reklam 1

28 Aralık 2018 Cuma

Mezarımdan Yazıyorum; Machado De Assis


Machado de Assis, Mezarımdan Yazıyorum

Yıl sonu yaklaşırken, geçen upuzun 11 ay boyunca blogumda sadece 5 yazı yayınlayarak ortalamamı bir kez daha tutturduğumu fark etmenin mutluluğunu yaşıyorum. Aslına bakarsanız hayatımın hiçbir alanında gösteremediğim istikrarı burada ve yine yakalamış olmak hakikaten gözlerimi yaşartıyor. Ama ben son dakikada son bir yazı ekleyerek bu kez şeytanın bacağını kırma çabasındayım.

Siz de benim gibi 2018'i şöyle bir gözden geçirmeye başladıysanız belki Latin edebiyatının harikalarından birisi olan Machado De Assis'den ilham almak istersiniz diye yılın son kitabı da bu olsun. Romanın ismine bakıp hemen karamsarlığa kapılmayın çünkü Mezarımdan Yazıyorum'un bilge kişiliği Brás Cubas'dan öğreneceğimiz çok önemli şeyler var. Cubas, aşklarını, dostluklarını, tutkularını, hayal kırıklıklarını ve tabi ki bütün bunlardan ürettiği teorilerini okuruyla cömertçe paylaşıyor. Ve en az kendisi kadar mucit birinin, daha önce bahsettiğim “Xavier de Maistre'nin serbest yazım tekniğini” kullanarak kaleme aldığı kitabında, ironisiyle gülümsetirken zorlu bir sorgulamanın da yolunu açıyor.
“Bu eser miskin bir felsefi boyuta sahiptir. Fakat bu bütünlükten yoksun bir felsefedir; kah ciddi kah neşelidir, ne geliştirir ne de yok eder; ne ısıtır, ne üşütür. Eğlencenin ötesindedir ama nasihat kitabı da sayılmaz.”

Burjuva bir çevrede, büyük umutlarla, epeyce de şımartılarak büyüyen Cubas, gençliğinde uçarılığı ve maceralarıyla ailesini hayal kırıklığına uğratmıştır. Kendisinden beklenen şöhrete ve politik kariyere ulaşmak için gösterdiği çaba istediği sonuca ulaşmaz. Aşkta da şansı pek parlak değildir. Ve şimdi artık öldüğü için 64 yılın getirdiği tecrübeyi okura aktarmaktan başka yapacak daha iyi bir işi yoktur. Kalbinden geçenleri, dürüstçe, lafını sakınmadan kağıda dökmekten çekinmez. Eserinin belki de en dikkat çekici kısmı ise ölümüne sebep olan son icadı hüzün yakısı gibi, tecrübelerinin ışığında ortaya koyduğu ilgi çekici teorilerdir.

Mesela; hayatını gözden geçirirken bulduğu “insan basımları” kuramına göre nihai basım yapılana kadar hiç bir şey için geç kalmış sayılmayız;
“.... bizi dünyanın hakimi kılan yeteneğimiz budur: Geçmişi yeniden kurmak. Böylece kanılarımızın değişkenliğini, sevgilerimizin beyhudeliğini kanıtlamış oluruz. Pascal, insanın düşünen bir kamış olduğunu söylemiş. Yanlış... İnsan düşünen bir dizgi hatasıdır. Hayatın her dönemi, bir öncekini düzelten yeni bir basımdır ve her dönem, bir sonraki tarafından düzeltilecektir; ta ki nihai basım yapılana kadar, ki yayıncı bu basımı kurtlara adamıştır.”

Ya da “Burnun Ucu Teorisi” ki buna göre ne zaman kendimizi gözlerimizi dikmiş oraya, burnumuzun ucuna bakarken yakalarsak durup düşünme vakti gelmiş demektir;
“... buradan varılacak sonuç, toplumda iki temel güç olduğudur; Türlerin çoğalmasını sağlayan sevgi ve bunu birey için ikinci plana iten burun. Üreme ve denge."

