reklam 1

Amerikan Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amerikan Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2025 Cuma

Toza Sor; John Fante

Yine çok uzun bir aradan sonra kürkçü dükkanıma döndüm. Neler olmadı ki diyerek evrenin kötü enerjisini bir kez daha üstüme çekmek istemem ama çok zor ve çok üzücü bir seneyi geride bıraktım. Okumaya pek fırsat bulamadım malesef yine de aklımda kalan iki güzel ve benim için değişik romandan bahsetmek istedim. 

İlki hiç fikrim olmadan sadece ismini beğendiğim için başladığım John Fante'nin Toza Sor (Ask the Dusk) romanı. Bir nevi otobiyografi olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Samimi roman karakterleri arasında ilk sıralarda yer alması muhtemel Arturo Bandini'nin etkileyici ve güçlü hikayesi - Amerikan Edebiyatının önemli roman karakterleri arasına da girmeyi başarmış- Charles Bukowski gibi yazarları da oldukça etkilemiş. 

Kitapta göçmen bir ailenin oğlu olan Bandini, yazar olma hayalinin peşinden Los Angeles'a geliyor. Bir öyküsünü yayımlatmayı bile başarıyor. Günün birinde ünlü bir yazar olma umudunu asla yitirmeden,  küçük bir otel odasında çoğu zaman yarı aç yarı tok, parasız bir halde yeni hikayeler yazmaya çalışıyor.

Bu sırada Camilla Lopez adında Meksikalı bir garsonla tanışıyor. İkili arasında gerilimli bir ilişki başlıyor. Bandini bu kızdan gerçekten hoşlansa da her fırsatta onu aşağılamaktan kendini alamıyor. 

Bu kısımlar kitabın bana kalırsa en vurucu bölümlerinden biri olduğu için spoiler vermek istemiyorum ama Fante'nin uygulamalı bir şekilde roman nasıl yazılır dersi verdiğini de söylemeden geçemem. Yazarın, duyguları yansıtışındaki samimiyeti, anlatısının gücü ve tereddütsüz tavrı okumayı müthiş keyifli hale getiriyor. 

Hayallerini gerçekleştirmeye çalışan bir sanatçının yani Arturo Bandini'nin sıcak ve tozlu şehirdeki hayatını, göçmen olmakla ilgili sorunları, çelişkilerle dolu ilişkisini, düşünce akışlarını, kendi içinde ve dış dünyada var olma mücadelesini, Fante'ye -ki otobiyografi olduğu için karakterle yazar arasında bir ayrım yapmak zor- hayran kalarak okudum. 


27 Temmuz 2019 Cumartesi

Galapagos, Kurt Vonnegut


  “Doğanın ne kadar azla yetindiğini görmek harikulade bir şeydir.” Michel Eyquem De Montaigne (1533-1592)


Kurt Vonnegut'un romanları, dönme dolaba baş aşağı binmek gibi, yani hiç denemedim tabii ama ilk aklıma gelen böyle bir şey. Ayrıca sıcak, içten, uçarı, heyecanlı, ironik ve her şeye rağmen merhametliler. Mezbaha No:5 savaş hakkında okuduğum en etkileyici romandı. Galapagos ise gelecekte -ki işaretlere göre bu pek de uzak olmayabilir- yaşamamız muhtemel, tersine evrimin şahane bir öngörüsü.

Burada eski dostum Schopenhauer'ı anmadan geçemem. O, hayatın bize sunduğu şeyin, ıstırap ve can sıkıntısı arasındaki “az veya çok şiddetli” bir salınım olduğunu, hatta “birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştıracağını” söylüyordu. İyi haberse Kurt Vonnegut'dan geliyor. Tüm sorunlarımızın, “kısıtlanmaya da boş bırakılmaya da” dayanamayan “aşırı büyük beyinlerimizden” kaynaklandığını iddia eden yazar, bir milyon yıl sonra nihayet huzura ereceğimizin müjdesini veriyor.

Şöyle oluyor;

Darwin'le birlikte anılan Galapagos adalarına yapılacak doğa gezisinin hareket noktası, Ekvador ülkesinin en büyük limanı Guayaquil' de başlıyor hikayemiz. Bu yolculuk için özel olarak yapılan Bahia de Darwin gemisi hemen hepsi ünlü şahsiyetlerden oluşan yolcularını beklerken ortalık karışıyor. Ekvador, Kolombiya ve Peru iflas ediyor. Ülkeler birbirine savaş açıyor. Kıtlık ve ekonomik kriz bir anda dünyayı sarıyor.

Meksika, Şili, Brezilya ve Arjantin de aynı şekilde iflas etmişti.  Endonezya, Filipinler, Pakistan, Hindistan, Tayland, İtalya, İrlanda, Belçika ve Türkiye'de öyle.”

Durum böyleyken “Asrın doğa gezisi”nin iptal edildiği, Jacqueline Kennedy, Rudolf Nurayev, Mick Jagger, Paloma Picasso vs. vs. gibi davetlilere haber veriliyor. Ama o kadar da ünlü olmayan ve halihazırda şehre gelmiş bir biyoloji öğretmeni, bir dolandırıcı, Japon bilgisayar dehası ve hamile karısı, geminin görünüşteki kaptanı, bir yatırımcı, kızı ve onun köpeğinden oluşan küçük grup kendilerini bu kargaşanın tam ortasında buluyor. Tabii bu küçük gruba bir anda dahil olan altı Kanka-bono kızını da unutmamak gerek.

Tepelerine bombalar düşmeye başlayan kahramanlarımızdan bir kısmı, tamamen yağmalanmış, pusulasız ve telsizsiz bırakılmış gemiye binmeyi başarıyor. Amaçları bir an önce tehlikeden uzaklaşıp en yakın adadan yiyecek aldıktan sonra kendi ülkelerine dönebilmek olsa da bir süre başıboş dolaşan gemileri bir ada kıyısında karaya oturup kımıldamamakta ısrar edince kurtarılmayı beklemekten başka çareleri kalmıyor. Ama hem gemilerinin bir Peru savaş uçağı tarafından yok edildiği sanıldığından hem de Frankfurt kitap fuarında ortaya çıkan bir virüs hızla yayılarak insan türünün sonunu getirmek üzere harekete geçtiğinden, kimse onları bulmak için yola düşmüyor.

Ve böylece her şey yeniden başlıyor. Galapagos'un en uzak adası, şirin mi şirin mavi ayaklı Sümsük kuşlarının yuvası, Santa Rosalina'ya ulaşan Kaptan Adolf von Kleist, Hisako Hiroguchi, Selena MacIntosh, Kanka-bono kızları ve tabii ki doğa ana Mary Hepburn, bir milyon yıllık evrimden sonra makul ölçüdeki beyinleri ve yüzgeç ayaklarıyla, hindistan cevizi ağaçlarının gölgelediği bembeyaz kumsallarda huzurlu bir hayat sürecek olan yeni insan neslinin temellerini atıyor.

Vonnegut bu şahane romanı 1985'de yazmış. O zamandan beri, aşırı büyük, yalancı, güvenilmez ve şeytani beyinlerimiz muhtemel sonumuzu biraz daha hızlandırmaktan başka bir şey yapmadı. Yazarın da söylediği gibi dünyanın en az üç bölgesinde sürekli devam eden savaşlar hala var, artan silahlanma da cabası. Afrika kıtası hala açlıkla mücadele ediyor. İnsanlar, Kavimler göçünü andıran yığınlar halinde yer değiştiriyor, küresel iklim değişikliği ciddi bir tehdit olarak önümüzde dururken yine tıpkı Vonnegut'un söylediği gibi Güney Amerika ekonomik krizlerle boğuşuyor. Eh bizim durumumuz da malum.

Ama bence sonun yaklaştığının en önemli belirtisi başka yerde. Bir bilimkurgu yazarının öngörüsü müdür yoksa malum mu olmuştur bilmem ama romanın henüz ilk sayfalarında kaybettiğimiz Japon bilgisayar dehası Zenji'nin icadı, bin dilde tercüme yapabilen, hastalıkları teşhis eden, belli bir yılda meydana gelen tüm olayları sıralayabilen, iki yüz oyunun kuralını, elli farklı el sanatının temel ilkelerini, edebiyatın sevilen 20 bin alıntısını hatırlayabilen cep bilgisayarı Mandarax'dan çok daha gelişmiş aletlerin artık hepimizin cebinde olması sadece bir tesadüf mü?

Bu işaretleri düşününce Vonnegut'un öngördüğü son gerçekleşir mi bilinmez ama bir konuda yanılmadığını şimdiden söyleyebilirim. Tüm sorunlarımızın kaynağı olarak gördüğü aşırı büyük beyinlerimiz, her şeye, geçmişimize, “korkulacak çok şey olmasına” rağmen hala yeni bir “Beethoven'ın Dokuzuncu Senfoni'si yazabileceğine”, “İnsanların iyi hayvanlar olduklarına ve sonunda her şeyi halledip yeryüzünü yeniden cennet bahçesine çevireceklerine” inanmaya devam ediyor. 

