reklam 1

Türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Küçük Harfli Mutluluklar ve On İkiye Bir Var; Haldun Taner



Haldun Taner, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Küçük Harfli Mutluluklar, On İkiye Bir Var

Bir şey eksik gibi gelir ya bazen, ne olduğunu bilemezsiniz. Sonraları, tam unuttuğunuz anda birden karşınıza çıkar, ancak o zaman anlarsınız özlemini çektiğiniz şeyin ne olduğunu.

Önce Küçük Harfli Mutluluklar'ı okudum. Öyle iyi geldi ki anlatamam. Hepsi birbirinden güzel dokuz hikaye. O kadar sade, içten, dürüst, naif ve eğlenceliler ki; ama incelik, işte en çok özlediğim o incelikmiş. Tanpınar'ı okurken de böyle hissetmiştim. Hiçbir şeyi abartmadan, göze sokmadan, tam bir sağduyu örneği göstererek hem dilde, Türkçe'nin kullanımında ve üslubundaki inceliğiyle hem de karakterlerine karşı gösterdiği şefkatle, her şeyiyle çok güzel, her şeyiyle öyle kararındaydı ki hayran olmamak mümkün değil. Tabii ki hemen arkasından Şişhaneye Yağmur Yağıyordu ve On İkiye Bir Var geldi.

Öykü yazmaya 1945'de başlamış Haldun Taner, tiyatro ve kabare sonrasında gelmiş. Oyunlarındaki gibi öykülerinde de satır aralarına zarif bir hicivle yerleştirdiği dönemin sosyal ve siyasi resmi, o günleri yaşamamış bizler için bile çok şey ifade ediyor.

Hikayelerin hepsini ayrı ayrı sevdim. Ama bazılarının yeri bir başka oldu;
Mesela Atatürk Galatasaray'da; Atatürk'ün 1931'de Galatasaray lisesini ziyaretini anlatıyor. Yaşanan heyecanı, ilk izlenimleri;

"O gün, orada, onun karşısında çocuk kafamın koyduğu ilk teşhis şu oldu: Bu gözlerden hiçbir şey kaçmaz arkadaşlar. Bu adam kandırılamaz, aldatılamaz. Bu adam mugatalaya, laf cambazlığına papuç bırakmaz. Bu adam bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan, bildiğini bilen, bilmediğini de şıp diye sezen bambaşka bir insandır."

Ve en sevdiğim kısmı;

"Atatürk mektepten ayrılmak üzere iken paydos trampeti çaldığından hepimiz bahçeye boşandık. Rahmetli, maiyetindeki mutat zevata bir şeyler söyledikten sonra talebe kalabalığının ortasına dalıverdi. O, tek başına, ortamızda, maiyetindeki zevat ise geride, çok geride, mektebin iki kanadı da açılmış cümle kapısına yürümeye başladık. Atatürk, yüzünü daha iyi görebilmek için yengeç gibi yampiri yampiri hatta gerisin geri yürüyen bir sürü çocuğun arasında, iki eli ceketinin iki yan cebinde, gururlu ve gülümser ilerliyordu."

Sonra tabii ki diğer hikayeler; bahçesine heykelini diktirmek isteyen tiftik tüccarı, Japon gülü tohumlarını almak üzere bir cesaret Maltepe'den Saraçhane'ye gitmek için yollara düşen Sebati bey, sabah yürüyüşüne çıkan Sancho, belediye emektarı Kalender, Ayak, Koçinalar, İznikli Leylek ve, ve diye saymaya başlayınca birini diğerinden ayırmadığımı fark ettim. Kısacası kendinize bir güzellik yapmak isterseniz ilk sıraya Haldun Taner öykülerini yazabilirsiniz.

İstediği şarkıyı dinleyebilmek;
"Ben size bir şey söyleyeyim mi; hürriyetmiş, demokrasiymiş, insan hakları imiş, hepsi fasa fiso bunların. İnan olsun böyle. Şu baygın baygın hanımeli kokan İstanbul gecesi ve her evden yıldızlı semaya yükselen şu çeşitli radyo sesleri yok mu, işte hürriyet de bu, demokrasi de, insan hakları da. "Hürriyetin tarifini yap" deseler bana, "hür adam radyosunda istediği şarkıyı dinleyebilen adamdır" derim.