Ve en sevdiklerimden biri; “Pencerelerin Denkliği Yasası”. Temiz bir vicdanın verdiği rahatlık bir yana bence bu yasanın kullanım alanı oldukça geniş. Ne zaman sıkılsanız, kapalı olanı dengelemek için yeni bir pencere açıp temiz havayı kucaklayın ve derin derin nefes alın;
“Böylece ben Bras Cubas, muhteşem bir yasayı, Pencerelerin Denkliği Yasası'nı keşfettim ve kapalı bir pencereyi dengelemenin en iyi yolunun başka bir pencere açmak olduğu ilkesini kurdum, böylece vicdan daima rahat rahat soluk alabilir.”

Sefaletin Şehveti, İnsan Sefaletinin Birliği İlkesi, Faydalar Kuramı gibi şahane teorileri, arkadaşı Quincas Borba'nın Hümanitizim felsefesi, tabi ki günümüz aforizmacılarını kıskandıracak özlü sözleri ve samimiyetiyle Mezarımdan Yazıyorum bu yıl okuduğum romanlar arasında en iyilerinden biriydi. Ayrıca küçük bir not; Machado De Assis hayatı roman olan yazarlardan. Romanı okursanız yazarın hayatına da bir göz atmayı ihmal etmeyin. Sevgiler ve Mutlu yıllar!
“Hayatın tadını çıkarmaya, zevkine varmaya çalış; en kötü hayat felsefesinin, nehrin kenarında uzanıp su sürekli aktığı için ağlayıp sızlanan sulu gözlerinki olduğunu anlamaya çalış. Nehrin işi akmaktır; bu tabiat kanununa ayak uydur ve bundan yararlanmaya çalış.”





3 Eylül 2018 Pazartesi

Dişlerimin Hikayesi; Valeria Luiselli



“Dünyanın en iyi müzayedecisiyim ama kimse bilmez, çünkü ihtiyatlıyımdır. Adım Gustavo Sánchez Sánchez, gelgelelim herkes bana Otoban der, beni sevdiklerinden olsa gerek. İki kadeh rom içtikten sonra Janis Joplin taklidi yapabilirim. Kısmet kurabiyesi yorumlayabilirim. Tıpkı Kristof Kolomb gibi bir yumurtayı masanın üstünde dikine durdurabilirim. Japonca sekize kadar sayabilirim: ichi, ni, san,shi, go, roku, shichi, hachi. Sırtüstü yüzebilirim.”

1983 doğumlu Meksika'lı yazar Valeria Luiselli'nin 2011'de yayımlanan ilk romanı Kalabalıkta Yüzler'in ardından Dişlerimin Hikayesi de yine Siren yayınevi tarafından basıldı. Genç yaşına rağmen latin edebiyatının önemli isimleri arasında şimdiden sağlam yer edinen Luiselli, felsefe, edebiyat ve sanatı pek de alışık olmadığımız bir şekilde birleştirmiş ve ortaya kaçırılmaması gereken bir roman çıkarmış.

Şahane hikayelerle dolu, şaşırtıcı, oyuncaklı bir roman olan Dişlerimin Hikayesi, küçük yaşlarda koleksiyonerliğe gönül veren, Gustavo Sánchez Sánchez namı-diğer Otoban'ın, meyve suyu fabrikası bekçiliğinden müzayedeciliğe uzanan kariyeri sırasında elde ettiği dişlerinin biyografisini konu ediniyor. Hayata pek de iyi bir başlangıç yapamayan Otoban biraz şans, biraz kaderin cilvesi ama en çok da yeteneği sayesinde hem amacına ulaşır yani çok istediği dişlerine kavuşur hem de hayal ettiği başarıyı yakalar. Bu arada bazı şeylerden de vazgeçmek zorunda kalır ki en önemlisi oğlu Siddhartha'dır. Yıllar sonra oğlu ile yolları yeniden kesiştiğinde kendisini bir intikam planının içinde bulan Otoban, çok sevdiği dişlerini kaybetse de ayağa kalkmayı ve yoluna devam etmeyi başarır. Üstelik bu kez dişlerinin hikayesini yazacak ve kaybettiklerini geri almasına yardım edecek kişiyi de bulmuştur.

