reklam 1

11 Şubat 2011 Cuma

Saydam Şeyler, Vladimir Nabokov




“İşte, istediğim kişi burada. Merhaba kişi! Beni işitmiyor.

Belki somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak, gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istekleriyle dengelenirdi. O zaman kişiler, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken,  tahterevallinin orta kısmında bacaklarını açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi.”

Bu cümlelerle başlayan Saydam Şeyler, okuduklarım içinde en zor Nabokov romanıydı. İşin gerçeği, 120 sayfalık bu kısacık romanı anladığımı da pek söylemem. Ama yine de bir iki cümle not düşmek istedim çünkü en az diğerleri kadar eğlenceli, şaşırtıcı ve çok da çılgın bir romandı.  

Stefan Klein’in zaman’ı anlattığı kitabından bahsetmiştim. Klein, “Beyin bir zaman makinesidir. Geçmiş ve gelecekteki yolculukların çoğunu öyle hızlı gerçekleştiririz ki, şimdiki zamandan oraya yaptığımız sıçramanın farkına bile varmayız.” diyordu. Bu seyahatlerinde, zihnin, bir takım nirengi noktalarını kullanarak zaman içinde yolunu bulduğunu, birşeyleri hatırlamaya çalıştığımızda şimdiki zamanın geçmişi dönüştürdüğünü, beynin çalışma şekli nedeniyle (şimdiki zaman 3 saniyedir) duyularımızla algıladığımız şimdiki zamanın içinde olamadığımızı, boş kalmaya dayanamayan zihnin sürekli düşünce ürettiğini kısacası şimdiki zamanın bir yanılsama olduğunu söylüyordu. İşte Saydam Şeyler’de bu fikirlerin somutlaşmış halini görüyoruz.

Karanlıkta Kahkaha, Maşenka, Cinnet ve Lujin Savunması’nda kendi gerçeklikleri içinde yaşayan karakterler yaratmıştı Nabokov. Saydam Şeyler’in Hugh Person’ı ise biraz daha uçlara gidiyor. Nabokov, zamanda seyahat için nesneleri, mekânları,insanları, koku ve tatları kısacası Saydam Şeyler’i kullanıyor. Hugh’nun zihni şimdiki zamanda geçmişi ya da geleceği yaşıyor. Bir de uyurgezer kahramanımızın  rüyaları varki durumu tamamen içinden çıkılmaz yapıyor. Diğer romanlarında yaptığı gibi Nabokov burada da Freud’u alaycı bir şekilde eleştirmeyi ihmal etmiyor. (“Şarlatan olmadıkça kim düşleri tedavi edebilir?”) Şimdiki zamanı tanımayan zihin uyku sırasında düşle gerçeği ayırd edebilir mi? ya da ikisi arasında bir fark var mı? Zihin, zamandan ve mekandan böylesine bağımsızsa belki de;
“İnanıyorum ki bu, bedensel ölümün verdiği eziyet değil, bir varlık durumundan diğerine geçmek için gerekli  zihinsel manevranın benzersiz sıkıntılarıdır.
Biliyorsun, bu kolaydır evlat.”  

3 Şubat 2011 Perşembe

Yaşamın Hammaddesi: Zaman, Stefan Klein



















“Kendimize çok daha zengin bir zaman deneyimi yaşama olanağı sunma özgürlüğüne sahibiz. Bir saat çoğu zaman dakikaların toplamından daha uzundur, kimi zaman da daha kısadır. Bir gün basitçe 24 saatten oluşmaz.” 

Son okuduğum romanında (Lujin Savunması) Nabokov,  zavallı Lujin’e zaman konusunda ve zamanı kullanarak işkence ederken, benimde bazı durumları tekrar düşünüp taşınmama neden olmuştu. Ve işte tam bu sırada Stefan Klein’in kitabı,  aklıma gelen-gelmeyen  bir  yığın sorunun cevabını verdi.  

Kitabın alt başlığı her ne kadar “Bir kullanma Kılavuzu” olsa da yazar, okuyucuya bir takım reçeteler vermek gibi bir amaç taşımamış. Daha çok Zaman’ın ne olduğuyla ve insanların onu nasıl algıladığıyla ilgilenmiş.  Kendimize sık sık -hadi itiraf edelim- çoğunu hemen her akşam sorduğumuz soruların cevaplarını ve özellikle onları sorma nedenlerimizin  izlerini,  Ravel’in Bolero’sundan, nöropsikoloji’nin buluşlarına, Newton fiziğinden, Faust’a, Hitchcock’dan,  Proust’a, Leibniz’den,  Einstein’a kadar sürmüş. Sonsuza kadar olmasa da yaşamı uzatmak mümkün mü sorusuna, yüzyıllardır  yapılan araştırma ve deneylerin bulgularıyla  cevap vermiş.  Merak edenler için söyleyim,  Evet! Yazara göre bu mümkün ve üstelik çok zor da sayılmaz. En azından orman kebabı pişirmek ya da pin pon oynamak kadar zor değil diyebiliriz. 

