reklam 1

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Küçük Harfli Mutluluklar ve On İkiye Bir Var; Haldun Taner



Haldun Taner, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Küçük Harfli Mutluluklar, On İkiye Bir Var

Bir şey eksik gibi gelir ya bazen, ne olduğunu bilemezsiniz. Sonraları, tam unuttuğunuz anda birden karşınıza çıkar, ancak o zaman anlarsınız özlemini çektiğiniz şeyin ne olduğunu.

Önce Küçük Harfli Mutluluklar'ı okudum. Öyle iyi geldi ki anlatamam. Hepsi birbirinden güzel dokuz hikaye. O kadar sade, içten, dürüst, naif ve eğlenceliler ki; ama incelik, işte en çok özlediğim o incelikmiş. Tanpınar'ı okurken de böyle hissetmiştim. Hiçbir şeyi abartmadan, göze sokmadan, tam bir sağduyu örneği göstererek hem dilde, Türkçe'nin kullanımında ve üslubundaki inceliğiyle hem de karakterlerine karşı gösterdiği şefkatle, her şeyiyle çok güzel, her şeyiyle öyle kararındaydı ki hayran olmamak mümkün değil. Tabii ki hemen arkasından Şişhaneye Yağmur Yağıyordu ve On İkiye Bir Var geldi.

Öykü yazmaya 1945'de başlamış Haldun Taner, tiyatro ve kabare sonrasında gelmiş. Oyunlarındaki gibi öykülerinde de satır aralarına zarif bir hicivle yerleştirdiği dönemin sosyal ve siyasi resmi, o günleri yaşamamış bizler için bile çok şey ifade ediyor.

Hikayelerin hepsini ayrı ayrı sevdim. Ama bazılarının yeri bir başka oldu;
Mesela Atatürk Galatasaray'da; Atatürk'ün 1931'de Galatasaray lisesini ziyaretini anlatıyor. Yaşanan heyecanı, ilk izlenimleri;

"O gün, orada, onun karşısında çocuk kafamın koyduğu ilk teşhis şu oldu: Bu gözlerden hiçbir şey kaçmaz arkadaşlar. Bu adam kandırılamaz, aldatılamaz. Bu adam mugatalaya, laf cambazlığına papuç bırakmaz. Bu adam bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan, bildiğini bilen, bilmediğini de şıp diye sezen bambaşka bir insandır."

Ve en sevdiğim kısmı;

"Atatürk mektepten ayrılmak üzere iken paydos trampeti çaldığından hepimiz bahçeye boşandık. Rahmetli, maiyetindeki mutat zevata bir şeyler söyledikten sonra talebe kalabalığının ortasına dalıverdi. O, tek başına, ortamızda, maiyetindeki zevat ise geride, çok geride, mektebin iki kanadı da açılmış cümle kapısına yürümeye başladık. Atatürk, yüzünü daha iyi görebilmek için yengeç gibi yampiri yampiri hatta gerisin geri yürüyen bir sürü çocuğun arasında, iki eli ceketinin iki yan cebinde, gururlu ve gülümser ilerliyordu."

Sonra tabii ki diğer hikayeler; bahçesine heykelini diktirmek isteyen tiftik tüccarı, Japon gülü tohumlarını almak üzere bir cesaret Maltepe'den Saraçhane'ye gitmek için yollara düşen Sebati bey, sabah yürüyüşüne çıkan Sancho, belediye emektarı Kalender, Ayak, Koçinalar, İznikli Leylek ve, ve diye saymaya başlayınca birini diğerinden ayırmadığımı fark ettim. Kısacası kendinize bir güzellik yapmak isterseniz ilk sıraya Haldun Taner öykülerini yazabilirsiniz.

İstediği şarkıyı dinleyebilmek;
"Ben size bir şey söyleyeyim mi; hürriyetmiş, demokrasiymiş, insan hakları imiş, hepsi fasa fiso bunların. İnan olsun böyle. Şu baygın baygın hanımeli kokan İstanbul gecesi ve her evden yıldızlı semaya yükselen şu çeşitli radyo sesleri yok mu, işte hürriyet de bu, demokrasi de, insan hakları da. "Hürriyetin tarifini yap" deseler bana, "hür adam radyosunda istediği şarkıyı dinleyebilen adamdır" derim.