Otoban sıradan bir müzayedeci değildir, kendine özgü yöntemleri olan bir sanatçı ya da onun cümleleriyle söylemek gerekirse “ ... her şeyden önce güzel hikayelere aşık bir adam, iyi bir hikaye koleksiyoncusu”dur.

İşte bu yüzden, kilise için düzenlediği ve eski dişlerini satışa sunduğu müzayedede Otoban, Platon'dan Augustinus ve Montaigne'e, Rousseau'dan Virginia Woolf ve Jorge Francisco Isidoro Luis Borges'e uzanan isimlerle ilgili türlü çeşit hikayeler anlatır. İsimleri satışa çıkardığı “dolaylama Gustavo'lar”adındaki çembersel müzayedesinde Gustave Flaubert'ten, Gustave Klimt'e ünlü Gustave'lar yer alır. Meyve suyu fabrikasının müzesinden çaldığı modern sanat eserleri için yazdığı  “Ecatepec Alegorileri” ise “objelerden çok onlara anlam katan hikayelerin satıldığı” en başarılı işlerinden birisi olur.

Ama Dişlerimin Hikayesi bu kadarla bitmiyor ve sonunda okuyucuyu bir sürpriz bekliyor. Bunu bozmamak için detaylara giremiyorum. Ama kısaca romanın, sanat eserleri özellikle de modern sanat objeleri ve bunların değeri üzerine çok yaratıcı ve keyifli bir yorum getirdiğini ve bunu da edebiyat ve felsefeyi işin içine dahil ederek harika bir şekilde yaptığını söyleyebilirim. Romanı bitirdikten sonra doğal olarak ilk aklıma gelen Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi romanı ve tabi ki müzesi oldu. Tek başlarına anlamları olmayan nesneleri bir bağlam içine yerleştirerek müzede sergileyen Orhan Pamuk'un romanı bir sergi kataloğu olarak okunabilir miydi?  Okunabilirse edebi değerinden bir şey kaybeder miydi? Onu ne olarak adlandırmamız gerekirdi? Bir roman mı yoksa bir sergi kataloğu mu? Peki ya müzede sergilenen objeler? Roman olmasa yani Valeria Luiselli'nin söylediği gibi bağlamlarından koparılsalar onları nasıl anlamlandırırdık? vb. vb.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Tütüncü Çırağı, Robert Seethaler



Tütüncü Çırağı, Robert Seethaler

“Neyin anlamı olup olmadığını zaman gösterecek,” dedi Franz. “Ayrıca benim adım Franz. Franz Huchel, göl kasabası Nussdorf'tan”

Yaşadıkları küçük kasabada Franz için yapacak bir iş olmadığından, çok sevdiği annesi onu tütüncü dükkanı sahibi eski arkadaşı Otto Trsnjek'in yanında çalışması için Viyana'ya gönderir. 17 yaşındaki Franz tüm itirazlarına rağmen 1937 yılının bir sonbahar günü Atter gölü kıyısındaki balıkçı kulübesinden çıkıp Viyana'ya giden trene biner. Tütüncü çıraklığı öyle pek de kolay değildir. Bütün gazeteleri okumalı, müdavimlerin ne istediklerini öğrenmeli ve purolar hakkında da bilgi sahibi olmalıdır. Franz işine alışmaya çalışırken, kapıdan giren bir müşteriyle hayatının akışı başka bir yöne doğru evrilir. Profesör Freud'un verdiği ilk tavsiye çok basittir;

“Benim gibi yaşlı bir adamın tozlu kitaplarını okuyup da ne yapacaksın? Yapacak daha iyi bir işin yok mu? diye sordu.
“Ne mesela Bay Profesör?”
“Bana mı soruyorsun? Gençsin.Temiz havaya çık. Gez. Eğlen. Kendine bir kız bul.”

