reklam 1

30 Aralık 2010 Perşembe

Villa Amalia, Pascal Quignard














“Kader, bir varlığı kendisi dışındaki bir dünyadan gelen bir itkinin eline geçirip peşinden sürüklemesiyse ve bu varlık, bu itkinin özellikleri konusunda hiçbir zaman hiçbir şey bilemiyorsa, o zaman bir kaderi vardı. Bunun bilincindeydi. Şöyle düşündü: “nereye gittiğimi bilmiyorum ama kararlı bir şekilde koşuyorum oraya doğru. Bir şey eksik bende ve bu eksiklik içinde yolumu şaşırmaktan hoşlandığımı hissediyorum.”

Besteci Ann Hidden, on sekiz yıl birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından aldatıldığını öğrenince,  tüm hayatını bir kenara itip yeni bir başlangıç yapmaya karar verir. Yeni bir ülke, yeni bir ev, yeni bir yaşam. Yeni biri olmak ister. Sevgilisinden habersiz evini, piyanolarını satar, işinden ayrılır, eşyalardan, fotograflardan, artık onun için gereksiz herşeyden kurtulur. İzinin bulunmasını engelleyecek ayrıntılı planlar  yaptıktan sonra yola çıkar. İtalya’nın güneşli Ischia adasına ulaşır. İlk görüşte aşık olduğu eve yerleşir. Bol bol yüzer, beste yapar, yeni insanlarla tanışır. 2,5 yaşındaki bir kız çocuğuna büyük bir sevgi duyar. 

Özetleyince çok kolaymış gibi görünüyor. Ama, Ann Hidden’da, yeni bir hayata başlamak ya da en azından hayatındaki bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin aklına gelebilecek “Başka bir yerde keşfedeceği yaşam gerçekten daha yoğun mu olacaktı? Yaratmaya daha mı uygun olacaktı? Kesin yalnızlık gerçekten çekici bir şey miydi?” gibi sorularla, bazen de beklentilerle dolu sebepsiz neşeyle başlıyor yeni hayatına. Yalnız olmak isterken yalnızlık korkusuna kapıldığı anlar oluyor. Bol bol Hayır demesi, ne istediğini, ne istemediğini anlatması, kolay hayatın çağrılarına kulaklarını tıkaması, birçok şeyi geride bırakması gerekiyor. Peki sonsuza kadar mutlu oluyor mu? 

Anlatı sahneler ya da anlar biçiminde, kısa ve keskin. Diyaloglar  çoğu zaman bu insanlar ne kadar da kaba diye düşündürecek cümlelerle ilerliyor. Bazı bölümlerde kimin konuştuğunu ya da neden bahsedildiğini anlamak için sonraki sayfaları beklemeniz gerekiyor. Sinemaya da uyarlanan “Dünyanın Bütün Sabahları” romanıyla tanınan Pascal Quignard, Villa Amalia’da müzik ve felsefe geçmişini harmanlıyor. İlişkiler, hayat, yaratıcılık gibi konular üzerine çok güzel cümleler sarfediyor. Okuma planı yapanların keyfini kaçırmamak için ayrıntılara giremiyorum ama fikir olsun diye romandan birkaç satırı eklemek istedim:

“İnsanın sevdiğinden ayrılması zordur. İnsanın kendisinden ya da kendi imajından ayrılması daha da sorunsaldır.”
“Ortak yaşamda bir taraf kaçınılmaz bir biçimde verdiği ölçüde alır öbür taraftan. Tesadüfen biri öbüründen daha fazla almaya çalışırsa partnerini soluksuz bırakır. Aç kalan ölür. Ortak yaşam bir denge değildir. Son derece istikrarsız bir çatışmadır. Sadece hiçbir zaman elde edilemeyen, mümkün olmayan, gelen, yok olan, sürekli dönen eşitliği aramak onu hareket ettirir, yaşatır.”
“Çünkü kadınlar ve erkekler arasında yaşam sürekli bir fırtınadır. Yüzleri arasındaki hava ağaçlar ya da taşlar arasındaki havadan daha yoğun- daha düşmanca, daha çarpıcıdır-. Kimi zaman, ender olarak, olağanüstü güzel rastlantılarla yıldırım gerçekten düşer, gerçekten öldürür. Aşktır bu.”
“Söylentiye göre ağ, büyüklüğüne, genişliğine, biçimine, sağlamlığına, tuzaklarına göre kendisi için gerekli örümceği örer. Yapıtlar, kendileri için gerekli yaratıcıyı yaratırlar ve uygun biyografiyi oluştururlar.”