16 Ağustos 2016 Salı

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

                                                                         “İroni insanlığın edebidir.” Jules Renard

Hem edebiyat hem de düşünce tarihimizin en nadide yapıtlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı, memleketin sosyo-kültürel değişimini, Abdülhamit döneminden Cumhuriyetin ilk yıllarına uzanan bir tarih aralığı içinde, hiciv türünü kullanarak anlatıyor. 

Altmış yaşında anılarını yazmaya başlayan kahramanımız Hayri İrdal'ın, Abdülhamit döneminde geçen çocukluk ve ilk gençlik yılları oldukça hareketli ve bolca maceralıdır. Yanında çıraklık yaptığı saat ustası Muvakkit Nuri Efendi, başka dünyalarla ilgili işlerine yardım ettiği Seyit Lütfullah, define ararken ya da eczanede simya işleriyle uğraşırken peşlerine takıldığı Abdüsselam Bey, Avcı Naşit Bey, Aristidi Efendi, sonra halası ve tabi ki büyük büyük babasından kalan saat Mübarek, tüm hayatını etkileyecek önemli karakterlerdir. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla gençliğin güzel günleri de biter. Savaştan dönünce evlenip Abdüsselam Bey'in konağında yaşamaya başlaması hayatındaki ikinci dönüm noktasıdır. Abdüsselam Bey'in ölümünden sonra mirası hakkında yaptığı küçük bir şakanın yarattığı kargaşa, Hayri'nin önce mahkemeye sonra da akıl hastanesine düşmesine neden olur. Viyana'da psikanaliz eğitimi alan Dr. Ramiz'le de burada tanışır. Daha doğrusu onun tarafından esir alınır. Ama hayatındaki önemli değişiklikler de yine doktor sayesinde olur. Farklı işlere girip çıkarken Dr. Ramiz'in kurduğu psikanaliz cemiyetinin müdürlüğünü yapar. Bir süre de ispritizmacılar kulübünde muhasib olarak çalışır. Halit Ayarcı ile tanışması da yine Dr. Ramiz sayesindedir. Hayri'nin hayat hikayesi ve saatler hakkında ustasından öğrenip aktardığı cümleler, Halit Ayarcı'nın aklına o zamana kadar kimsenin düşünmediği bir fikir getirir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü kurmak. Maddi açıdan zor durumdaki Hayri İrdal, karısını kaybetmiştir. İki küçük çocuğu, yeni karısı ve baldızlarıyla birlikte yaşadığı evi zar zor geçindirmektedir. Zamanın ruhuna vakıf bir kişilik olan Halit Ayarcı'nın ileri görüşlülüğü, fırsatları hemen fark eden sezgileri sayesinde ortaya çıkardığı bu yeni teşebbüs, her ne kadar akıl dışı gelse de, görünürde başka bir çıkış yolu da olmayan Hayri İrdal için hayatını yeniden düzene koyabileceği tek fırsat gibi görünür. Kendisini Halit Ayarcı'nın ellerine bırakır ve hayal bile edemeyeceği bir servete ve üne sahip olur.

Tabi ki bu özet, böyle dolu dolu bir romanı anlatmak için yeterli olmaz. Mesela Tanpınar'ın kaleminin bizim için çizdiği resmin canlılığını, karakterlerinin her birine gösterdiği özeni, eski İstanbul'un büyülü atmosferini aktaramaz. Ve eminim ki içinde bol miktarda hayat dersi ve felsefe barındıran bir romanda, ironinin böylesine zarif kullanımı da her yazarın yapabileceği bir şey değildir ve sırf bu yüzden tekrar tekrar okunmalı ve ders alınmalıdır. Ayrıca romanın edebi güzelliğinin yanı sıra edebiyat tarihindeki yerini de unutmamak gerekir.

Türk Romanına Eleştirel Bakış Cilt1'de, Berna Moran'ın, “iki uygarlık arasında bocalayan toplumumuzun yanlış tutumlarını, davranışlarını, saçmalıklarını, alaya alan, eleştiren bir romandır.” dediği Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün, bugün görece daha modern bir toplumda yaşayan bizler tarafından da büyük bir keyifle okunmasının sebebi bana kalırsa aslında romanda güldüğümüz bocalama durumlarıyla, kimi zaman kılık değiştirseler de bir biçimde tanışıklığımızın olması, belki de okuyucu olarak hali hazırda benzer bir komedinin içinde yaşadığımızı fark etmemiz olabilir. Tanpınar, bir çoğu zamanla normalleşip parçamız haline gelen bu durumları bugün çok özlediğimiz ince bir ironi ile ve tamamen yerli karakterler üzerinden bize anlatır. Ama sadece batı adetlerini benimsemeye çalışırken düşülen komik durumlar değil, her türlü dert için evliyalardan yardım bekleyenler, Mevlevi ayinleriyle Bektaşi adetlerini birbirine katanlar da onun eleştirilerinden nasibini alır. 