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Her Çıkışın Bir İnişi Vardır; Flannery O'Connor



Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, Flannery O'Conner

Geçtiğimiz yaz iki kısa öykü yazarıyla tanıştığımı söylemiştim. İlki Raymond Carver'di. Diğeri ise bir türlü buraya yazmayı beceremediğim ama eksik kalmasını da hiç istemediğim biriydi. Yine Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden, kısa öykünün ustası Flannery O'Connor.

Dokuz öyküden oluşan Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, yazarın 39 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmesinden bir yıl sonra 1965'de yayımlanmış. İki romanı ve İyi İnsan Bulmak Zor isimli bir öykü kitabı daha bulunan O'Connor'ın, güney gotiği olarak isimlendirilen anlatıları, atmosferleri, canlı karakterleri ve trajik sonlarıyla en iyi öykü örnekleri arasında yer alıyor.

Kitap epeyce sarsıcı ve bol sürprizli öykülerden oluşuyor. İlk okuyuşumda durup düşünmeye fırsat bulamadan şahane edebiyatın keyfini çıkardım. Sonra geri dönüp hepsini tekrar tekrar okumaktan da hiç sıkılmadım. Hikayeler, fanatizm, ırkçılık, din gibi temel meseleler üzerinden geçerek bir tema etrafında toplanıyor. İlk satırlardaki gerilim hissi anlatı ilerledikçe ürkütücü ve bir o kadar da ironik bir hal alıyor. O'Connor'ın karakterleri, başlangıçta her ne kadar uzak, kendilerine has ve biraz acayip gibi görünseler de aslında o kadar da uzak ve acayip olmadıklarını kısa sürede anlıyoruz. Hikayelerinde beni asıl şaşırtan şey bu karakterlerin, bildiğimi bile bilmediğim bir şeyleri belki his denebilir, hatırlatıyor olmaları. Hayır korkutucu bir şey değil demek istediğim. Şöyle ki;

Bir süre önce twitter da şu videoya rastlayınca, yukarıda bahsettiğim tanıdık hisler meselesi de bir yerlere oturmaya başladı. Sanırım bir basın toplantısında sinirbilimci Rudolph Tanzi ve tıpçı, yazar Deepak Chopra, deneyimlerin, duyguların ve hatta anlamların genlerimizde kayıtlı olduğunu ve bu sistemin çok yakında keşfedileceğini söylüyor. Diyorlar ki; hislerimiz, yaşadıklarımızın bizde bıraktığı duygular, hepsi birer moleküle dönüşüyor, oksitosin, dopamin, seratonin gibi hormonlar üretiyor. Peki ama herhangi bir anlam nasıl olur da bir moleküle dönüşür? Üstelik bu kimyasal değişiklikler genetik değişimlere de yol açıyor. Ve en şaşırtıcı olanıysa bu genlerin gelecekte de böyle davranmak üzere şartlanmaları ve sonraki nesillere aktarılabilmeleri. Mesela, “Birisi bana seni seviyorum dese ben de onu seviyorsam kendimi çok iyi hissederim ve oksitosin, dopamin, seratonin gibi salgılar üretirim. Fakat birisi bana seni seviyorum dediğinde eğer onun beni kandırdığını düşünüyorsam aynı salgıları üretmem, onun yerine kortizol ve adrenalin üretirim.” ve bu bizim genlerimize işlemiştir." 

Pek çok davranışımızı ortak atalarımızdan miras aldığımızı sanırım söyleyebiliriz. Benzer şeylerden korkuyor benzer şeylere seviniyor, korkuya mutluluğa, tehlikelere karşı benzer fiziksel tepkiler veriyoruz. Yakında belki de bir adım ileri giderek moleküllere dönüşüp genlerimize yerleşmiş ortak anlamlar taşıdığımızı da söylememiz mümkün olacak. Peki ya okuduklarımız karşısında hissettiklerimiz? Onlar çok mu farklı? Bana kalırsa bir yazarın gerçeği söyleyip söylemediğini ayırt edebiliyoruz ve onlar yani Flannery O'Connor ve tabi ki pek çok iyi yazar genlerimizdeki ortak anlamları çözmemizi, bilmediklerimizi hatırlamamızı sağlıyor. Biz de bu yüzden onları seviyoruz. 

Video için; https://twitter.com/banabirseyogret/status/955110912360316928


29 Aralık 2017 Cuma

Raymod Carver ; Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz ve Katedral


Raymond Carver, Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? ve  Katedral 

Bloga yazılamayan ve kapakları hala açılamamış kitaplarla bu yıl da aslında diğerlerinden pek farklı değildi ama yine de çok hızlıca geçiverdi sanki. Yaz kitaplarımdan bile bahsedemeden bitti. Oysaki bir sürü planım vardı. Şimdi de yine her zamanki gibi son dakikada bir şeyler yazıp yeni yıla iç huzuruyla girmek için bu açığı kendimce kapatmaya çalışıyorum. 

Öykü kitaplarına ayırdığım yaz ayları şahane iki yazarla tanışma fırsatı sağlamıştı. İlki, Raymond Carver, kısa öykü dünyasının ve Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden. Erken yaşlarda atıldığı hayat, yaşadığı güçlükler ve alkolizm, edebiyata olan sevgisine engel olamamış. 20'li yaşlarda ilk öykülerini yayımlatmayı başaran Carver, ülkenin en ünlü yazarlık okuluna devam etme şansını yakalamış. Üniversitelerde dersler de veren yazar, ne yazık ki yine oldukça erken bir yaşta ve kariyerinin doruk noktasında hayatını kaybetmiş. Raymond Carver tek kitapla bırakılabilecek bir yazar değil. Eve döner dönmez okuduğum Katedral de ilki kadar etkileyiciydi.


Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz, tabi ki aşk hakkında,  yani kaybetmek, özlemek, acı çekmek, hayal kırıklığı, yalnızlık, isyan, ayrılık, pişmanlık, suçluluk ve aslına bakarsanız garip, pek de söze dökülemeyen şeyler hakkında. Bir kafede oturup etrafa göz gezdirirken birilerinin muhabetinin bir parçasına, ortasından bir yerden tanık olmak gibi bir his bırakan öykülerde, yazarın gözlerini çevirdiği insanlar genellikle sıradan Amerikan vatandaşları. Peki onların hikayelerini bu kadar etkileyici yapan şey ne? Çünkü belki de aslında sıradan olan hiç bir şey yoktur ve sadece onların içindeki görebilen ya da göremeyen insanlar vardır. Carver, hikayelerinin sonunda okuyucuyu kelimelerle örülü bir duvara toslatıp sarsıyor. Sadece onunla sizin aranızda kalacak bir sırra ortak ediyor. Bazen olduğundan başka türlü olamazmış dediğiniz bir öyküde, kısacık bir anda koca bir hayatın içine çekiyor, bazen söze dökülmeyenlerle, bazen öylesine edilmiş gibi görünen birkaç cümleyle hayatın bambaşka bir yüzünü ortaya seriyor.

Raymond Carver'den okuduğum ikinci kitap ise Katedral. Yine benzer karakterler üzerinden gerçekçi hikayeler anlatıyor. Bu kez kitaba ismini veren Katedral de dahil hikayelerin ortak noktası ev ya da nereye ev diyorsak, evimiz hissediyorsak işte o yerler. Ait hissedilen, özlenen, mahkum olunan, nefret edilen, bazen sizin olmasa da iyi hissettiğiniz bazen de her şeye rağmen yabancı kalınan, uzaklaşılan, kaçmak istenen evler. Tek bir kişi ya da bir aile ya da bazen sadece dört duvar. İçinde olmasanız da hep sizin içinizde olan şey, belki de evin ruhu bilemiyorum Carver etkisiyle yeni bir anlam kazanıyor.

“Ama gözlerim kapalıydı. Kısa bir süre daha kapalı tutmayı düşündüm. Bunun yapmam gereken bir şey olduğunu düşündüm.
“Ee? dedi. “Bakıyor musun?”
Gözlerim hala kapalıydı. Evimdeydim. Bunu biliyordum. Ama aslında bir şeyin içindeymişim gibi gelmiyordu.
“Müthiş bir şey.” dedim.  

23 Mayıs 2017 Salı

Fahrenheit 451; Ray Bradbury


Fahrenheit 451; Ray Bradbury
Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.” Ecclesiastes

Bir süredir istediğim kadar kitap okuyamamanın verdiği sıkıntının üzerine bir de İskenderiye kütüphanesinin yakılıp yıkıldığı, Hypatia'nın öldürüldüğü Agora'yı izledikten sonra ilk girdiğim kitapçıdan elimde Ray Bradbury'nin kült romanı Fahrenheit 451 ile çıktım. Ütopya ya da fantastik edebiyata pek de düşkün olmadığımdan yolumun bir türlü kesişmediği romanlardan biriydi Fahrenheit 451. Ama işte her şeyin olduğu gibi onun da bir zamanı varmış.