27 Temmuz 2019 Cumartesi

Galapagos, Kurt Vonnegut


  “Doğanın ne kadar azla yetindiğini görmek harikulade bir şeydir.” Michel Eyquem De Montaigne (1533-1592)


Kurt Vonnegut'un romanları, dönme dolaba baş aşağı binmek gibi, yani hiç denemedim tabii ama ilk aklıma gelen böyle bir şey. Ayrıca sıcak, içten, uçarı, heyecanlı, ironik ve her şeye rağmen merhametliler. Mezbaha No:5 savaş hakkında okuduğum en etkileyici romandı. Galapagos ise gelecekte -ki işaretlere göre bu pek de uzak olmayabilir- yaşamamız muhtemel, tersine evrimin şahane bir öngörüsü.

Burada eski dostum Schopenhauer'ı anmadan geçemem. O, hayatın bize sunduğu şeyin, ıstırap ve can sıkıntısı arasındaki “az veya çok şiddetli” bir salınım olduğunu, hatta “birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştıracağını” söylüyordu. İyi haberse Kurt Vonnegut'dan geliyor. Tüm sorunlarımızın, “kısıtlanmaya da boş bırakılmaya da” dayanamayan “aşırı büyük beyinlerimizden” kaynaklandığını iddia eden yazar, bir milyon yıl sonra nihayet huzura ereceğimizin müjdesini veriyor.

Şöyle oluyor;

Darwin'le birlikte anılan Galapagos adalarına yapılacak doğa gezisinin hareket noktası, Ekvador ülkesinin en büyük limanı Guayaquil' de başlıyor hikayemiz. Bu yolculuk için özel olarak yapılan Bahia de Darwin gemisi hemen hepsi ünlü şahsiyetlerden oluşan yolcularını beklerken ortalık karışıyor. Ekvador, Kolombiya ve Peru iflas ediyor. Ülkeler birbirine savaş açıyor. Kıtlık ve ekonomik kriz bir anda dünyayı sarıyor.

Meksika, Şili, Brezilya ve Arjantin de aynı şekilde iflas etmişti.  Endonezya, Filipinler, Pakistan, Hindistan, Tayland, İtalya, İrlanda, Belçika ve Türkiye'de öyle.”

Durum böyleyken “Asrın doğa gezisi”nin iptal edildiği, Jacqueline Kennedy, Rudolf Nurayev, Mick Jagger, Paloma Picasso vs. vs. gibi davetlilere haber veriliyor. Ama o kadar da ünlü olmayan ve halihazırda şehre gelmiş bir biyoloji öğretmeni, bir dolandırıcı, Japon bilgisayar dehası ve hamile karısı, geminin görünüşteki kaptanı, bir yatırımcı, kızı ve onun köpeğinden oluşan küçük grup kendilerini bu kargaşanın tam ortasında buluyor. Tabii bu küçük gruba bir anda dahil olan altı Kanka-bono kızını da unutmamak gerek.

Tepelerine bombalar düşmeye başlayan kahramanlarımızdan bir kısmı, tamamen yağmalanmış, pusulasız ve telsizsiz bırakılmış gemiye binmeyi başarıyor. Amaçları bir an önce tehlikeden uzaklaşıp en yakın adadan yiyecek aldıktan sonra kendi ülkelerine dönebilmek olsa da bir süre başıboş dolaşan gemileri bir ada kıyısında karaya oturup kımıldamamakta ısrar edince kurtarılmayı beklemekten başka çareleri kalmıyor. Ama hem gemilerinin bir Peru savaş uçağı tarafından yok edildiği sanıldığından hem de Frankfurt kitap fuarında ortaya çıkan bir virüs hızla yayılarak insan türünün sonunu getirmek üzere harekete geçtiğinden, kimse onları bulmak için yola düşmüyor.

