yapmam gereken bir şey olduğunu düşündüm.
“Ee? dedi. “Bakıyor musun?”
Gözlerim hala kapalıydı. Evimdeydim. Bunu biliyordum. Ama aslında bir şeyin içindeymişim gibi gelmiyordu.
“Müthiş bir şey.” dedim.