Ray Bradbury 1953'de yazdığı romanında aslında bugün bize hiç de ütopik gibi gelmeyen bir dünya çiziyor. Kahramanımız (her anlamda) Guy Montag, kitap yakmakla görevli bir itfaiyeci. İlk sayfalarda yaptığı işten oldukça hoşnut olan Montag, komşu eve taşınan genç bir kızla aralarında geçen sohbetler sayesinde bir tür aydınlanma yaşıyor. Mutsuz olduğunun dahası etrafında hiç kimsenin de mutlu olmadığının, yaşadığı sahte dünyanın farkına varmaya başlıyor. Kitap bulunduğu ihbar edilen bir eve gittiğindeyse ipler tamamen kopuyor. Ev sahibi yaşlı kadının kitaplarını terk etmemesi ve yanan evinden çıkmaması Montag'ın merakını evden bir kitap çalacak kadar tırmandırıyor. Bundan sonra sessiz kalmak, yaşadığı dünyanın kurallarını kabul edip hayatına devam etmek Montag için imkansız hale geliyor.

Özellikle ekranlardan gözlerimizi ayıramadığımız, içeriğin niteliğinden çok niceliğine önem verilen, eğlencenin her şeyin önüne geçtiği, gündüz kuşağı, yarışma programları ve reklam çılgınlığıyla dolu yaşantımızda bir de kitap okumanın yasak olduğunu ve bulundukları yerde yakılarak yok edildiğini ekleyin. Düşüncesi bile canımızı acıtıyor ama Fahrenheit 451 bana kalırsa ütopya olmanın ötesine çoktan geçti bile. Bugün çoğumuzun şikayet ettiği şeyin bir adım sonrasında neler olabileceği romanda itfaiye şefi Beatty'nin sözleriyle ortaya çıkıyor.

Devletten tepeden inme bir şekilde gelmedi bunlar. Ne baskı, ne uyarı ne sansür, başlangıçta hiçbiri yoktu, hayır. Bu oyunu, teknoloji, kitlelerin sömürüsü, azınlıkların baskısı devam ettirdi, Tanrıya şükür. Bugün, bunların sayesinde, her zaman mutlu kalabileceğin için, çizgi roman kitaplarını, eski iyi itirafları ve ticaret mecmualarını okuma özgürlüğün var.”

Neil Gaiman'ın kitabın sonuna eklenen nefis yazısında söylediği gibi “...bu kitap umursamakla ilgili. Kitaplar için yazılmış bir aşk mektubu...” umursamayı bıraktığımız anda başımıza gelecekler için bir uyarı. Ray Bradbury ise her şeye rağmen ümidini kaybetmiyor. Tarih boyunca insanlığın tıpkı bir Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden ve yeniden doğduğunu söyleyen yazarın hepimizin çok ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bir de tavsiyesi var;
Gözlerini merakla doldur ve sanki on saniye sonra ölecekmişsin gibi yaşa. Dünyayı gör. Fabrikalarda yapılan veya parası ödenen herhangi bir rüyadan daha muhteşemdir.”

27 Aralık 2016 Salı

Mezbaha 5, Kurt Vonnegut

Mezbaha 5, Kurt Vonnegut
“Oğullarıma hiçbir şart altında katliamlara katılmamaları ve düşmanlarının katledildiğine dair haberlerin içlerini asla tatmin veya neşeyle doldurmaması gerektiğini söyledim. Bir de katliam makineleri üreten şirketlerde çalışmamaları ve o tür makinelere ihtiyaç duyduğumuzu düşünenlere tiksintilerini belirtmeleri gerektiğini söyledim.” 
İlk okuyuşum yaz aylarına rastlamıştı. Geçen zaman boyunca romanı tekrar, tekrar ve tekrar okudum. Kıyısına köşesine iyice daldım. Her seferinde farklı şeyler keşfettim. Ve galiba sonunda ezberledim. Ama şehirlerimizde bombalar patlarken, yanı başımızda bir savaş sürerken ve dünyanın neredeyse yarısında başka başka acılar yaşanırken bu romandan bahsetmek zor geldi. Savaş başlamadan kısa bir süre önce Suriye'ye gitme fırsatım olmuştu. Bir çok şehrini dolaşıp, Halep'de, kalenin hemen önündeki kafelerde çay içip, nefis yemeklerinden bol bol yemiş, Palmira'da, bin yılların arasında yürüyüp, sokaklarda oynayan güzel gözlü çocukların fotoğraflarını çekmiş, çölün ortasındaki Bağdat kafede keyif yapmıştım. Ama şimdi her şey çok farklı. Yıllardır Suriye'deki çocuklar için canımız yanarken, şimdi o topraklarda bizim de çocuklarımız ölüyor. Bir kez daha insanoğlunun nasıl canavarlaşabileceğine tanıklık ediyoruz. Bir kez daha tüm bu acıların sonucunda kazanan kimsenin olmayacağını biliyoruz. Ve sadece bir gün bitmesini umuyoruz. Belki de şimdi bu romandan bahsetmek iyi gelecek. Vonnegut, bir konuşmasında kötü zamanları yazarak aştığını söylemiş. Belki biz de, onun yazdıklarını okuyarak azıcık da olsa iyileşiriz.
Palmyra 2008

Kurt Vonnegut, 2. Dünya savaşında en büyük yıkımının yaşandığı, Dresden kentinin bombalanmasına tanık olan, mucize eseri hayatta kalmış ve eğer türümüz dünyaya bir amaç için geliyorsa, görevini yerine getirebilen güzel insanlardan birisi. “Hepsi yaşandı bunların. Aşağı yukarı. En azından savaş kısımları gerçek.” diye başlayan Mezbaha 5 ancak 25 yıllık bir uğraşıdan sonra bitmiş. Genellikle bilim kurgu türünde yazan Vonnegut, savaş hakkındaki “ünlü roman”ın da gerçek hayat hikayesiyle bilim kurguyu birleştirirken; 
 “...çocuklarının veya başkalarının çocuklarının savaşlarda öldürülmemesini” isteyen bir anneye verdiği sözü tutmuş. Romanında “John Wayne, Frank Sinatra ya da savaş meraklısı diğer kart zamparaların” canlandıracağı bir karakter kullanmamış. Tanık olduğu savaşı anlatmak için seçtiği kişi, komik görünüşlü bir çocuktan, vücudu “Koka-kola şişesine” benzeyen komik görünüşlü bir gence evrildiği sıralarda askere alınan Billy Pilgrim. Almanlara esir düştüğünde onun için; “Askere benzemiyordu hiç. Kirlenmiş bir flamingoya benziyordu.” diyen yazar, esir kampına geldiğinde ise Billy Pilgrim'i “Kırık bir uçurtma”ya benzetir. Dresden'de trenden inip, şehrin bombalandığı güne kadar kalacakları Mezbaha 5'e doğru yürürlerken, grubun en önündeki Billy için, mavi perdeden harmanisi, manşonu ve gümüş potinleriyle, “...İzleyenlerin soytarılık yaptığını sandığından bihaberdi. Kaderdi elbette kıyafetini seçen. Kader ve pek zayıf yaşama arzusu.” yorumunu yapar. Romandaki diğer karakterler de Billy'den pek farklı değil. Aslında yazar, romanında bir karakter de bulamayacağımızı söyler. Çünkü ona göre; 

“Anlatılan insanlar öylesine sıhhatsiz, muazzam güçlerin öylesine mecalsiz oyuncakları ki hikayemizde neredeyse hiç karakterden, kahramandan sayılacak biri ya da dramatik dikleşme yok. Savaşın ana etkilerinden biri, malum, insanları karakterliğe terfiden caydırmasıdır.”
Halep 2008

Vonnegut, savaşın yarattığı etkiyi, sanki içimize iyice işlesin ve bir daha aklımızdan hiç çıkmasın diye acı bir mizahla bileyerek kelimelere dökerken, insan parçamıza öyle bir dokunuyor ki unutmak zaten pek mümkün değil. Hayatının farklı anlarına kısa bakışlar attığımız Billy Pilgrim'le, bize yazmayanı, söylenmeyeni anlatmayı başarıyor. Canımızı yakıyor evet ama yaşama karşı neden hep bir umut beslediğimizi, neden eşşiz olduğumuzu da hatırlamamızı sağlıyor.
"Billy bir zaman özürlüsü; nereye gideceğini kontrol edemiyor ve seyahatlari eğlenceli falan geçmiyor. Hayatının hangi kısmında kendini oynayacağını önceden bilemediğinden, sürekli sahne korkusu çektiğini söylüyor."