Ve böylece her şey yeniden başlıyor. Galapagos'un en uzak adası, şirin mi şirin mavi ayaklı Sümsük kuşlarının yuvası, Santa Rosalina'ya ulaşan Kaptan Adolf von Kleist, Hisako Hiroguchi, Selena MacIntosh, Kanka-bono kızları ve tabii ki doğa ana Mary Hepburn, bir milyon yıllık evrimden sonra makul ölçüdeki beyinleri ve yüzgeç ayaklarıyla, hindistan cevizi ağaçlarının gölgelediği bembeyaz kumsallarda huzurlu bir hayat sürecek olan yeni insan neslinin temellerini atıyor.

Vonnegut bu şahane romanı 1985'de yazmış. O zamandan beri, aşırı büyük, yalancı, güvenilmez ve şeytani beyinlerimiz muhtemel sonumuzu biraz daha hızlandırmaktan başka bir şey yapmadı. Yazarın da söylediği gibi dünyanın en az üç bölgesinde sürekli devam eden savaşlar hala var, artan silahlanma da cabası. Afrika kıtası hala açlıkla mücadele ediyor. İnsanlar, Kavimler göçünü andıran yığınlar halinde yer değiştiriyor, küresel iklim değişikliği ciddi bir tehdit olarak önümüzde dururken yine tıpkı Vonnegut'un söylediği gibi Güney Amerika ekonomik krizlerle boğuşuyor. Eh bizim durumumuz da malum.

Ama bence sonun yaklaştığının en önemli belirtisi başka yerde. Bir bilimkurgu yazarının öngörüsü müdür yoksa malum mu olmuştur bilmem ama romanın henüz ilk sayfalarında kaybettiğimiz Japon bilgisayar dehası Zenji'nin icadı, bin dilde tercüme yapabilen, hastalıkları teşhis eden, belli bir yılda meydana gelen tüm olayları sıralayabilen, iki yüz oyunun kuralını, elli farklı el sanatının temel ilkelerini, edebiyatın sevilen 20 bin alıntısını hatırlayabilen cep bilgisayarı Mandarax'dan çok daha gelişmiş aletlerin artık hepimizin cebinde olması sadece bir tesadüf mü?

Bu işaretleri düşününce Vonnegut'un öngördüğü son gerçekleşir mi bilinmez ama bir konuda yanılmadığını şimdiden söyleyebilirim. Tüm sorunlarımızın kaynağı olarak gördüğü aşırı büyük beyinlerimiz, her şeye, geçmişimize, “korkulacak çok şey olmasına” rağmen hala yeni bir “Beethoven'ın Dokuzuncu Senfoni'si yazabileceğine”, “İnsanların iyi hayvanlar olduklarına ve sonunda her şeyi halledip yeryüzünü yeniden cennet bahçesine çevireceklerine” inanmaya devam ediyor. 

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine; Schopenhauer


Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine

Felsefe tarihinin en kötümser filozofuyla birkaç saat geçirmek yaz tatiliniz için hayal ettiğiniz şey olmasa gerek ama yine de fırsat bulursanız bir ara okumanızı çok isterim. Özellikle de her gün yenileri yayımlanan kitaplara yetişemeyip kendinizi çaresiz hissediyorsanız, bir yığın güzel kitap ama çok az zaman olduğu hissindeyseniz, yazmaktan zevk alıyor ve daha iyisini yapmak istiyorsanız Schopenhauer'a kulak verebilirsiniz.

Okumak hakkında söyledikleri belki ilk bakışta aykırı bir düşünce gibi gelebilir ki bana öyle geldi, hatta biraz da kızdırabilir ki beni kızdırdı ama beyefendinin karamsar ve asabi ruh halinin arkasındaki gerçekçi insanı sevdiğimden bu konuda ona güveniyorum.

Şöyle ki, Schopenhauer, kitap okumanın faydaları konusunda bizim gibi ısrarcı değil. Tam tersine hem seçici olunması hem de okuma süresinin azaltılması gerektiği kanaatinde. “Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz.” diyor ünlü filozof. Ve böylece düşünmeyi bıraktığımız ve sürekli, her boş vakitte okumanın üzgünüm ama bizi aptallaştırdığı görüşünde. Başkalarının fikirlerini, düşünce akışlarını takip ederek “kendi kendimize düşünme” yeteneğimizi kaybedeceğimizi, “ tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın yürümeyi unutması gibi” düşünmeyi unutacağımızı söylüyor.