Franz, profesörün tavsiyesini dinler ve o haftasonu gerçekten de bir kıza, Bohemyalı Anezka'ya aşık olur. O, aşkın getirdiği umutsuzluk, sefalet, kafa karışıklığı, acı ve tüm diğer şeylerle uğraşırken, Viyana'da başka bir nedenle benzer sona doğru sürüklenmektedir. Naziler ve Yahudi düşmanlığı şehri sarmaya başlamıştır. Yahudi müşterilerine hizmet vermeyi sürdüren tütüncü dükkanı da bu saldırıların hedefindedir. Franz ise Profesöre yaptığı ziyaretlerde kendi derdine bir çare bulmaya, aşkı ve hayatı anlamaya çalışırken, bir taraftan da yaşanan değişimin farkına varmaya başlar.

Daha fazla ipucu vermemek için kısaca Robert Seethaler'ın, şahane bir romana imza attığını söyleyebilirim. Gerçi ben söylemesem de aldığı ödüller yeterince gösteriyor ama baştan sona boğazımda bir yumruyla okuduğumdan yine de çok beğendiğimi, anladığım kadarıyla filmini de yakın bir zamanda izleyeceğimizi buraya not düşmek istedim. Dilin sadeliği, betimlemelerin ve detayların incelikli kullanımı, her şeyin kendi düzeni içinde akışı, yaklaşmakta olan sonun çok da uzak olmadığını sezdiren atmosferi, özellikle yavaş yavaş işgal edilen şehrin arka plan olarak kullanılma şekli romanın bana kalırsa en güzel taraflarıydı. Seethaler, Nazilerin yarattığı karanlığın karşısına, Franz'ın naifliğini, saflığını, açık sözlülüğünü, dürüstlüğünü ve tabi ki cesaretini koymuş. Annesiyle yazışmaları, patronu Otto'yla ilişkisi, Anezka'ya hissettikleri, Freud'la, aşkın doğası ya da “insana yakışır adam akıllı bir hayat” hakkındaki sohbetleri de karakterinin bu yönlerini ortaya çıkarıyor. Ve tabi ki o da bir işaret bırakıyor, tıpkı Profesör Freud'un söylediği gibi;

“Freud iç çekti. “Gerçi yolların çoğu bana bir şekilde tanıdık geliyor. Ama aslına bakarsan yolları bilmek bizim fıtratımızda yoktur. Aksine yolları bilmemek var bizim fıtratımızda. Dünyaya cevap bulmak için değil, aksine soru sormak için geliyoruz. İnsan, deyim yerindeyse kesintisiz bir karanlığın içinde el yordamıyla yolunu bulmaya çalışır ve ancak çok şanslıysa bazen bir ışık noktasının parıltısını görür. Ve yine insan, ancak yeteri kadar cesur, sebatlı, yahut aptal ise veya en iyisi hepsine birden sahipse bizzat kendisi ardında bir işaret bırakır!”

7 Ağustos 2018 Salı

Yaşamak, Yu Hua



Yaşamak, Yu Hua
“İnsanların unutmaması gereken dört kural vardır: Yanlış söz söyleme, yanlış yatakta uyuma, yanlış eşikten girme, elini yanlış cebe atma.”