Billy, bir an için, insanların üst üste yığıldığı bir trenle esir kampına giderken bir an sonra Optometrist arkadaşlarıyla golf oynayabiliyor. Akıl hastanesinde yatarken bir anda gözünü karısıyla balayına çıktığı günde açabiliyor. Evindeki titreşimli yatağında hıçkırarak ağlarken, kendisini, Tralfamador'daki hayvanat bahçesinde, porno film yıldızı Montana Wildhack'e, Dresden'in bombalarla yakılmasını anlatırken bulabiliyor. Böylece savaş sırasında neler yaşadığını, yangın bombalarıyla yıkılan bir şehirden nasıl kurtulduğunu, savaştan sonra nasıl delirip bir süre hastanede yattığını, Optometri okulunu bitirip, okul sahibinin kızıyla evlendikten sonra çok zengin bir adam olduğunu, bilim kurgu yazarı Kilgore Trout'u, dünyaya dört yüz seksen milyon kilometre uzaktan gelen, altmış santim boyunda ve hela pompası şeklindeki Tralfamador'lular tarafından kaçırılışını ve bir lazer tabancasıyla öldürüleceğini tıpkı Billy gibi biz de en başından itibaren biliyoruz.
"Yepyeni, harika yalanlar uydurmazsanız insanlar yaşamak istemeyecek. "

Billy'e göre “borunun ucundan görebildiğine “Hayat” demekten başka seçeneği olmayan bizlerin aksine, dört boyutlu görebilen Tralfamador'lulardan özellikle zaman konusunda öğrenecek çok şeyimiz var. Eğer onlar gibi bakmayı başarırsak, bir çok insanın yaşadıkları karşısında bir parça huzur bulabileceğini düşünüyor. Bu yüzden hayatını Tralfamador'luları dünya insanına tanıtmaya adıyor. Tıpkı Vonnegut'un kendisini savaş karşıtı harekete adadığı gibi.

“Tralfamador'da öğrendiğim en önemli husus, bir kişinin öldüğünde sadece ölmüş göründüğüdür. Ölen kişi geçmişte gayet yaşadığından cenazelerde ağlamak saçmadır. Tüm anlar, geçmiş, şimdi ve gelecek daima vardır ve daima var olacaktır...”

“Falan filan”





30 Ekim 2011 Pazar

Pes ettim bırakıyorum …


















Yaklaşık üç aydır gittiğim her yere benimle gelen, çantamın nerdeyse ayrılmaz bir parçası olan Dave Eggers’ın Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser adlı romanını 307. sayfasında bırakma kararı aldığımı yani böyle bir karar almaya mecbur kaldığımı söylemek istedim. İyi olmadığı için değil.  Aksine  içerik yönünden çok güçlü,  eğlenceli,  hüzünlü, şaşırtıcı, duygusal. Hatta son okuduğum bölüme bayıldım desem abartmış olmam.  Reality Show’a katılmak için görüşme yaptığı kısım, sorulara verdiği cevaplar, yaptığı çıkarımlar çok ama çok eğlenceliydi  gerçi üç aydır okumaya çalıştığım için ilk bölümleri pek hatırlamıyorum ama eminim o kısımlarda çok iyiydi.

Eleştirmenler romanı, Salinger’ın Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ına benzetmişler ki birinci tekilden konuşan anlatıcısıyla kesinlikle benziyor. Ama aralarında küçük farklar var. Salinger’in romanı Eggers’ın eserinin en fazla üçte biri kadar. Salinger, Holden’ın  yaşamındaki kısacık bir süreyi anlatıyor, Eggers’sa sonsuza kadar gidecek gibi görünen bir zaman içinde yaşanan çeşitli maceralar şeklinde yaymış hikâyeyi.  Sonra Holden’da çok zekice çıkarımlar yapıyordu ama Eggers’ın romanındaki kadar boğucu yoğunlukta değildi.  

Birini düşünün şöyle tepenizde dikilmiş, sürekli ama sürekli hiç durmadan konuşan birini. Mesela telefonda konuşuyor olsun. Siz kapatsanız bile her telefon çalışında aynı ses tonuyla ve aynı hızda konuşan kişinin karşı tarafta beklediğini biliyor olun. Ahizeyi kaldırdığınızda her şeyin yeniden aynı yoğunlukla  başladığı bir monolog.  Bir süre dinlemeyin, arada başka şeyler düşünün sonra herhangi bir yerinden dinlemeye devam edin, değişen hiçbir şey yok. Tamam konu farklı ama ses aynı, vurgular aynı, nefes almadan konuşan da aynı kişi. Üstelik bu insan üniversite bitirmiş 25 yaşlarında ama yeniyetme Holden’la aynı dili kullanıyor ve ona benzer bir düşünce düzleminde yaşıyor.  Kayıp genç neslin zeki ve duyarlı temsilcisi, idealist ama çoğu konuda cahil, kendince çok özel, farklı, yetenekli, yaratıcı  yani  kendisiyle aynı biçimde düşünen, aynı şeyleri isteyen, hayal eden milyonlarca gençten biri. Tek farkı onun roman karakteri olması ve 542 sayfa boyunca onu dinlemek zorunda olmanız. 

Söylemiştim aslında ama gerçekten çok keyifli bir roman tabi sabırlıysanız, kitabın kapağını her açtığınızda çocuğun kelimeleri makinalı tüfekten çıkan mermiler gibi kafanıza atmasından korkmuyorsanız. Çünkü Eggers'ın romanı edebiyattan çok bir fikir fışkırmasına benziyor ki ilk kez bir romanı okumaktan değil okuyamamaktan çok yoruldum ve sonunda pes ettim. Belki bir gün kaldığım yerden devam ederim ama şimdilik benden bu kadar.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Keyif Evi, Edith Wharton

“Gerçek nedir? Konu bir kadınsa en kolay inanılan şey hikâyedir” 



















Güzelliğiyle ünlü Lily Bart, New York sosyetesinin tanınmış simalarındandır. On sekiz yaşına kadar sürdürdüğü rahat yaşam, önce tüm servetini kaybeden babasının, sonrada sefalet içinde yaşamaya dayanamayan annesinin ölümüyle tamamen değişmiştir. Kimsesiz kalan Lily, yanına yerleştiği halasının arada bir verdiği parayla yaşamaya çalışır. Yetiştirilme tarzı farklı olsa belki de rahatça geçineceği bu miktar, Lily’nin sürdürmek zorunda olduğu hayatın ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemektedir. Şık giysiler alması, her zaman çok güzel görünmesi, balolarda boy göstermesi, haftasonlarını geçirdiği yazlık evlerdeki toplantılarda briç oynaması, bu topluluğun üyesi olarak kalması için yapması gereken şeylerden sadece birkaçıdır. Diğer bir zorunluluk ise tüm bunlara parası yetmediğinden ve en önemlisi toplum içindeki statüsünü koruyabilmek, daha rahat hareket edebilmek için evlenmek, üstelik zengin bir adamla evlenmek zorundadır. Sosyeteye tanıtıldığı gençlik günlerinde oldukça zengin ve ünvan sahibi taliplerini geri çeviren Lily artık yirmi dokuz yaşındadır ve gelen evlilik teklifleri de oldukça azalmıştır. 

Aslında insanların olduğuna inandıklarından farklı biridir Lily. Lükse ve rahat yaşama olan tutkusunu görüp  zengin koca avında olduğunu düşünenlerin tersine sadece parası için biriyle evlenmeyi davranışlarıyla değilse bile bilinçaltıyla reddeder. Tam da onun istediği soruyu soracak damat  adayıyla olan randevusuna gideceği yerde, gerçekten hoşlandığı ama yeterince zengin olmadığı için evliliğe uygun görülmeyen ayrıca kendisiyle evlenmeyi düşünmediğini de bildiği Lawrence Selden’le yürüyüşe çıkar. Ama Lily hep böyledir, “ Toprağı hazırlamak ve tohumları ekmek için köle gibi çalışır, ama hasadı kaldırma günü gelince ya uyuyakalır ya da pikniğe gider.” Nitekim uygun adayı dalavereler çeviren bir başka kadına kaptırır. Zengin talibinin koşarak kaçmasına neden olan bir takım dedikodular yayılmıştır ama karşılığında Lily’nin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Lily, dost görünen ama kendi çıkarları ya da kıskançlıkları yüzünden çamur atan insanlardan çeker en çok. Kocasını aldatan arkadaşının kendisini kurtarmak için tüm sosyeteyi  ona karşı doldurması Lily’nin giderek dışlanmasına neden olan olayların son noktası olur. “Sen benden gerçeği istedin, bir kız hakkındaki gerçek şudur: hakkında konuşulursa işi bitmiştir, durumunu ne kadar çok açıklarsa o kadar kötü görünür göze.” derken o anda ve daha sonrasında hayatını altüst edecek davranışlara  cevap verme çabasına neden hiç girmediğini anlarız. Ama o sessiz kaldıkça durumundan faydalanmak isteyenlerin sayısıda o ölçüde artar. 

Yazar, Lily Bart’ın lükse düşkünlüğü üzerinde durduğu kadar onun yetiştirilme tarzından da bahseder romanda. Dönemin kadını tek  bir amaç için yetiştirilmektedir. Selden’ın, “Evlilik sizin mesleğiniz değil mi? hepiniz bunun için yetiştirilmiyor musunuz?” sözlerinde de, Lily’nin zengin ama aynı oranda sıkıcı ve kibirli koca adayı için söylediklerinde de-“Bunları da, o adamın ömür boyu canının sıkılması onurunu kendisine bahşetmeye sonunda karar verebilmesi olasılığı uğruna yapacaktı. Korkunç bir kaderdi bu ama nasıl kaçabilirdi ki? Başka seçeneği var mıydı?”- görürüz. Lily’nin evlilik üzerine hayalleri, Jane Austen'in, kadınlar için benzer şartların geçerli olduğu dönemde yazdığı mutlu sonla biten romanlarını hatırlatır. 