Not: Villa Amalia yazarın sinemaya uyarlanan ikinci romanı. Dünyanın Bütün Sabahları benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden olsa da Villa Amalia’da tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Romanla film arasında bir bağlantı kuramadım. En kritik bölümler filmde yok ayrıca romanın verdiği hissi de kesinlikle bulamadım.

5 Aralık 2010 Pazar

Erken Kaybedenler, Emrah Serbes



















Tanımadığım yazarları, yeni çıkan kitapları denerken yarım bıraktıklarımında haddi hesabı olmuyor dolayısıyla, ama yine de bu aralar bir cesaret rafların arasında maceradan maceraya koşturuyorum. Gerçi bu yeni ruh halime rağmen Behzat Ç. dizi olmasaydı ve yazarını öğrenmemiş olsaydım bu kitabı okumayı istermiydim çok da emin değilim. Dördüncü baskısını yapmış olduğunu da göz önüne alınca belki ancak altı, yedi hatta sekizinci baskıda alıp okurdum, gerçi o bile şüpheli ya neyse.  

İlk bakışta, konusu itibariyle, yani ergenler özellikle de erkek ergenler hakkında bir şeyler okumak pek de iç açıcı değildi benim için. Erkek kardeşle büyüyenler anlarlar bu durumu. O dönemleri hiç de sevimli değildir. Hayatınızı zehir eder, ailenin tüm ilgisini üzerine çeker, bir huzur vermezler. Kız evlat olarak sürekli “ne olacak bu çocuğun hali” muhabbetine maruz kalır, aranızdaki yaş farkı az olmasına ve aslında siz de ergenlik denen garip ruh hali içinde bulunmanıza rağmen bir acele  büyümek zorunda bırakılıp, onun sorumluluğunu da taşırsınız. Kavgalarda hep alttan almak durumunda kaldığınız yetmezmiş gibi  bir de anne- babayla,  hiç de hoşlanmadığınız bu yarı vahşi kişi arasında ara buluculuk yapmak gibi görev yüklenir üstünüze.

İşte böyle, evdeki erkek ergen meselesi düşündükçe hala sinir bozan bir durum olsa da Erken Kaybedenleri okurken, sekiz yaşından on yedisine, karakterlerin birinci tekilden anlattıkları hikayeleriyle çok eğlendim ama sanırım biraz da intikam hissiyle hiç de üzülemedim hallerine. (tamam peki üzüldüm ama çok değil).  

Sekiz hikaye var kitapta. Tabi ki karakterlerin o büyümüş de küçülmüş hallerinin, erkek ergen tabiatını bu konuda genellemeye gidecek kadar yansıtıp yansıtmadığını bilemem ama kimi zaman yaşlarıyla pek de bağdaştıramadığımdan, yedisinde neyse yetmişinde de o diye düşünmekten kendimi alamadığım cümlelerde, özellikle de kadınlar hakkındaki sabit fikirlerin benzerliğini gördükçe bunların ergenlikle değil de erkek olmakla mı bir ilgisi var acaba sorusu da aklıma gelmedi değil. Bir de, futbol oynayan çocukların yedinci kattaki evimize kadar duyurdukları küfürlerden olsa gerek kitaptaki küfür durumunu bile yadırgamadım ama on üç yaşında bir erkek çocuk,

“Böyle kızlar çıtı pıtı oluyorlar, güzelliklerinin bilincine tam olarak varamamaktan kaynaklanan bir şaşkınlıkla bakıyorlar ya çevrelerine, bitiyorum. Denizden yeni çıkmış Tanrıçalar misali, bunların mitolojileri bile ayrı bir güzel oluyor” 

gibi bir cümle sarfettiğinde, açıkçası bunu hayal bile edemediğimden, hatta duyacak olsam fena halde korkacağıma emin olduğumdan bana biraz fazla geldi. Neyse, belki de ben yaşlandım ve gençler artık böyle konuşuyorlar bilemiyorum. Gerçi, anlatımı çok akıcı olduğundan bu tür detaylara takılmadan, çok da severek okudum kitabı. Ve hormonları tarafından yönetilen, çocuk muamelesi görmesine rağmen yetişkin gibi davranması beklenen, erkek olmakla birey olmak arasında bir yerlerde takılıp kalmış, maço tavırların altında kırılgan ruhlar taşıyan, bu yalnız, küçük adamların komik ama aynı zamanda hüzünlü hikayeleri bir miktar sempati bile yarattı diyebilirim.

Tereddüt edenler için bir tür teşvik olarak, Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını okuyup sevenlerin, Erken Kaybedenler’den de, Emrah Serbes’in tarzından ve eğlenceli karakterlerinden de çok keyif alacağını söyleyebilirim.