reklam 1

13 Ekim 2010 Çarşamba

Asi Melekler, Danielle Trussoni

Danielle Trussoni’nin ilk romanı Asi Melekler henüz yayımlanmadan büyük ilgi çekmiş. Yayıncılar kitap için, sinemacılar film hakları için kapışmışlar. Geçtiğimiz günlerde de biz okurlar, Doğan Kitap sayesinde Asi Melekler’le tanışma fırsatı bulduk.  
 
Ana karakterimiz "Evangeline", annesinin esrarengiz ölümünden sonra babasıyla birlikte Fransa’dan Amerikaya taşınmış ve kısa bir süre sonra da babası tarafından Azize Rose manastırına emanet edilmiştir. Manastırda kaldığı on bir yıl boyunca sessiz ve düzenli  bir yaşantı süren "genç rahibe", 1999 yılının son günlerinde aldığı bir mektupla hayatının aniden ve dönüşü olmayan biçimde değişmek üzere olduğunun henüz farkında değildir.

Mektubunda, zengin ve ünlü koleksiyoncu Abigail Rockefeller ile manastırın başrahibesi arasında bir bağlantı olduğunu düşündüren bazı yazışmalar bulduğunu söyleyen Verlaine adındaki sanat tarihçisi, bir müşterisi adına yaptığı bu araştırma için manastırın arşivini incelemek istemektedir. Her zamanki red cevabını göndermeden önce, Evangeline konu hakkında küçük bir araştırma yapar ve gerçektende 1944’de yani ikinci dünya savaşı sırasında Abigail Rockefeller tarafından başrahibeye yazılmış bir mektuba rastlar. Abigail, Rodop dağlarına yapılan başarılı keşif gezisinden ve manastıra gönderdiği Celestine’den bahsetmektedir. Sanat tarihçisinin tahmini doğrulanmıştır ama konuyu iyice merak etmeye başlayan Evangeline, artık çok yaşlanmış  olan rahibe Celestine’in odasına bir ziyaret yapar. 

Celestine ona melekbilimden, Rodop’a yaptıkları geziden, Gözcü meleklerden ve onların insanlarla birleşmesinden doğan Nefillerden bahseder. Hırsları ve kötü yaradılışlarıyla yeryüzündeki tüm acıların nedeni olan Nefiller ile onları durdurmaya çalışan Melekbilimciler arasında binlerce yıldır süren mücadelenin merkezindeki  gizemli çalgı lirin önemini  anlatır. Aziz Agustinius’dan Milton ve Dante’ye, Orpheus’dan Nazilere kadar işin içinde kimler vardır kimler. Ama Evangeline için işin can alıcı noktası kendi ailesinin melekbilim içindeki yerini öğrenmesi olur. 

Anneannesinin verdiği  melekbilim defterini yıllardır saklayan ve melekler üzerine dünyadaki en geniş arşive sahip manastır kütüphanesinin idareciliğini yapan Evangeline, anne ve babasının bu konuyla ilgileri olduğunu bilse ve hatta manastıra gelmeden önce birkaç nefil görmüş olsa da Verlaine gibi çekici birini tanıyıncaya kadar bunlar hakkında araştırma yapmamıştır.  Ama, artık maceraya katılmak zorunda olan  Evangeline, geçen yılların acısını çok kısa sürede çıkarır ve Verlaine’ın mektubunu alana  kadar sormadığı tüm soruların yanıtlarını aynı gün içinde almaya başlar. 

Mistik sırlar, mitoloji, tarih ve bunları birbirine bağlayan komplo teorilerini barındıran romanları sevsem de son yıllarda çıkan bu tarz romanlardan pek haberim olmadı. Bir ara çok gündemde olan Dan Brown’la tanışıklığım bile yılbaşı tatilinde iyi gider diye şimdi adını hatırlamadığım bir romanına başlayıp okuyabildiğim iki sayfayla  sınırlı kalmıştır. Aslında edebiyatın bu türünü sinemaya daha çok yakıştırırım. Pek bilmediğim bir konuda atıp tutmak, genelleme yapmak olacak ama bence karakterden çok harekete dayalı bu romanlarda, anlatıcının mesafeli ve dışarıdan gelen sesi olayı aktarmıyor da, tarif ediyor gibi. Bu yüzden araya giren diyaloglara rağmen ses, anlatıyla bağ kurmayı zorlaşıyor, romanı okumaktan çok izlediğinizi hissettiriyor. Aklın sınırlarını zorlayan mekan tasvirleri ile boşluktaymış gibi hareket eden karakterler yüzünden malesef okumanın zevkini yaşayamıyor ve uyuklamaya başlıyorsunuz. Ayrıca diğer roman biçimlerini okurken garipsemediğim üst-baş betimlerinin bu tarzda çok göze battığını farkettim. Klasik romanlarda, yapıp etmeleriyle, söyledikleriyle insansılaştırdığımız, bağ kurduğumuz karakterler bu tür de daha çok giydikleriyle okuyucuya aktarılıyor. Karakteri, giydiği pantolonun ya da kravatın markasına bakarak tahlil etmeye çalışmak, muhtemelen Hermes’le başka bir marka arasındaki farkın karaktere kattıklarını bilmediğimden bana biraz yabancı geliyor.

Asi Melekler’de de türün bu ayırıcı niteliklerine bolca rastladım. Artı olarak, manastırda dolaşan rahibenin roman boyunca sadece işine yarayacak insanlarla konuşması, daha doğrusu romanın sonlarına doğru üç kişiden fazla olduklarını anladığımız rahibelerden herhangi biriyle, koridorda olsun karşılaşmaması, kimsenin ona günaydın bile dememesi düşündürücü de olsa ilk bölümlerinde, sanki anlatıya kendinizi kaptırmanızı engellemek için özellikle yapılmış gibi hemen her paragraf başının “Evangeline” ve “Genç Rahibe” kelimeleriyle başlaması bence hepsinden daha fazla rahatsız ediciydi. Peki hiç iyi bir şey yok mu, tabiki var. Hem yukardan gelen sesin kesilip anlatının birinci tekile dönmesi, hem de konunun bence en önemli kısmı olması itibariyle, Celestine’in geçmişi hatırladığı uzunca bölüm, okurken gözlerimi açık tutmakta zorladığım romanın, roman okuduğumu hissettiren, keşke tümü böyle olsaydı diye düşündüğüm ve bitirdikten sonra aklımda kalan tek yeriydi. 

Hikâyesi ilgi çekici, ama genelinde dili oldukça yavan olan Asi Melekler bittiğinde ki devamı da geliyor sanırım, Vayyy bee!  dedirtmese de şu yağmurlu günlerde boş bakışlarla TV karşısında oturma durumuna alternatif olarak düşünülebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder