“İnsanlar
eskiden ölümden daha rahatça söz ederlerdi. Ölümden ve gelecek
yaşamdan değil, ölümden ve yok olup gitmekten. 1920'lerde,
Sibelius, Helsinki'deki Kämp restorana gider ve “ limon masası”
adı verilen bir sofraya katılırdı: limon Çinlilerde ölümün
simgesiydi. O ve sofra arkadaşlarının -ressamlar, sanayiciler,
hekimler ve avukatlar- ölümden sadece söz etmesine izin
verilmiyor, onların ölümden söz etmeleri şart da koşuluyordu.
Paris'te kırk elli yıl kadar önce, Magny akşam yemeklerinde geniş
yazarlar grubu – Flaubert, Turgenyev, Edmond de Goncourt, Daudet ve
Zola- aynı meseleyi düzenli ve samimi bir şekilde tartışırlardı.”
Julian
Barnes'ın sevdiğim özelliklerinden biri de kitaplarının
arasındaki ilişkiler. Birbirinin devamı olmayan hatta konuları
arasında hiç bir bağ bulunmayanlarda bile diğerlerinden izlere
rastlıyorsunuz. Yukarıdaki cümleleri, Limon Masası'nın neyi ifade ettiğini anlatması için Barnes'ın Korkulacak Bir Şey Yok kitabından aldım. Çünkü bahsedeceğim kitabı, farklı ülkelerden hatta farklı yüzyıllardan karakterlerin hikayeleriyle etrafına toplandığı Limon Masası.
Ama Barnes, Limon Masasında ölümden, en azından fiziksel ölümden bahsetmiyor. Tam tersine damarlardan
akan yaşamın öyküleri bunlar; beklentileri, yanılgıları,
hayal kırıklıkları ve aşklarıyla, eğer'lerin, keşke'lerin
gölgesindeki hayatların öyküleri ve tıpkı Korkulacak Bir Şey
Yok'da yazdığı gibi öyküler;
"Edebiyat
bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir
ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada
en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en
etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde
gerçekleştirir.”
Mats
Israelson'ın hikâyesi; aklımızın bir köşesinde
duran, hiç yaşanmamış, ele geçen son şansın da birkaç
dakikada boşa harcandığı bir aşkı anlatıyor;
“Hepsi
bu kadarmış, diye düşündü Anders Bodén. Bir kapı açılıyor
ve siz daha geçecek zamanı bulamadan kapanıyordu. Bir insanın
kendi yazgısı üzerinde, kırmızı harflerle işaretlenmiş ve ucu
sivri değneklerle yeniden akıntıya atılan kütükler kadar
kontrolü vardı.”
“Barbro
kendi kendine, bizler ahır bölmelerimizdeki atlardan başka bir şey
değiliz, diyordu. Bölmelerin numarası yok, ama öyle olsa bile
yerlerimizi biliyoruz. Başka bir yaşam yok.
Bildiğin
Şeyler'de ; iki arkadaşın kahve sohbetine konuk oluyoruz. Eşlerinin ölümünden sonra her ay düzenli olarak buluşan iki kadın.
Söylediklerinden çok söylemedikleriyle
ilişkilerini sürdüren, birbirlerinin yanılsamalarını
destekleyen iki dost ya da belki de müttefik.
Yeniden
Canlanma'da yıllar önce yazdığı ama sansüre uğradığı için bir köşede kalmış piyesinin 30 yıl sonra sahnelenmesi sırasında Veroçka
karakterini canlandıran genç oyuncuya aşık olan ünlü bir
yazarın öyküsü.
“Yaşam
boyu kaleme aldığı yazıların çoğu gibi, aşkla ilgiliydi
piyes. Ve yaşamında ne olmuşsa, yazılarında da o olmuştu: Aşk
yürümemişti. Aşk kibarlık yaratabiliyor ya da ya da yaratamıyor,
kendini beğenmişlik duygusunu tatmin ediyor ya da etmiyor, cildi
temizliyor ya da temizleyemiyordu; ama şu kesindi. Mutluluğa
götürmüyordu aşk; hep bir duygu ya da niyet eşitsizliği söz
konusuydu. Aşkın doğası buydu.”
Fransızca
bilmek; Huzur evinde yaşayan bir kadının muhtemelen Flaubert'in
Papağanı'nı okuduktan sonra Barnes'a yazdığı mektuplar.
Okudukları, düşündükleri ve hayat hakkında alaycı, eğlenceli yorumlar.
“Bu
tür bir sual için çok gençsiniz ama sağır ve deli oldukça
kendinize gitgide artan bir şekilde bu suali soruyorsunuz. Şayet I.
Cihan Harbi' nden iki yıl evvel farklı bir istikamete bakıyor
olsaydım şimdi nerede olurdum?
Ve
diğer öyküleri... Barnes'ın romanlarını aşan öyküler var bu
kitapta. Gerçi belki de yoğunluklarını öykü olmalarına
borçluyuz belki de yığınla duyguyu 5-10 sayfada anlattığı için
ya da böyle iyi bir ruh gözlemcisi olmasından bu
sarsılma hissi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder