Yazar,
büyük ses getiren Puslu Kıtalar Atlası'nda bizi tarih
kitaplarında rastlayamayacağımız başka bir İstanbul'a
götürüyor. Eminönü'nde Galata'da, Pera'da, korsanların,
külhanların gittiği meyhanelerde, dilenci loncalarında, karanlık
sokaklarda, gizli tünellerde dolaştırıyor. Casuslardan,
hırsızlara, ayı oynatıcılarından rüya yorumcularına,
kumarbazlara, tarikat rahiplerine türlü çeşit insanla
tanıştırıyor; sonra her şeyin mümkün olduğu masallara, ömrünü
uyuyarak geçiren ya da gözünü bile kapatamadan ülke ülke
gezerek derdine çare arayanların hikayelerine, Aristoteles'in
fiziğinden, Descartes'in şüphelerine ve nihayet Uzun İhsan
Efendi'nin düşlerine dahil oluyoruz. Dünya işlerinden elini
eteğini çekmiş, ara sıra kapısına gelip kendileri için
istihareye yatmasını isteyen komşuları ve oğlu Bünyamin dışında
kimsesi olmayan Uzun İhsan Efendi, fırtınalı denizler, korsan
saldırıları ya da hastalıklarla uğraşmadan dünya haritası
çizmek için çok daha zahmetsiz bir yol keşfetmiş; düşlerini.
Ama günlerden bir gün Rendekâr diye birinin yazdığı Zagon
Üzerine Öttürme adındaki çeviri kitapla tanışınca İhsan
Efendi'nin rüyaları da, düşünceleri de başka bir biçim alıyor.
Bundan sonrasında kim uykuda kim uyanık, kim rüya kim gerçek,
işler biraz karışıyor.
“Düşündüğüm
için ben var değilim, sizler varsınız. Sizler benim zihnimdeki
düşüncelerden ibaretsiniz”
gibi
cümleler gayet doğal olarak yazılabilir. Ve işin güzel tarafı kimse, bunları söyleyen karakterin tedaviye ihtiyacı
olduğunu düşünmez.