Toplum üzerindeki etkisini hicvettiği konulardan bazılarının -sinema, ispritizmacılık, psikanaliz, modernizm, kapitalizm vb. hemen hemen aynı tarihlerde, doğdukları ülkelerde de benzer şekilde karşılandıklarını ve tartışıldığını da düşünürsek, romanın farklı uygarlıklar arasında bir bocalama halinin ötesinde kitlesel bir kendinden geçiş durumunu resmettiğini, her ne kadar anlatıcımız daha romanın başında “Biz kendi alemimizde yaşayan insanlarız. Her şeyimiz kendimize göredir. (9) diyorsa da, romanın zamanının ötesinde ve evrensel bir değere sahip olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Mesela Nabokov'un, hemen her romanında o dönemin en yeni keşfi olan psikanaliz ve özellikle de yaratıcısı Freud hakkında küçük bir dokundurma yapmadan geçmemesi, sinemanın Avrupa ve Amerika'da da insanlar üzerinde benzer etkilerinin olması, hatta birkaç saat önce son sayfasını okuduğum Julian Barnes'ın romanı Arthur ve George' da görebileceğimiz gibi, Sherlock Holmes'un yazarı Arthur Conan Doyle gibi toplum önderleri ve bilim adamları da dahil, dönemin tanınmış kişiliklerini peşinden sürükleyen, hatta onların alay konusu olmalarına neden olan spiritizmacılığın batı toplumunda da hemen hemen aynı etkileri yarattığını görebiliriz.

Ahmet Hamdi Tanpınar müzesi, Gülhane Parkı
Burada tabi ki sadece amatör bir okuyucu olarak gözlemim olduğunu da belirtip küçük bir de not düşmek istiyorum. Roman hakkında araştırma yaparken Murat Gülsoy'un, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün Devamı başlıklı yazısına rastladım. Gülsoy yazısında, Turan Alptekin’in “Ahmet Hamdi Tanpınar Bir Kültür Bir İnsan” kitabında, Tanpınar'ın romana ek olarak yazdığı ama neyse ki ve yaşasın ki basımında romanın sonuna eklemediği mektubu alıntılamış. Bu mektup özetle, tüm anlatının akıl hastanesinde yatmakta olan Hayri İrdal'ın hayal gücünün eseri ve her şeyin koca bir yalandan ibaret olduğunu söylüyor. Öyle bir mektup ki, romanın o ana kadar okuyup sevdiğimiz her satırını, mantıksal bağlamını, içeriğinin ve eleştirilerinin değerini bir anda silip atıyor. Bu yüzden, mektubu romanın sonuna eklemeyen Tanpınar'a bir kez daha büyük bir yazar ve kuramcı olduğunu gösteren bu hareketi, sağduyusu ve edebiyat sevgisi için ne kadar teşekkür etsek az. Ne de olsa Flaubert'in dediği gibi “Her akla gelen yazılmaz.” Diğer taraftan Murat Gülsoy yazısında romanın aslında bu mektupla tamamlandığını söylüyor. Tabi ki bu zevk meselesi ve Murat Gülsoy'da bir edebiyat insanı ama ya da tam da bu nedenle “Bu sayede Dr. Ramiz’le temsil edilen psikanalize de kaybettiği itibarı iade edilmiş oluyor” dediği satırlar beni hayrete düşüren asıl kısım oldu. Tanpınar'ın romanında, psikanalizin, itibarını zedelemek gibi bir düşüncesi olduğunu sanmıyorum -tıpkı onun itibarını kurtarmak gibi bir görevi de olmadığı gibi- ama yazarın, o yıllarda bir çılgınlık haline gelen konuyu Dr. Ramiz'in kişiliğinde hicvetmesi de romanın gidişatına baktığımızda diğer konuları eleştirmesi kadar doğal ve yerinde görünüyor. Umarım romanın yeni baskılarında da bu mektup eklenmez ve tam da yazarının tercih ettiği gibi basılmaya devam eder. 
"İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymağa başladı. Fakat bu kadarı kâfi değil. Saat zamandır, bunu düşünmemiz lazım."