Köyleri gezerek halk şarkıları derleyen anlatıcı, yaşlı bir öküzle tarlasını süren yaşlı bir adamla karşılaşır. Dinlenmek için bir ağacın altına otururlar ve yaşlı adam, gezgine hayat hikayesini anlatmaya başlar. Varlıklı bir ailenin, genç, umursamaz, eğlenmekten başka bir şey düşünmeden gününü gün eden tek varisiyken, yaşlı ve yalnız bir adama dönüşen Fugui'nin hikayesi, savaşlar, çatışmalar, değişen siyasi figürlerle birlikte yoksulluk ve kıtlığın getirdiği ağır şartlarda, sevdiklerinin kayıplarıyla giderek eksilen bir yaşamdır.

Aile servetini kumarda kaybettikten sonra annesi, babası, hamile karısı ve küçük kızıyla çatısı kamıştan bir kulübeye yerleşen Fugui'nin tahmininden çok daha uzun bir hayatı olur. Küçük bir toprak parçası kiralar ve ekip dikmeye, ailesini beslemek için çalışmaya başlar ama yaşamak pek de öyle kolay bir iş değildir. Şans bir yandan yüzüne gülse de diğer tarafta acı ve gözyaşı vardır. Ama sevgi ve dostluk da vardır, o an farketmese de sürekli biriktirdiği anılar, hep bir umutla yaşamak, umudu kalmadığında, nefes aldığı sürece hatırlamak için yaşamak vardır. Kısacası hüzünlü ama aynı zamanda her şeye rağmen hayata karşı içinizi sevgiyle dolduracak bir roman Yaşamak.

Romanın yasaklanmasına neden olan bölümler ise -Komünizmin gelişi, halk komünleri, Kültür devrimi ve Mao yönetimi- siyasetin bireylerin yaşamları üzerindeki etkisini ironik bir dille anlatıyor.  Bu küçük sahneler bile ülkenin nasıl bir karışıklık içinde olduğunu, insanların hayatta kalma çabasını, tarih kitaplarında yazan her şeyden daha açık şekilde görmemizi sağlıyor. 

Savaştan sonra halk komünleri kurulmaya başladığında köydeki evlerde bulunan tüm yiyeceklere tencere ve tabaklara el konur. Artık herkes yemekhanede yemek yiyecektir. Ama toplanan tencereleri eritecek ateşi yakmak için de uygun bir yer bulmak gerekir;

“Yoldaş Başkan ile kasabanın feng şui uzmanı, birlikte köyde gezmeye başladılar. Demiri eritmek için en uygun noktayı bulmaya çalışıyorlardı. Uzun bir cüppe giymiş olan feng şui uzmanı, yüzünde bir gülümseme, bir ileri bir geri yürüyordu. Hangi ailenin evine yaklaşsa, içeridekilerin nefesi kesiliyordu. Bu kambur ihtiyarın onay veren tek kafa sallaması, o insanları evlerinden etmeye yeterdi.”

Çin edebiyatının en güçlü isimlerinden birisi olarak kabul edilen Yu Hua, 1993'de yayımlanmasının ardından ülkesinde yasaklanan romanı ile büyük bir başarı yakalamış. Sinemaya aktarılan, pek çok dile çevirilen ve ödüller alan Yaşamak'ın yanı sıra Kanını Satan Adam, Yağmurda Gözyaşları, Kardeşler, Alacakaranlıktaki Çocuk: Saklı Çin Hikayeleri de yazarın ses getiren diğer romanları.

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Kaplanın Karısı; Téa Obreht


Kaplanın Karısı, Tèa Obreht

Téa Obreht, 25 yaşında yayımlanan romanı Kaplanın Karısı'yla 2011'de New Yorker dergisinin 40 yaşın altındaki en iyi yazarlar seçkisine girmiş ve aynı yıl Orange ve Page des Libraries ödülünü almış. Belgrad doğumlu yazar, savaş sırasında ailesiyle birlikte Kıbrıs ve Mısır'a ardından da Amerika'ya yerleşmiş. 