“Aslında kurduğu hayallerin evlilik sözü verdiği günden öteye gitmesine izin vermiyordu. O günden sonrası maddi rahatlamanın sisleri içinde kayboluyordu ve kendine kol kanat geren kişinin kimliği çok şükür ki belirsiz kalıyordu.”

Sonuçta kadın için evlenmeden önce en basit özgürlük düşlerinin gerçekleşmesi bile mümkün değildir. Selden’ın küçük dairesini gördüğünde, evlenmeden,  kendi zevkine göre döşeyeceği bir eve asla sahip olamayacağını söylemesi de; halasının evindeki odasını bile düzenleyebilse daha iyi bir insan olacağına inanması da benzer bir durumu işaret eder. Çalışıp para kazanmak da hiçbir deneyimi ya da eğitimi olmayan Lily için aynı derecede imkansızdır. Sonunda içine düştüğü durumdan kurtulmak için yapabileceği tek şey hiç hoşlanmasa da, çok zengin bir adam olan Rosedale’le evlenmektir. Ama Lily’yi sosyeteye giriş bileti olarak gördüğü için evlenme teklif eden bu adam da artık Lily’den fayda görmeyeceğini bildiğinden onu reddeder. Yalnız bırakılan Lily, çıkış noktası olarak sarıldığı her umudun onu, çukurun daha derinlerine çektiğinin farkındadır ve durumunu görenlerin sık sık  “keşke sana yardım edebilsem” sözlerinde toplumun koyduğu kurallar karşısındaki çaresizlik hissedilir. 

Lily’nin aşık olduğu, (dönem romanlarında sık rastlanan eğitici erkek) “Bu teklifi yapma hakkım, bir erkeğin, farkında olmadan yanlış bir konuma gelmiş bir kadını aydınlatması konusundaki evrensel haktır.” diyen kurtarıcı rolündeki Selden’ın, bir taraftan kendisinin de yakından tanıdığı Lily’nin çevresini ve hayat tarzını eleştirirken diğer taraftan erkekçe şüphelerden ve iki yüzlülüklerini gayet iyi bildiği toplumun en basit ön yargılarından kendisini bile kurtaramamış olması ama buna karşılık Lily’nin, hayatını eski durumuna getirecek mektupları, Selden’ı zor duruma sokmamak için kullanmaması; arada sırada kadının da erkeği kurtarması gibi bir durumun inanması zor olsa da  gerçekleşebileceği ihtimalini ortaya koyan ve romanın geneline hakim aykırı tavrın bir parçası olarak görülebilir. 

Kadının toplum içindeki yalnız konumu dönem romanlarında sıkça işlense de Edith Wharton’ın detaylı gözlemlerini, iğneleyici yorumlarını ve her satırı dolu dolu romanın içinde barındırdığı çok sayıdaki karakteri, başarılı betimlemelerle kanlı canlı gözünüzün önünde getiren anlatımını, romanın bana fazlaca acıklı gelen son sayfaları dışında – sanki anlatımın tonu birden değişiyor- her yönüyle çok çok beğendiğimi de söylemeden geçemeyeceğim.

15 Ekim 2010 Cuma

En Mavi Göz, Toni Morrison

Beloved (Sevgili) ile Pulitzer alan Morrison, 1993’ de Nobel ödüllü bir yazar olmuş. Toni Morrison’ın Amerika’da 1970’de yayımlanan ilk romanı, En Mavi Göz’ de Nobel’in geldiği  yıl, Can yayınlarından çıkmış ve hemen üç baskı yapmış.

Kendisi bana en çok katlanabilen kitaplardan biri olması sebebiyle kütüphanemin değerli üyelerindendir. Sanırım üniversitenin ilk yıllarında almıştım. O zamandan bu zamana bir sürü ev, kütüphane ve iki şehir değiştirdi ama yollarda telef olmadı, bazı kitaplarım gibi alıp başını gitmedi. Ne zaman göz göze gelsek o günleri, kömür isi kokan Ankara’nın su fışkırtan kaldırım taşlarını, Yüksel caddesini, Dost Kitapevini hatırlattı. Oysa şimdi durum farklı, bunca yıldan sonra ne hikmetse kapağı açıldı ve ilk kez okundu. Artık raflarda karşılaştığımızda Ankara’yı değil,  bambaşka düşünceleri getirecek. 

En Mavi Göz, 1940’lar da zenci olmayı, pis zenci olmayı, çocuk, kadın, erkek olmayı, masumiyeti ve acımasızlığı, küçük bir kız olan Pecola’nın çevresinde anlatıyor.

Pecola, siyah, çirkin ve sakardır. Daha doğrusu etrafındaki herkes böyle söylemektedir. Okulda çocukların alay ettiği, öğretmeninin yüzüne bakmadığı, annesinden bile duygusal yakınlık görmeyen küçük bir kızdır. Aynada kendisini incelerken, neden kimsenin onu sevmediğini anlayamasa da, ondan esirgenen ilgiyi üzerine çeken, sevgi duyulan çocuklardan tek eksiğinin mavi gözler olduğuna emindir. Dünyadaki en mavi gözlere sahip olursa hayatındaki her şeyin yoluna gireceğine inanır.  Sarışın, mavi gözlü Mary Janes şekerlemelerinden yemek, Shirley Temple resimli fincanla süt içmek ve tıpkı onlar gibi sarı saçlı, mavi gözlü Maureen’le arkadaş olmak ister. Güzelliğin ve sevginin simgelerine ne kadar yakın olursa onlardan o kadar pay alacağını düşünür.  

Roman ilerledikçe görürüz ki Pecola’nın etrafındaki yetişkinlerin  hiçbiri ondan çok güzel, akıllı, çocuklar ondan çok daha sevimli değildir. Pecola’nın şanssızlığı, onlara, kendilerini hatırlatmasıdır. Kendi yaşadıklarını, çirkinliklerini, unutmak istedikleri zayıflıklarını, yalnızlıklarını görürler Pecola'ya bakınca. İnsanlar, onun sessizliğini, ürkekliğini, çocuk olmasını kullanır, onun üzerinden yaşamdan bir tür öç alırlar. Siyah olmanın, beyaz dünyanın standartlarına uyamamanın, sinemada gördükleri beyaz insanlar kadar mutlu olamamanın, başkalarının gözüyle baktıkları yüzlerinin hıncını çıkarırlar Pecola’dan. 

Hikâyenin karakterlerinden ve anlatıcılarından Claudia ve ablası Frieda ona yakınlık gösteren, anlayan ender kişilerdir. Aslında Pecola’dan birazcık daha şanslıdırlar o kadar. Ama Claudia, Pecola gibi öfkesini içine atan bir tip değildir. Shirley Temple'dan hoşlanmaz çünkü Pecola ve Frieda'dan küçük olan, Claudia, henüz "çevreye uymayı" öğrenmemiştir. Beyazlarla arasındaki farkı anlamak için tıpkı güzelliklerinin nedenini ararken sarışın taş bebekleri parçaladığı gibi  beyaz kızların sevilmesinin nedenini anlamak için de onları çimdikler. Romanda, yetişkinlerin yargılarındaki yanlışı gören, okuyucuya gösteren ve düzeltmeye çalışan aklın, mantığın sesi Claudia ve Frieda'dır. Duyduklarını çocuksu bir saflıkla yorumlar, hamile kalan Pecola’ya yardım etmek için kendilerince girişimlerde bulunur ancak başaramazlar. 

“ Bu topraklar belirli türdeki çiçeklere yaramıyor. Belirli tohumları beslemiyor, belirli meyveleri vermiyor, toprak kendi istenciyle bir şeyi öldürdüğünde biz de boynumuzu büküp kurbanın yaşama hakkı olmadığını söylüyoruz. Yanlış yoldayız kuşkusuz, ama önemli değil. En azından kasabamın kıyılarında, kasabamın çöpleri, ayçiçekleri arasında artık çok, çok, çok geç.”

13 Ekim 2010 Çarşamba

Asi Melekler, Danielle Trussoni

Danielle Trussoni’nin ilk romanı Asi Melekler henüz yayımlanmadan büyük ilgi çekmiş. Yayıncılar kitap için, sinemacılar film hakları için kapışmışlar. Geçtiğimiz günlerde de biz okurlar, Doğan Kitap sayesinde Asi Melekler’le tanışma fırsatı bulduk.  
 
Ana karakterimiz "Evangeline", annesinin esrarengiz ölümünden sonra babasıyla birlikte Fransa’dan Amerikaya taşınmış ve kısa bir süre sonra da babası tarafından Azize Rose manastırına emanet edilmiştir. Manastırda kaldığı on bir yıl boyunca sessiz ve düzenli  bir yaşantı süren "genç rahibe", 1999 yılının son günlerinde aldığı bir mektupla hayatının aniden ve dönüşü olmayan biçimde değişmek üzere olduğunun henüz farkında değildir.