12 Temmuz 2016 Salı

Çıplak ve Yalnız, Hamdi Koç

Çıplak ve Yalnız, Hamdi Koç

Son yazımın üstünden neredeyse bir yıl geçmiş. Şu hayatta, en azından tembellik konusunda istikrarlı biri olarak yavaş yavaş ve tabi ki başka bir mani de çıkmazsa kaldığım yerden yani rüyalardan devam ediyorum. Psikolojik, felsefi derken sırada diğer tarafla ilgili olanlar var. Hamdi Koç'un 2013 'de yayımlanan son romanı Çıplak ve Yalnız' da görünenle görünmeyen arasında sezgiler devreye giriyor. Düşüncenin alanından çıkıp, rüyaların ve hislerin peşine düşüyoruz. Peki hissediyorum o halde var diyebilir miyiz?

1960'lı yılların Ankara'sı. Garsoniyer olarak tuttuğu eve büyük hayallerle bağlattığı telefonun çalmasıyla kahramanımızın hayatı değişiyor ya da aslında kendisine ait bir hayatın varlığından haberdar oluyor demek daha doğru olacak. Sevgisiz bir çocukluk, yalnız ve parasız geçen gençlik yıllarından sonra nihayet hep beklediği şans yüzüne gülüyor. Tanımadığı amcasından kalan büyük bir miras, ona kucak açan yengesi, sonunda ait olacağı ve sevileceği bir ev. Bir de tüm bunların karşılığında, diğer taraftan gelen işaretler, huzursuz ruhların çözülmeyi bekleyen sırları, hesaplaşılması gereken bir geçmiş, savaşmaya hazır ve öldürmekten çekinmeyen düşmanlar var. Yani epeyce hareketli, temponun hiç düşmediği bir roman. 

Mesut, uzun zamandır rastladığım karakterler içinde en gerçekçilerinden biriydi. Korkuları, hayalleri, umutları ve zaafları olan, biraz saf, biraz uyanık, oldukça da komik, çok yönlü bir karakter. Hepimiz gibi kendisiyle çelişiyor, her şeyi bildiğini düşünüyor, kendine göre ahlaki yargıları var. Bazen olması gerektiği, bazen de işine geldiği gibi davranıyor. Diğer karakterler de oldukça renkliler. Belki kadınların bir parça flu olduğunu söyleyebilirim ama onlar zaten birinci tekil anlatıcının yani Mesut'un anlayabildiği kadar varlar.

Romanda beni çeken bir diğer şey de anlatıcının kullandığı dil oldu. Genellikle Latin edebiyatında rastladığımız, bence bizim topraklarımıza da gayet yakışabilecek büyülü gerçekçilik türüne benzeyen bölümleri inandırıcı hale getiren bir akıcılığı ve samimiyeti var. Ama, her ne kadar aşırı bir yorum olduğunu düşünsem de, son sayfanın, bu samimiyeti ve inandırıcılık hissini azıcık gölgelediğini söylemeden geçemeyeceğim. Tam da 599. sayfada, Mesut'un üniversitede edebiyat okuyup üstüne bir de profesör olduğunu öğrendiğimizde, hikayenin ne kadarının edebi kaygılarla yazıldığı, yazarın eğitiminin anlatıyı etkileyip etkilemediği ve tabi ki ilk satırdan itibaren hissettiğimiz samimiyetin gerçek olup olmadığı sorusu aklıma gelmedi değil. Ama bu kez dedektiflik yapmadığım ve gayet keyifle okuduğum için sonuna da takılmadım. Ayrıca bir de 139.sayfada İrfan olan çocuğun isminin 592. sayfaya geldiğimizde Irmak olması var, ki onu da 600 sayfalık romanda olur öyle şeyler diyerek geçtim. Yaşanan o kadar maceradan sonra Mesut'un da bazı şeyleri hatırlayamaması gayet normal. Yani anlaşılacağı üzere sevdiğim zaman kitaplara toz kondurmuyorum :)


Bu arada küçük bir uyarı; Çoğumuz Dexter gibi klasikleri gözümüzü kırpmadan izleyebiliyor, vampir ya da ne idüğü belirsiz yaratık dizilerinin çocuklar için yapıldığını sanıyorsak da romandaki bir iki, neyse abartmayıp bir bölüm diyeyim, biraz ürkütücü gelebilir. Aslında küçükken Stephan King okuyan biri için gayet utanç verici (Hayır korkmadım tabi ki de!) ama siz en iyisi romanı gün ışığında okuyun. Ben okurken o sahneler nedense hep geceye rastladı, merak ağır bastığı için de devam ettim ve aslında bir zararını da görmedim ama yine de benden söylemesi!