Bir ilk roman olan Kaplanın Karısı, Yugoslavya'yı bölen savaş ile Balkan topraklarına sinmiş gizemli hikayeleri, gelenek ve efsaneleri iç içe geçen bir kurguyla anlatıyor. Savaş sırasında çocuk olan Natalia, her şey bittikten sonra idealist bir doktor olarak gittiği sınırın öteki tarafında, büyükbabasının ölüm haberini alıyor ve ondan kalan birkaç parça eşyayı bulup evine geri götürmek için artık yabancısı sayıldığı topraklarda anılar, efsaneler ve yıkımdan geriye kalanlar arasında bir yolculuğa çıkıyor. Çocukluk ve ilk gençlik yılları nispeten güvenli bir şehirde geçse de alıştığı yaşantısının nasıl değiştiğini, savaşın gölgesindeki hayatını, bunların nasıl yavaş yavaş kaybolduğunu, büyükbabasını, Ölmez Adam Gavran Gailè, Şifacı, Mora, Ayı Darisa ve tabi ki Kaplanın Karısı'yla bunları birbirine bağlayan tüm diğer hikayeleri Balkanların büyülü atmosferi eşliğinde anlatıyor.

Tıpkı romanın kahramanı Natalia gibi, Müslüman bir büyükanne ve Hıristiyan bir büyükbabanın yanında yetişen yazar, her ne kadar savaş sırasında ülkede olmasa da, savaşın etkilerini, kayıp ve parçalanmışlık duygusunu, farklı dinlere inansalar da birlikte aynı topraklarda yaşayan, aynı kaderi paylaşan, evlenen, aile olan, aynı sofraya oturan insanların böylesine şiddetli bir şekilde kopuşunun ardından her şeyin nasıl değiştiğini, savaş, yıkım ve kayıplar karşısındaki çaresizliği hissettirmeyi başarıyor. Özellikle Sarobor'da, bombalar atılmadan hemen önce, büyükbabanın Ölmez Adam'la yeniden karşılaştığı geceyi anlattığı sahnede;
“Sarobor'a girdim ki el ayak çekilmiş. Gece oluyordu.Türk mahallesinde, bizimkilerin Marhan vadisindeki fabrikayı top ateşine tuttuğunu duyabiliyor, tepenin üzerindeki ışıkları görebiliyordum. Bir sonraki adımın ne olacağı belliydi, neyin geldiği biliniyordu. Herkes biliyordu, bu yüzden dışarda kimseler yoktu, pencelerde hiç ışık yoktu. Yemek kokusu vardı; insanlar karanlıkta oturmuş yemek yiyorlardı. Öyle dolu dolu bir akşam yemeği kokusuydu ki, bana her şeyin sonuna gelindiğinde duyulan mantıksız arzuları düşündürdü – kuşatma söz konusu olursa diye yiyecek ayırmak yerine, nehir boyunca dizilmiş evlerinde ziyafet çekiyorlardı; gaz lambaları, patatesleri ve yoğurtları vardı masalarında. Nane ve zeytin kokuları alıyordum; arada bir pencerelerin önünden geçerken kızartma sesleri duyabiliyordum. Sarobor'da yaşadığımız zamanlarda, dışarıdaki büyük söğüt ağacına bakan pencerenin önünde büyükannenin yemek yapışını hatırlatıyordu.” (sf. 301)

Canlı betimlemeleri, usta işi kurgusu, samimi anlatımı ve birbirinden ilginç hikayeleriyle Kaplanın Karısı, şöyle bir süreliğine buralardan uzaklaşmak istediğinizde iyi gelecek romanlardan. 

(romandan bir yemek denemek isterseniz;Tavuk Paprikash

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Her Çıkışın Bir İnişi Vardır; Flannery O'Connor



Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, Flannery O'Conner

Geçtiğimiz yaz iki kısa öykü yazarıyla tanıştığımı söylemiştim. İlki Raymond Carver'di. Diğeri ise bir türlü buraya yazmayı beceremediğim ama eksik kalmasını da hiç istemediğim biriydi. Yine Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden, kısa öykünün ustası Flannery O'Connor.