Mektubunda, zengin ve ünlü koleksiyoncu Abigail Rockefeller ile manastırın başrahibesi arasında bir bağlantı olduğunu düşündüren bazı yazışmalar bulduğunu söyleyen Verlaine adındaki sanat tarihçisi, bir müşterisi adına yaptığı bu araştırma için manastırın arşivini incelemek istemektedir. Her zamanki red cevabını göndermeden önce, Evangeline konu hakkında küçük bir araştırma yapar ve gerçektende 1944’de yani ikinci dünya savaşı sırasında Abigail Rockefeller tarafından başrahibeye yazılmış bir mektuba rastlar. Abigail, Rodop dağlarına yapılan başarılı keşif gezisinden ve manastıra gönderdiği Celestine’den bahsetmektedir. Sanat tarihçisinin tahmini doğrulanmıştır ama konuyu iyice merak etmeye başlayan Evangeline, artık çok yaşlanmış  olan rahibe Celestine’in odasına bir ziyaret yapar. 

Celestine ona melekbilimden, Rodop’a yaptıkları geziden, Gözcü meleklerden ve onların insanlarla birleşmesinden doğan Nefillerden bahseder. Hırsları ve kötü yaradılışlarıyla yeryüzündeki tüm acıların nedeni olan Nefiller ile onları durdurmaya çalışan Melekbilimciler arasında binlerce yıldır süren mücadelenin merkezindeki  gizemli çalgı lirin önemini  anlatır. Aziz Agustinius’dan Milton ve Dante’ye, Orpheus’dan Nazilere kadar işin içinde kimler vardır kimler. Ama Evangeline için işin can alıcı noktası kendi ailesinin melekbilim içindeki yerini öğrenmesi olur. 

Anneannesinin verdiği  melekbilim defterini yıllardır saklayan ve melekler üzerine dünyadaki en geniş arşive sahip manastır kütüphanesinin idareciliğini yapan Evangeline, anne ve babasının bu konuyla ilgileri olduğunu bilse ve hatta manastıra gelmeden önce birkaç nefil görmüş olsa da Verlaine gibi çekici birini tanıyıncaya kadar bunlar hakkında araştırma yapmamıştır.  Ama, artık maceraya katılmak zorunda olan  Evangeline, geçen yılların acısını çok kısa sürede çıkarır ve Verlaine’ın mektubunu alana  kadar sormadığı tüm soruların yanıtlarını aynı gün içinde almaya başlar. 

Mistik sırlar, mitoloji, tarih ve bunları birbirine bağlayan komplo teorilerini barındıran romanları sevsem de son yıllarda çıkan bu tarz romanlardan pek haberim olmadı. Bir ara çok gündemde olan Dan Brown’la tanışıklığım bile yılbaşı tatilinde iyi gider diye şimdi adını hatırlamadığım bir romanına başlayıp okuyabildiğim iki sayfayla  sınırlı kalmıştır. Aslında edebiyatın bu türünü sinemaya daha çok yakıştırırım. Pek bilmediğim bir konuda atıp tutmak, genelleme yapmak olacak ama bence karakterden çok harekete dayalı bu romanlarda, anlatıcının mesafeli ve dışarıdan gelen sesi olayı aktarmıyor da, tarif ediyor gibi. Bu yüzden araya giren diyaloglara rağmen ses, anlatıyla bağ kurmayı zorlaşıyor, romanı okumaktan çok izlediğinizi hissettiriyor. Aklın sınırlarını zorlayan mekan tasvirleri ile boşluktaymış gibi hareket eden karakterler yüzünden malesef okumanın zevkini yaşayamıyor ve uyuklamaya başlıyorsunuz. Ayrıca diğer roman biçimlerini okurken garipsemediğim üst-baş betimlerinin bu tarzda çok göze battığını farkettim. Klasik romanlarda, yapıp etmeleriyle, söyledikleriyle insansılaştırdığımız, bağ kurduğumuz karakterler bu tür de daha çok giydikleriyle okuyucuya aktarılıyor. Karakteri, giydiği pantolonun ya da kravatın markasına bakarak tahlil etmeye çalışmak, muhtemelen Hermes’le başka bir marka arasındaki farkın karaktere kattıklarını bilmediğimden bana biraz yabancı geliyor.

Asi Melekler’de de türün bu ayırıcı niteliklerine bolca rastladım. Artı olarak, manastırda dolaşan rahibenin roman boyunca sadece işine yarayacak insanlarla konuşması, daha doğrusu romanın sonlarına doğru üç kişiden fazla olduklarını anladığımız rahibelerden herhangi biriyle, koridorda olsun karşılaşmaması, kimsenin ona günaydın bile dememesi düşündürücü de olsa ilk bölümlerinde, sanki anlatıya kendinizi kaptırmanızı engellemek için özellikle yapılmış gibi hemen her paragraf başının “Evangeline” ve “Genç Rahibe” kelimeleriyle başlaması bence hepsinden daha fazla rahatsız ediciydi. Peki hiç iyi bir şey yok mu, tabiki var. Hem yukardan gelen sesin kesilip anlatının birinci tekile dönmesi, hem de konunun bence en önemli kısmı olması itibariyle, Celestine’in geçmişi hatırladığı uzunca bölüm, okurken gözlerimi açık tutmakta zorladığım romanın, roman okuduğumu hissettiren, keşke tümü böyle olsaydı diye düşündüğüm ve bitirdikten sonra aklımda kalan tek yeriydi. 

Hikâyesi ilgi çekici, ama genelinde dili oldukça yavan olan Asi Melekler bittiğinde ki devamı da geliyor sanırım, Vayyy bee!  dedirtmese de şu yağmurlu günlerde boş bakışlarla TV karşısında oturma durumuna alternatif olarak düşünülebilir.

8 Ekim 2010 Cuma

Talih Kuşu, Amy Tan

1989’da yayımlanan ilk romanıyla The New York Times’ın  en iyi satanlar listesine giren, aldığı iki ödülün yanısıra başka başka ödüllere de aday gösterilen Amy Tan için sadece yetenekli ya da şanslı demek yetmez ayrıca anneler ve kızları gibi hassas bir konuya el attığı için kendisini cesaretinden dolayı kutlamak da gerekir.  Bırakın bir dolu insanın okuması ihtimali olan romanı, burada bile yazılamayacak kadar özel ve tehlikelidir, söze dökülemeyecek gizemli yönleri vardır. Kızlar bunu öğrenir, annelerse bilirler. 

Göçmen bir aileden gelen yazarın kendi yaşamını da katarak biçimlendirdiği roman, Çinden, Amerikaya göç etmiş dört kadın ve onların Amerika doğumlu kızlarının hayatlarından kesitler aktarıyor okuyucuya. Kendi ülkesinde kadın, yeni hayatında, tamamen farklı bir kültürde göçmen olmanın dilsizleştirdiği annelerin, kızlarına ulaşma çabalarını, onlar hakkındaki umutlarını, koruma isteklerini ve kızların, büyüme, kimlik edinme, bireyselleşme çabalarını görüyor,  anne ve kızların birbirlerine karşı hislerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Çin’in egzotik ve masalsı görüntüsünün altındaki gerçekleri keşfederken, düğünlere, ölümlere, festivallere tanık oluyor, feng sui, Çin astrolojisi ve doğu inançları hakkında fikir ediniyoruz. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurumu hissediyor ama konu kadınlar olunca bazı şeylerin zaman-mekan ayrımı yapmadığını, onlar için pek bir değişiklik içermediğini görüyoruz. Tüm bunların ötesinde çoğu kez, bu kadınların, Jung’un söylediği gibi hayatta kalmak için zorunlu olarak en gelişmiş işlevlerini yani sezgilerini kullandıklarını fark ediyoruz, kadınlar arası ilişkilerin ve kadın olmanın evrensel yanını keşfediyor, annelerin aynı zamanda kadın olduklarını hatırlamak gerektiğini anlıyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlenceli romanı okurken Amerikada yaşayan Çinli insanların evlerinde, yaşlı teyzelerin atışmalarını ya da anne-kız çekişmelerini, dertleşmelerini izlerken kendimizi hiç de yabancı hissetmiyoruz. Ve işin en güzel tarafı tüm bunları Amy Tan’ın sakin ve rahat anlatımından okuyoruz. 

“Kızım dün, “Evliliğim yıkılıyor” dedi bana.

Artık bu yıkılışı seyretmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
Yaşlı gözleri duyduğu utançtan sımsıkı kapalı, bir psikiyatrist koltuğunda uzanıyor. Ve sanıyorum, yıkılacak bir şey, ağlanacak bir şey kalmayıncaya kadar da orada uzanıp duracak. 

“Yapacak bir şey yok! Hiçbir şey yok! diye ağlıyordu. Bilmiyor. Konuşmuyorsa, bir seçim yapıyor demektir. Çabalamazsa, şansını sonsuza kadar yitirebilir. 
Ben biliyorum bunu, çünkü Çin usulüne göre yetiştirildim ben: Hiçbir şey arzu etmemem, başka insanların derdini, acısını yutmam, kendi derdimle yanmam öğretildi bana.