Klein, bize uyuma, uyanma vaktini, yorulduğumuzu, acıktığımızı söyleyen, hormonlarımızı, mide salgımızı düzenleyen bir beden saatimiz olduğunu söylüyor. Bu saat, dış saatle (doğayla) tam bir uyum içinde çalıştığı içindir ki daha güneş doğmadan okulda ilk derslerine başlayan çocuklar sıralarda uyuyor, sabahın kör saatleri verimsiz geçiyormuş. Yazar Balzac'ın çalışma düzenini örnek vermiş mesela. Akşam altıda yatıp gece yarısı uyanır, altı saatte bir "kalbi çoşturan" kahvesinden içip 15-24 saat aralıksız yazarmış. Bu şekilde 90 roman yazan Balzac malesef 51 yaşında ölmüş. Yani ne yapıyoruz? Karanlık bir odada büyüyen mimozalar bile sabah uyanıp akşamları yapraklarını kapatırken biz de güneş ışığını algılamak üzere geliştirilmiş sensörlerimize, beden saatimize, doğanın döngüsüne aykırı davranmıyoruz! Ama yinede beden saatinin varlığı, bazı anlar ışık hızıyla geçerken, bazılarının neden sonsuzca uzun olduğunu düşündüğümüzü, açıklamıyor. Klein, “Yaşamımızın zamanı saatlerin gösterdiği zamanla gerçekten aynı mıdır?” sorusuna Hayır! çünkü zamanı algılayışımız, çok daha farklı, bağımsız bir saate “iç-zaman” üreten bilinç saatimize bağlıdır diyor.

Ayrıca, üzerimizde bir baskı unsuru oluşturan “anı yaşamak”  sorunundan  tutun da şimdiki zaman ne kadar sürer, neleri, nasıl hatırlarız, kaybolan zaman nereye gider, zaman olarak hissettiğimiz şey nedir, biz yaşlandıkça zaman daha  hızlı mı geçer, neden dün ne yediğimizi hatırlamakta zorlanırken çocukluk anılarımız bu kadar canlıdır? Hafızamız nasıl çalışır? ya da biz sadece domates dilimlediğimizi sanarken beynimizde neler oluyor?  Peki elli yıl öncesinden daha uzun bir ömre ve hayatımızı kolaylaştıran bu kadar alet edevata karşın niye hiç bir işe yetişemiyoruz, “zamanı olmamak ne anlama geliyor”.  Daha az çalışıp kendimize daha çok zaman ayırabilsek gerçekten mutlu olur muyduk? Aynı anda birçok işi gerçekten yapabiliyor muyuz? Neden konsantrasyon  zorluğu çekiyoruz? Mutsuzluğumuzun sorumlusu stres mi? kadınlar mı daha stresli erkekler mi? Patronlar mı? İşçiler mi?  ve benzeri sorular, kitapta çok ilginç hatta  bazı konulardaki önyargılarımızı, sanılarımızı değiştirecek kanıtlar göstererek yanıtlanıyor.

*Bir deney: “Psikolog Peter Tse, deneklerine bir saniye boyunca bir ekranda beliren ve sonra hızla kaybolan siyah daireler gösterdi. Bir süre sonra alışılagelen yerde birden bire yine siyah bir daire görünüyor ama genişleyip kırmızıya dönüşüyordu. Denekler  genellikle,  bu olayın normal siyah çemberlerin belirişine göre iki kat daha uzun sürdüğünü tahmin ettiler.  Oysa siyah-kırmızı balonda nesnel olarak bir an bile daha uzun süre görünmüyordu. 

Çünkü “Sürprizler beynin heyecan durumunu arttırıyor, dikkatlilik artıyor. Örneğin kendiliğinden şişen balonu izleyenler bir saniye içinde siyah çemberleri izleyenlere göre daha fazla veri alıyorlar. Aynı zamanda bilinç beynin hareket merkezlerinden gelen zaman sinyallerini daha tam olarak kaydediyor. Bilinç bu büyük veri bolluğunu, daha uzun bir sürenin geçmiş olması gerektiğinin  bir işareti olarak algılıyor.”