Benim de hep yaptığım gibi daha biri bitmeden başka bir kitabın kapağıyla flörte başlayanları da hiç hoş karşılamıyor. Art arda okuduğumuz kitaplardan bize bir şey kalmayacağı çünkü “okunan şeylerin ancak derin düşünmeyle” sindirilebileceği ve bu yüzden kitapları ikinci kez hem de bitirir bitirmez yeniden okumanın gerekli olduğu fikrinde. Tabii elinizdeki iyi bir kitapsa bu geçerli çünkü;

İyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamayı insan kendisine düstur edinmeli: çünkü hayat kısa ve hem zaman hem dinçlik insan için sınırlı.”


Yazmak üzerine;

Hani bazen düşündüğünüz hatta yazdığınız şeyin tıpkısını bir kitapta hem de önem verdiğiniz birinin kitabında okur ve şaşırırsınız ya işte ikinci bölümü okurken bana da aynen böyle oldu. Hem de birkaç kez. Önce Schelling ve Fichte hakında yazdıklarıyla, sonra yazarlık ve üslup hakkındaki sözleriyle ve tabi ki son olarak da aşağıdaki cümlelerle, tam o sırada düşündüklerimi yazarak;

(...)ve sonra hemen aynı düşüncelerin çok uzun zaman önce büyük adamların eserlerinde dile getirildiğini görünce hoş bir şaşkınlık içerisinde kalmışımdır.”

Schopenhauer'ın yazarlık ve üslup üstüne yazdıkları bugün olsa kaç davaya konu olurdu bilmiyorum. Lafını sakınmadan, böyle sert bir şekilde yazdığına göre acaba üniversite yıllarımda aldığım, defalarca tekrar tekrar başlayıp bıraktığım Copleston'ın Hegel cildini mi okudu diye düşünmeden edemedim. Çünkü Schopenhauer'ın Hegel'e ama özellikle de Fichte ve Schelling'e söylediklerinden çok ama çok kızmış olduğu anlaşılıyor. Ki bence;

Schelling ve Fichte'nin eserleri; ... derin ve bilimsel bir üslup tutturmaya çalışırlar, öyle ki öbür tarafta okuyucu içi boş, düşünceden yoksun, uzun, dolambaçlı cümlelerin uyuşturucu etkisiyle azap ve işkenceler içerisinde kıvranır durur.” derken az bile yazmış.

Ama Schopenhauer'ın kızgınlığı bu kadarla bitmiyor. İyi bir yazarı diğerlerinden ayırmanın ipuçlarını ve dolayısıyla yazmak isteyenlerin izlemesi gereken yolu da bu bölümde veriyor. Bu arada ben de 9 yıl önce Flaubert'in ilk romanından bahsederken yazdıklarımın benzerini Schopenhauer'ın kitabında görmenin şaşkınlığını yaşıyorum. Tabi ki böyle yazamamıştım ama kastetmek istediğim tam da böyle bir şeydi;

Ayrıca kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen, ne var ki belki bunlardan bir şey anlayacak birisi çıkar umuduyla kimsenin sesini çıkarmadığı cümleler, hatta uzun ve gösterişli cümleler yazarlar.”

Şu halde birinci kural yazarın söyleyecek bir şeyinin olmasıdır, hatta iyi bir üslup için neredeyse bu kendi başına yeterlidir.”

Düşünme kabiliyetine sahip bir insan her zaman kendisini açık, sarih, anlaşılabilir ve kapalılıktan uzak sözcüklerle ifade edebilir. Güç, karanlık, çetrefil ve ikircikli ifadelere başvuran yazarlar kesinlikle söylemek istedikleri şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardır; onun hakkında belki sadece müphem bir bilince sahiptirler, ki hala kendisini düşünceye yerleştirmeye çabalar; keza bunlar aynı zamanda gerçekte söyleyecek hiçbir şeye sahip olmadıklarını kendilerinden ve başka insanlardan gizlemeyi arzu ederler.

Diyerek devam eden, hepsini şuracığa eklemek istesem de fazlasıyla uzattığım için yazamadığım ama eli kalem-kitap tutan herkesin okumasını tavsiye edeceğim şahane bir yazı.