Dokuz öyküden oluşan Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, yazarın 39 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmesinden bir yıl sonra 1965'de yayımlanmış. İki romanı ve İyi İnsan Bulmak Zor isimli bir öykü kitabı daha bulunan O'Connor'ın, güney gotiği olarak isimlendirilen anlatıları, atmosferleri, canlı karakterleri ve trajik sonlarıyla en iyi öykü örnekleri arasında yer alıyor.

Kitap epeyce sarsıcı ve bol sürprizli öykülerden oluşuyor. İlk okuyuşumda durup düşünmeye fırsat bulamadan şahane edebiyatın keyfini çıkardım. Sonra geri dönüp hepsini tekrar tekrar okumaktan da hiç sıkılmadım. Hikayeler, fanatizm, ırkçılık, din gibi temel meseleler üzerinden geçerek bir tema etrafında toplanıyor. İlk satırlardaki gerilim hissi anlatı ilerledikçe ürkütücü ve bir o kadar da ironik bir hal alıyor. O'Connor'ın karakterleri, başlangıçta her ne kadar uzak, kendilerine has ve biraz acayip gibi görünseler de aslında o kadar da uzak ve acayip olmadıklarını kısa sürede anlıyoruz. Hikayelerinde beni asıl şaşırtan şey bu karakterlerin, bildiğimi bile bilmediğim bir şeyleri belki his denebilir, hatırlatıyor olmaları. Hayır korkutucu bir şey değil demek istediğim. Şöyle ki;

Bir süre önce twitter da şu videoya rastlayınca, yukarıda bahsettiğim tanıdık hisler meselesi de bir yerlere oturmaya başladı. Sanırım bir basın toplantısında sinirbilimci Rudolph Tanzi ve tıpçı, yazar Deepak Chopra, deneyimlerin, duyguların ve hatta anlamların genlerimizde kayıtlı olduğunu ve bu sistemin çok yakında keşfedileceğini söylüyor. Diyorlar ki; hislerimiz, yaşadıklarımızın bizde bıraktığı duygular, hepsi birer moleküle dönüşüyor, oksitosin, dopamin, seratonin gibi hormonlar üretiyor. Peki ama herhangi bir anlam nasıl olur da bir moleküle dönüşür? Üstelik bu kimyasal değişiklikler genetik değişimlere de yol açıyor. Ve en şaşırtıcı olanıysa bu genlerin gelecekte de böyle davranmak üzere şartlanmaları ve sonraki nesillere aktarılabilmeleri. Mesela, “Birisi bana seni seviyorum dese ben de onu seviyorsam kendimi çok iyi hissederim ve oksitosin, dopamin, seratonin gibi salgılar üretirim. Fakat birisi bana seni seviyorum dediğinde eğer onun beni kandırdığını düşünüyorsam aynı salgıları üretmem, onun yerine kortizol ve adrenalin üretirim.” ve bu bizim genlerimize işlemiştir." 

Pek çok davranışımızı ortak atalarımızdan miras aldığımızı sanırım söyleyebiliriz. Benzer şeylerden korkuyor benzer şeylere seviniyor, korkuya mutluluğa, tehlikelere karşı benzer fiziksel tepkiler veriyoruz. Yakında belki de bir adım ileri giderek moleküllere dönüşüp genlerimize yerleşmiş ortak anlamlar taşıdığımızı da söylememiz mümkün olacak. Peki ya okuduklarımız karşısında hissettiklerimiz? Onlar çok mu farklı? Bana kalırsa bir yazarın gerçeği söyleyip söylemediğini ayırt edebiliyoruz ve onlar yani Flannery O'Connor ve tabi ki pek çok iyi yazar genlerimizdeki ortak anlamları çözmemizi, bilmediklerimizi hatırlamamızı sağlıyor. Biz de bu yüzden onları seviyoruz. 

Video için; https://twitter.com/banabirseyogret/status/955110912360316928