Bense kızıma bunların tersini öğretmiş olmama karşın, o yine böyle benim gibi oldu! Benden doğduğu için, bir kız olarak doğduğu için belki de. Ben de kendi annemden doğmuştum, ben de kız olarak doğmuştum. Hepimiz merdivenlere benziyoruz, adım adım, çıkıyoruz, iniyoruz, ama herkes aynı yöne gidiyor. 

Sanki bir düşü yaşıyormuşsun gibi, ses çıkarmamanın, dinleyip seyretmenin ne demek olduğunu bilirim ben. Daha fazla seyretmek istemezsen gözlerini kapatabilirsin. Ama daha fazla dinlemek istemediğin zaman ne yapabilirsin? Altmış yıl önce neler olduğunu hala işitebiliyorum.” (Talih Kuşu) 
Not: Amy Tan’ın yaratıcılık hakkındaki konuşması için:
 

1 Ekim 2010 Cuma

Kozmik Haydutlar, A.C.Weisbecker

Eveett, artık çekim yasasına hakkaten inanıyorum çünkü bu romanı okumamın başka bir açıklamasını bulamadım. Yeni yayımlanan romanlardan birini almak istiyordum ama bu arada bir yere yetişmek için de acele ediyordum. “Ne Nedir?” i mi alsam diye yeni çıkan kitaplar bölümünün etrafında dönüp dururken son anda, hatta vazgeçip dışarı çıkıp tekrar içeri girdikten sonra, ne içine ne de arkasına bakacak vakit bulamadan Kozmik Haydutlar diye bir romanı alıp kasaya gelmişim. Sonradan uyandım, niye aldımki şimdi bunu diye de bayağı bir hayıflandım. 

Derken kitabın arkasına bakmamla birlikte gördüğüme inanmam için çekim yasasına da inanmam gerektiğini anladım. Ve her ikisine de inanmaya karar verdim. (Ne zararı var ki?) Sen hakkında at, tut, hatta kuantum diyen herkese “eee neymiş yaniii” diye saatlerce eziyet et,  sonra evren de sana desin ki “İşte al kuantum bu! İnsanları rahat bırak!”

Yeraltı edebiyatı severlerin bu romanı atladıklarını hiç sanmıyorum ama benim karşıma iki gün önce çıktığından her ihtimale karşı ve daha önemlisi evrene olan borcumdan dolayı Kozmik Haydutlar’dan bahsetmek istiyorum.

Romanın ikinci baskısına önsöz olarak eklenen hikâyesi en az kendisi kadar ilginç. İlk baskısı 1986’da yapılan fakat  o sıralarda kimsenin dikkatini çekmeyen Kozmik Haydutlar’ın yazarı  Weisbecker, körfez savaşı sırasında (1991) yayınevinden, tanesini bir dolara aldığı yüz adet kitabını, okuduktan sonra arkadaşlarına vermelerini  isteyen bir not yazarak yüz askere göndermiş. Yıllar sonra 1998’de Amerikanın bir yerlerinde yolculuk yaparken yazdığı kitabın nadir eserlerden sayıldığını, açık arttırmalarda  300 dolardan satıldığını, felsefe kitaplarıyla omuz omuza durduğunu ve tabiki kendisi hakkında uydurulan efsaneleri öğrenmiş. 

“...kitap bazı önerilen kitaplar listelerinde yer alıyordu, birisi de felsefi eserlere yer veren bir listeydi. Benim adım, Carl Jung, Carlos Castaneda, Immanuel Kant ....gibilerinin adlarıyla yanyanaydı”  diyen Weisbecker, garip bir tesadüfle burada da Carl Jung’la yanyana olduğunu bilse eğer kuantum evreninde yaşıyorsak bunu anlamlandırmaya çalışmanın delilik olduğunu düşünürdü herhalde. Neyseki  bugün biz gelişen bilimin ışığı altında konuyu çekim yasasıyla ilişkilendirebiliyoruz.

Romanın konusuna gelecek olursak; Eski bir (şimdiki geçmiş zamanda eski) uyuşturucu kaçakçısının hırsızlık sonucu eline geçen fizik kitapları sayesinde kuantum’la tanışmasıyla  başlıyor roman.  Hayatına doğru perspektifi kuantum fiziği ile getireceğine inanan anlatıcımız bizi, şimdi, geçmiş ve gelecek (kimin için gelecek?) zamanda,  Meksikalı haydutlar, hırsızlar, askerler, polisler, CIA, FBI, asla ayık gezmeyen eli bombalı kaçakçılar ve görece sıradan insanlar arasında geçen bir maceranın ortasına atıyor.  Ne yapacakları belli olmayan kuark’lar gibi, anlatının ne yapacakları belli olmayan karakterleri ve kurgusunu göz önüne alırsak, romanın, makrokozmik de olsa, bir tür atomaltı düzeyde geçtiğini, neden-sonuç ilişkileri kurarak  hayatına düzen getirmeye azmetmiş  okuyucuya kendisini yeniden gözden geçirebileceği bir atomaltı yaşam örneği verdiğini görüyoruz.  

 “...Eminim bir gün bu tür bir terapi sıradan bir şey olacak. Bohr’un, Lorenz’in ve Planck’ın öğretileri çok geçmeden Freud’un, Jung’un ve Fromm’un saçmalıklarının yerini alacak. Bunda hiç şüphe yok” diye yazan Weisbecker’ ın 1980’lerde bugünü görmüş olması da ayrıca enteresan bir nokta. Yurt dışında kuantum terapileri  ne zamandır gündemde  bilmiyorum ama ülkemize bakınca  pratik uygulamaları hakkında  ayrıntılı bilgim olmasa da -en ilkel yorumla, yani benim anladığım şekliyle, vücudumuzda bulunan her bir atomun içindeki kuarklara bulaşıp evrene yayılan ve bize ev, araba, sevgili vs. olarak geri dönen olumlu düşünceler kuramı- popüler kültürün parçası haline gelen düşünce sisteminin  romanda*  anlatılan kuantum’la  neyseki** pek ilgisini göremediğimi, konu  hakkında daha fazla fikir sahibi olmak, “hayatınıza doğru bir perspektiften bakmak”  ya da  sadece eğlenceli zaman geçirmek için bile bu romanın okunası olduğunu söyleyebilirim. 

*Romanı okumaya karar verdiyseniz bence şimdiden dipnotlara alışın. (Yazar da aynı fikirde) 

**“neyseki” derken düşündüğüm konu kuantum fiziğinin yaratıcılarından Niels Bohr’ un romanda gördüğüm cümlesinden kaynaklanıyor.  Bohr demiş ki  “ Kuantum kuramıyla ilk karşılaştıklarında dehşete kapılmayanlar herhalde onu anlamış olamazlar” benimde aklıma şu soru takıldı: çok sevip bağrımıza bastığımız, öğrenmek için sürüyle kitap okuyup, kurslarına gittiğimiz kuantum’u  olduğu gibi mi, işimize geldiği gibi mi anlıyoruz? Bana kalırsa olumlu hislerimizi evrene gönderip bir cevap beklemek, fırtınanın ortasında şemsiyeni düzgün tutmaya çalışmakla aynı şeye tekabül ediyor. Her ikisini de gerçekleştirdiğimize inansak bile ilki mikrokozmik, ikincisi de makrokozmik düzeyde sadece bizim hayalimizden ibaretler. 

“Aslında madde, Evrenin tamamı, esasta madde-dışı. Başka bir deyişle, gerçek anlamda muz maddesi diye bir şey yok. Basite indirgeyecek olursak, bu muz dalgalardan oluşuyor ve bu dalgalar da olasılık dalgaları. Başka bir ifadeyle, bu muz bir olasılıkla var. Hâlâ istiyor musun?”  (Kozmik Haydutlar)

2 Nisan 2010 Cuma

Görünmeyen, Paul Auster (Spoiler)


Yeni kitabını kendi içinde değerlendirecek kadar Auster romanı okumadım, en iyisi bu mudur bilmiyorum ama Timbuktu’dan sonra gaza gelip kedicime okuma öğrenmesi için uzunca süre işkence ettiğimden yazarın hayranlarından olduğumu rahatça söyleyebilirim. Görünmeyen’i okumaya niyetlenmem de bu hayranlığın sonucuydu. Akıcı cümlelerle örülmüş romanı kendi standartlarıma göre oldukça kısa sayılacak bir sürede bitirsemde bu kez, Paul Auster’ın dil kullanımındaki ustalığını kurgu ve hikâye yaratımında gösteremediğini düşünüyorum. Romanın ilk sayfalarında başlayan şaşkınlığım sonuna kadar da aynı şiddette devam etti. Mesela, 20’li yaşlardaki Adam Walker isimli ana karakterin, siyasal bilimler hocası olan Rudolf ve sevgilisi Margot’yla bir partide tanışıp sonra da onların evine yemeğe gittiği sahneyi, bir süredir süründürdüğüm Hınç Ayları (Pascal Bruckner) ve Abanoz Kule’nin (John Fowles) girişiyle fena halde benzettim. Genç, yakışıklı, kendisine sunulanları reddetmeyecek kadar da alçakgönüllü erkek kahraman ve yeni tanıştığı garip çift yani güzel, çekici genç bir kadınla, onun orta yaşı geçmiş ya da yaşlı diyebileceğimiz sevgilisi/kocası. Yazar dayanışması ya da birbirlerine yaptıkları bir tür gönderme midir yoksa bu aşk üçgeni teması mı çok popüler anlayamadım.