31 Ağustos 2015 Pazartesi

Puslu Kıtalar Atlası; İhsan Oktay Anar



Freud'u şimdilik bir kenara bırakıp Aristoteles'den Descartes, Berkeley ve Kant'a, psikolojiden felsefeye, Tatlı Rüyalardan, Puslu Kıtalara geçelim. İhsan Oktay Anar'ın ilk ve sanırım en ünlü romanı Puslu Kıtalar Atlası, 1995 yılında yayımladıktan sonra 52. baskısını 2015 yılında yapmış. Amat, Efrasiyab'ın Hikayeleri, Kitab-ül Hiyel, Suskular ve Yedinci Gün ise Anar'ın diğer romanları.

Yazar, büyük ses getiren Puslu Kıtalar Atlası'nda bizi tarih kitaplarında rastlayamayacağımız başka bir İstanbul'a götürüyor. Eminönü'nde Galata'da, Pera'da, korsanların, külhanların gittiği meyhanelerde, dilenci loncalarında, karanlık sokaklarda, gizli tünellerde dolaştırıyor. Casuslardan, hırsızlara, ayı oynatıcılarından rüya yorumcularına, kumarbazlara, tarikat rahiplerine türlü çeşit insanla tanıştırıyor; sonra her şeyin mümkün olduğu masallara, ömrünü uyuyarak geçiren ya da gözünü bile kapatamadan ülke ülke gezerek derdine çare arayanların hikayelerine, Aristoteles'in fiziğinden, Descartes'in şüphelerine ve nihayet Uzun İhsan Efendi'nin düşlerine dahil oluyoruz. Dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, ara sıra kapısına gelip kendileri için istihareye yatmasını isteyen komşuları ve oğlu Bünyamin dışında kimsesi olmayan Uzun İhsan Efendi, fırtınalı denizler, korsan saldırıları ya da hastalıklarla uğraşmadan dünya haritası çizmek için çok daha zahmetsiz bir yol keşfetmiş; düşlerini. Ama günlerden bir gün Rendekâr diye birinin yazdığı Zagon Üzerine Öttürme adındaki çeviri kitapla tanışınca İhsan Efendi'nin rüyaları da, düşünceleri de başka bir biçim alıyor. Bundan sonrasında kim uykuda kim uyanık, kim rüya kim gerçek, işler biraz karışıyor.


Psikolojik rüyalardan felsefi rüyalara geçerken, tabi kendi bölümüm olduğu için biraz da taraf tutarak; Tatlı Rüyalar'da psikoloji Profesörü Fişek'in biraz alayla söylediği “Düşlüyorum öyleyse vardır” cümlesinin felsefe için gayet ciddiye alınabilecek bir fikir olduğunu hatırlatmak isterim. Mesela bir filozof çıkıp her gün gördüğümüz dünyanın aslında var olmadığını, her şeyin bizim algımızda, düşüncemizde olup bittiğini söyleyebilir. Kendi varlığımıza dair sadece inanca sahip olabileceğimizi, dış dünyanın varlığını ise asla kanıtlayamayacağımızı, hatta dış dünya diye bir şeyin olmadığını da. Başka bir filozof da çıkıp sadece dünyanın değil, ben diye bir şeyin de olmadığını iddia edebilir. Yani belki psikolojide değil ama felsefede bütün bunlar ve daha fazlası olabilir. Bu yüzden içinden felsefe geçen bir romanda da;

Düşündüğüm için ben var değilim, sizler varsınız. Sizler benim zihnimdeki düşüncelerden ibaretsiniz”

gibi cümleler gayet doğal olarak yazılabilir. Ve işin güzel tarafı kimse, bunları söyleyen karakterin tedaviye ihtiyacı olduğunu düşünmez. 

23 Ağustos 2015 Pazar

Tatlı Rüyalar; Alper Canıgüz


Dünyadan biraz uzaklaşmak iyi gelir diye uzun zamandır okumak istediğim bizden romanlardan -Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Hamdi Koç'dan Çıplak ve Yalnız, İhsan Oktay Anar'dan Puslu Kıtalar Atlası ve Alper Canıgüz'den Tatlı Rüyalar- küçük bir liste yapmıştım ama bu kadarını beklemiyordum. Birbiriyle pek bir alakasız gibi görünen kitaplar tam da aradığım o P330 dalgası oldu.

Tatlı Rüyalar Alper Canıgüz'ün sanırım ilk romanı. Onu Oğullar ve Rencide Ruhlar, Gizli Ajans, Alper Kamu, Cehennem Çiçeği takip etmiş. İyi çalışılmış ama doğallığıyla bunu bir o kadar iyi gizlemeyi başaran romanın ilk cümlesiyle birlikte okuru yakaladığını ve hızla sona doğru sürüklediğini söyleyebilirim. Yani kapağındaki “Psiko-absürd, Romantik, Komedi” tanımlaması hiç de abartı değil.

Tarihi eser kaçakçılığından kazanılan üç milyon doların peşine düşen kahramanlarımız ki içlerinde annesinden miras eski bir fotoğrafa ait hikayeden ve umutlarından başka bir şeyi olmayan yarı Türk yarı Fransız Hector Berlioz; gazeteye verdiği ilanla hayatının bir bölümünü satmak isteyen Hamit Alemdar; rüyalarında sürekli başka birinin hayatını izlemek zorunda kalan ve kurtulamadığı bu durumdan bir şekilde yararlanmayı kafasına koyan Şevket Hakan Tuncel; ne aşkta ne de akademik hayatta aradığını bulamamış psikoloji Profesörü Olcayto Fişek, sevgilisine verdiği sözü tutmak için başkalarının rüyalarını kullanan Panş ve diğerleri yani Nalan, Hüseyin Bey, Piç Okan, Tatar... Kimisi bilerek kimisi bilmeden bir valiz dolusu paranın peşinde başka alemler arasında geçiş yapan acayip karakterleri, fiille biten güzel kısa cümleleri, canlı anlatımı, merak duygunuzu sürekli uyanık tutan, kurgusu ve eğlenceli diyalogları bu romanı okunmaya değer kılan özelliklerden sadece birkaçı.

Alper Canıgüz, tüm o macera ve gizemin arasına Psikoloji Profesörü Fişek ile öğrencileri, Hakan Tuncel ve Panş arasında geçen diyaloglarda, rüyalar ve bilinçaltı, belki biraz kuantum, ortak düşler derken tabi ki yeniden ama yine son olmayan Freud ve psikanalizin içinden çıkılamayan, bitmeyen problemlerine de epeyce yer vermiş. Bu tartışmaları okurken bir yandan da Tanpınar'ın, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ünde zavallı Hayri İrdal'ı psikanalizin kollarına atışını ve onun insanın içini acıtan çırpınışını düşünmeden edemedim. Belki gerçekten ihtiyacımız olan şey sadece anlaşılmak ve azıcık da şefkat. Ya da belki de artık psikolojiyi ve Freud'u bir yana bırakıp kısaca “Düşlüyorum öyleyse vardır” dememizin vakti gelmiştir.





5 Aralık 2010 Pazar

Erken Kaybedenler, Emrah Serbes



















Tanımadığım yazarları, yeni çıkan kitapları denerken yarım bıraktıklarımında haddi hesabı olmuyor dolayısıyla, ama yine de bu aralar bir cesaret rafların arasında maceradan maceraya koşturuyorum. Gerçi bu yeni ruh halime rağmen Behzat Ç. dizi olmasaydı ve yazarını öğrenmemiş olsaydım bu kitabı okumayı istermiydim çok da emin değilim. Dördüncü baskısını yapmış olduğunu da göz önüne alınca belki ancak altı, yedi hatta sekizinci baskıda alıp okurdum, gerçi o bile şüpheli ya neyse.  

İlk bakışta, konusu itibariyle, yani ergenler özellikle de erkek ergenler hakkında bir şeyler okumak pek de iç açıcı değildi benim için. Erkek kardeşle büyüyenler anlarlar bu durumu. O dönemleri hiç de sevimli değildir. Hayatınızı zehir eder, ailenin tüm ilgisini üzerine çeker, bir huzur vermezler. Kız evlat olarak sürekli “ne olacak bu çocuğun hali” muhabbetine maruz kalır, aranızdaki yaş farkı az olmasına ve aslında siz de ergenlik denen garip ruh hali içinde bulunmanıza rağmen bir acele  büyümek zorunda bırakılıp, onun sorumluluğunu da taşırsınız. Kavgalarda hep alttan almak durumunda kaldığınız yetmezmiş gibi  bir de anne- babayla,  hiç de hoşlanmadığınız bu yarı vahşi kişi arasında ara buluculuk yapmak gibi görev yüklenir üstünüze.

İşte böyle, evdeki erkek ergen meselesi düşündükçe hala sinir bozan bir durum olsa da Erken Kaybedenleri okurken, sekiz yaşından on yedisine, karakterlerin birinci tekilden anlattıkları hikayeleriyle çok eğlendim ama sanırım biraz da intikam hissiyle hiç de üzülemedim hallerine. (tamam peki üzüldüm ama çok değil).  

Sekiz hikaye var kitapta. Tabi ki karakterlerin o büyümüş de küçülmüş hallerinin, erkek ergen tabiatını bu konuda genellemeye gidecek kadar yansıtıp yansıtmadığını bilemem ama kimi zaman yaşlarıyla pek de bağdaştıramadığımdan, yedisinde neyse yetmişinde de o diye düşünmekten kendimi alamadığım cümlelerde, özellikle de kadınlar hakkındaki sabit fikirlerin benzerliğini gördükçe bunların ergenlikle değil de erkek olmakla mı bir ilgisi var acaba sorusu da aklıma gelmedi değil. Bir de, futbol oynayan çocukların yedinci kattaki evimize kadar duyurdukları küfürlerden olsa gerek kitaptaki küfür durumunu bile yadırgamadım ama on üç yaşında bir erkek çocuk,

“Böyle kızlar çıtı pıtı oluyorlar, güzelliklerinin bilincine tam olarak varamamaktan kaynaklanan bir şaşkınlıkla bakıyorlar ya çevrelerine, bitiyorum. Denizden yeni çıkmış Tanrıçalar misali, bunların mitolojileri bile ayrı bir güzel oluyor” 

gibi bir cümle sarfettiğinde, açıkçası bunu hayal bile edemediğimden, hatta duyacak olsam fena halde korkacağıma emin olduğumdan bana biraz fazla geldi. Neyse, belki de ben yaşlandım ve gençler artık böyle konuşuyorlar bilemiyorum. Gerçi, anlatımı çok akıcı olduğundan bu tür detaylara takılmadan, çok da severek okudum kitabı. Ve hormonları tarafından yönetilen, çocuk muamelesi görmesine rağmen yetişkin gibi davranması beklenen, erkek olmakla birey olmak arasında bir yerlerde takılıp kalmış, maço tavırların altında kırılgan ruhlar taşıyan, bu yalnız, küçük adamların komik ama aynı zamanda hüzünlü hikayeleri bir miktar sempati bile yarattı diyebilirim.

Tereddüt edenler için bir tür teşvik olarak, Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını okuyup sevenlerin, Erken Kaybedenler’den de, Emrah Serbes’in tarzından ve eğlenceli karakterlerinden de çok keyif alacağını söyleyebilirim.

22 Ekim 2010 Cuma

Kırmızı Pelerinli Kent, Aslı Erdoğan

 “Kırmızı Pelerinli Kent” in arka kapağında  “...kendi izini süren bir yalnızlık öyküsü” anlattığı yazılmış. Evet, Özgür, her köşe başında, karşısına, şiddetin, ölümün çıktığı Rio’da yapayalnız.  Ama onun başa çıkmakta zorlandığı bildiğimiz türde bir yalnızlık değil, Özgür, yalnız olmaktan çok yalnızlığında başbaşa kaldığı, anlam veremediği kendi varlığından mustarip. Tanımadığı ama bir biçimde var olduğunu bildiği, daha doğrusu olması gerektiğine inandığı anlamın, “bilinmeyenin” peşinde “yalnızlığını kuşanıp” Rio’ya gelmiş. Enerjisine hayranlık duyduğu şehrin gerçeklerini kavradığındaysa  tek çaresinin kendi anlamını yaratmak yani yazmak olduğuna karar vermiş. İşte bu yüzden, roman içinde romanla, birbirini tamamlayan iki anlatıyla karşılaşıyoruz. Okumak için geldiği şehirde, parasız, işsiz üstelik üniversiteden atılmış Özgür bir roman yazmaya çalışıyor. Tekinsiz, ölümcül, kırmızı pelerinli, Rio de Janeiro’nun romanında anlatıcı Özgür’ü, Özgür de, kurgusal karakteri Ö. yü seslendiriyor. 

Şiddetin günlük hayatın parçası haline geldiği, insanların kaldırım kenarlarında ölüme terk edildiği, açlığın, yoksulluğun, insani değerleri sorgulattığı ama bir yandan da müziğin, dansın hiç durmadığı kanlı, canlı bir şehir Rio. Belki bu çelişki yüzünden gelmiş şehre, belki de kendi çelişkisine en uygun yer olduğu için seçmiş Rio’yu ama sonuçta her ikisini de uç noktada hissetmeye başlamış. Aşkı ve yaşamı ezip, ne olursa olsun onlardan bir şeyler koparan insanlara hayranlıkla bakıyor, onlarda tıpkı şehrin hissettirdiği yaşamı görüyor. Bir yandan sokaklarda ölmemek için dua ediyor diğer yandan aradığı anlamı bulmak için, ölmek üzere olan insanları farklı ama yakın bir incelemeden geçiriyor. Bedenin yok oluşunda geride kalanı anlamak ister gibi, sanki onların yaklaştığı ölümde de yaşamın izlerini sürüyor. Sırf bu yüzden “en korktuğu şeyi kovalamaktan vazgeçmiyor” Yazmak için yaşadığı romanının sıfır noktasına ulaşmayı başarıyor. 

Aslı Erdoğan, Türkiye’de bilgisayar mühendisliği ve fizik okumuş. Sonra Rio’daki fizik eğitimini yarıda bırakarak yazmaya karar vermiş. İki yıl Brezilya’da yaşamış. 1994’de yazdığı ilk romanı Kabuk Adam’dan sonra bir öykü kitabı olan Mucizevi Mandarin’ i çıkarmış. Kırmızı Pelerinli Kent  1998’de yayımlanmış. Anladığım kadarıyla kendi yaşamından da izler taşıyan bu romanı  Fransızca ve Norveççe’ye çevrilmiş, bir de ödül almış. Öykülerden oluşan son kitabı Taş Bina ve Diğerleri ise 2009’da yayımlanmış. Yakın bir zaman önce de Sait Faik  ödülünü alan  Aslı Erdoğan, yurt dışında da geleceğe kalacak elli yazar arasında gösteriliyormuş.

Kırmızı Pelerinli Kent, ilk Aslı Erdoğan romanım.  Açıkçası sayfalarla beraber  hücum eden “niye aldım ki, bıraksam mı acaba?" düşünceleri  yerini “neden olmasın?” a terketti. Hakkında yazmaya kalkışınca da  “aslında şunu da, bunu da anlatıyor, acaba şöyle mi demek istemiş ” diye kendi kendime konuşmaya başladım. Seveni çoktur eminim ama benim okumaktan özellikle kaçındığım bir tarzda yazıyor diyebilirim. Her duyguyu psikolog koltuğuna uzanmış gibi anlatıyor, hissettirmekten çok çözümlüyor, yorumluyor. Keşfedecek pek bir şey bırakmıyor okuyucuya. Sonra dili çok şiirsel, okumaya bir kere kaptırınca anlam arayışına da girmiyor, güzel, ahenkli kelimelerin içinde kayboluyor, aynı cümlelerin farklı dizilişlerine rastladıkça ayılıp, ilerliyormuyum yoksa olduğum yerde mi dönüp duruyorum diye düşünüyorsunuz. Bazen kelimeleri, bazen de cümle içindeki yerlerini değiştirdiği Rio betimlemelerinde okuyucunun sabrını zorlamak pahasına en güzel cümleleri kurmak için uğraşıyor, aynı imgeyi defalarca yorumluyor, üstelik yaptığının da gayet farkında, romanda bunu itiraf etmekten de çekinmiyor. Siz de “tamam anladım, hava sıcak, terliyorsun, açsın, pasaklısın, sinirlerin bozuk, bezginsin, Rio’da çok pis kokuyor” diye çığlık atmamak için kendinize hakim olup, her sigarasında ve çayında ona eşlik ediyorsunuz. Evet  bence bu kitabı okurken yapılması gereken de bu. Ona eşlik etmek, götürdüğü yere gitmek ve yapmak istediği şeyi anlamaya çalışmak. Sonrasında sevip sevmemek size kalmış.