Romanın ilerleyen bölümlerini de konu itibariyle fazlaca yavan buldum. Ensest ilişkisi Adam’ın hayatının gidişatını pek de etkilemişe benzemediğinden hikâyenin içine sonradan yapıştırılmış bir ayrıntıymış gibi geldi. Gerçi romanda böyle bir ilişkinin olmama ihtimali de veriliyor ki bu kadar havada kalan bölümün fantaziden ibaret olması daha mümkün nitekim uzun bir yer ayrılan ensest ilişkinin taraflarından Gwyn hakkında güzel vücut hatlarından, sevdiği birkaç yazardan ve sonrasında sahip olduğu torunlarından başka bir fikir edinemiyoruz. İnsan hayat hikâyesini yazarken en büyük aşkını, her şeyi paylaştığı insanı böyle mi anlatır?

Cinayet vakası ise Adam'da takıntı haline gelmiş görünse de, onu asıl etkileyenin, gözleri önünde bir adamın öldürülmesi değil, suçlunun bu kadar kolay kaçabilmesi olduğunu düşündüm. Rudolf gibi önemli bir karakterin, siyasi fikirlerini tatsız ve tutarsız şekilde açıkladığı için zaten yeterince korkutucu ve rahatsız edici olduğu varsayılarak gerektiği kadar yoğunlaştırılmaması ve entel karaktere bir de gizli bağlantıları olan casus izlenimi verilmesi fazlaca abartılıydı. Rudolf eğer gerçekten bu kadar güçlüyse neden Adam’dan kurtulmak için odasına uyuşturucu koydurmaktan daha enteresan bir yol bulmadı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanırım Adam’ı incitmek istemiyordu. Üstelik bu korkunç Rudolf, evlenmek üzere olduğu kadının kızını (Cécilé) Adam’ la tanıştırdı ve onların sevgili olabileceklerini düşündü. Katil olduğunu bilen ve kendisini ele veren birini kontrol etmek için bu kadar saf ve komik bir yol seçmek Rudolf’a yakışmadı. Belki iyi niyetli görünerek kendisini temize çıkarmak istiyordu ama onun böyle bir risk alacak kadar tecrübesiz olmasına akıl erdiremedim. Ne diyebilirim ki ben hiç korkamadım Rudolf’tan.

Romanda bol bol kullanılan entellektüel muhabbetlerin arasında Descartes hakkında da bir yoruma rastladım. Cümlelerin sahibi Héléne (Rudolf’un evlenmeyi planladığı kadın) konuşma bozukluklarının tedavisiyle uğraşan, konuşma terapisti, aktaransa kahramanımız Adam Walker.

“..., Dil olmadan düşüncenin var olamayışı ne kadar ilginç, değil mi? diyor; Dil de beynin bir işlevi olduğuna göre, dil -yani simgeler aracılığıyla sözcük oluşturma yetisi – bir anlamda insanın fiziksel özelliğidir diyebiliriz, bu da şu eski beyin-beden ikiliği görüşünün saçmalığını kanıtlar, öyle değil mi? O halde adieu Descartes. Beyin ve beden bir ve tektir.”

Sorun, Descartes’in gerçekte “beyin ve beden” ayrımı değil “zihin ve beden” ayrımı yapmış olmasından kaynaklanıyor. Romanın orjinalini görmedim ama beyin için kullanılan kelime “mind” sa kastedilen şey beyin değil zihindir. Ve eğer kelime “brain” se o zaman yazar, Descartes’in tezini aktarırken hata yapmıştır.

Yanılmıyorsam, Descartes, zihin ve bedenin ayrı tözler olduğunu, bedenin makine gibi çalıştığını ama zihnin fizik kurallarına bağlı olmadığını, beyin epifizinin, zihin (mind) ve bedenin kesiştiği nokta olduğunu söyler. Zihin, bedene bir yerde dokunsa da onunla bir değildir. Bu açıdan bakınca “beyin ve beden tektir” cümlesine, beyin epifizinin insan vücudundaki yerini bilen Descartes’ın da itirazı olacağını sanmıyorum. Ama işin içine ısrarla Descartes’ı ekleyeceksek yukarıdaki cümlelerden de ne yazık ki “zihin ve beden tektir” yargısına varamıyorum.

Descartes’i unutalım ve yukardaki önermeleri alt alta yazalım

1-dil yoksa düşünce yoktur

2-dil beynin bir işlevidir

3-dil insanın fiziksel özelliğidir

= O halde beyin ve beden tektir

Yorum yok !!

Peki, düşünce varsa dil de var mıdır acaba Héléne göre? ya da “Konuşabiliyorum o halde düşünebilirim de” diyen Héléne’in bakış açısıyla sözcük oluşturma yetisi yani dil, insanın böylesine kritik bir fiziksel özelliğiyse sözcük oluşturamayanların düz mantıkla düşünce kabiliyetinden yoksun, beyinsiz olduklarını ve insan olmadıklarını söylemek gerekir ki bu da bir konuşma terapisti için büyük bir gaftır.

Yazarın aktarımında mı, çeviride mi bir sorun var, ironi kullanarak, bilimle uğraşanların da bazen düşünmeden konuşabileceklerimi göstermeye çalışmış? Ya da böyle düşünen yazarın kendisi mi? Ya da ben Descartes’i yanlış mı hatırlıyorum?? Vs. vs.

Her şey bir yana akıcı olmasına akıcı ve çok da sürükleyici bir roman Görünmeyen. Hızla sayfaları çevirirken görünmeyenin peşine takılmış gibi ilerliyorsunuz. Ama nihayetinde onu yakalayamadan roman bitiveriyor. Hakkaten görünmüyor. Siz, keskin virajlar, girift karakterler, türlü çeşit sürprizler beklerken, elinizde kalan bir sürü klişeden ibaret bir boşluk, düşük bütçeli Hollywood filmi izlemişsiniz hissi ve yok artık ben anlayamadım galiba deyip kendinizce getirdiğiniz yorumlar. Konuyu iyi niyetle ele alıp romanla yapılmak istenen, klişelerin yerle bir edilmesi olabilir mi diye düşününce bile bu iş için daha yoğun karakterler (bakınız Madam Bovary) ve daha akla yakın bir kurgu gerekirdi sonucuna varıyorum.


Yaşadığım hayal kırıklığından kendime küçük bir eğlence çıkartmaya, romanı yeniden yazmaya ve Görünmeyen’in ne olduğunu bulmaya çalıştım. Romanın 201. sayfasında ikinci anlatıcı James, Adam’ın romanını yayımlanması için hazırlarken tüm adları değiştirdiğini söylüyor peki karakterlerin yeni isimleri rastgele mi seçildi? Hiç sanmıyorum.

Mesela kahramanımız Adam, adı üstünde Adem yani ilk insan. Rudolf şeytan rolünde zaten isminin anlamı da ünlü-kurt. Rudolf’un iddiasına göre Adam’a bir yaşam amacı verme fikri onun için endişelenen Margot’dan çıkıyor. Margot, inci anlamındaki Margaret’ten geliyor ki o da hamile kadınların koruyucu azizesi. Kurt, azizenin aracılığıyla Adam’ı beklenti içine sokuyor. Aşk ve kendi hayatının hakimi olma beklentisi. Ama istiridyenin kabuğu açıldığında her iki beklentinin de boş olduğunu anlıyor Adam. Sonra bir gece kötü kurt, adının keltce kökeni aşk anlamına gelen Cedric’i öldürüyor. Romanda, Rudolf’un Adam’a karşı aşk hissedebileceği ihtimali önce Adam sonra Margot tarafından reddedilirken sorunun tersi dillendirilmiyordu. Ya Rudolf’un (kurt-şeytan) öldürdüğü Cedric (Aşk), Adam’ın, Rudolf’a yani kötülüğe duyduğu aşksa ve bu ölüm Adam’ı kendisinden olan Gwyn’e (kız kardeşine), dolayısıyla kendisine yönlendirdiyse? Gwyn, Adam’a benzerliği ve kusursuzluğuyla Adam’ın kendisine duyduğu aşk’ın sadece aracısıysa?

Gwyn, doğru, dürüst, kutsanmış demek. Sözlükte erkek ismi olarak geçiyor ki bu da onun hakkında daha fazla şüpheye yol açıyor. Romana düz anlamda bakınca, Gwyn'in kardeşiyle arasındaki ilişkiyi reddettiğinde doğruyu söylemiş olması gerektiğini, yazarın da (James ya da Paul Auster) isim seçimiyle bunu ima ettiğini düşünüyorum. Aşırı bir yorumla ise erkeğin, kutsanmışa (Gwyn) yönelişinin aslında kendine yönelişi olduğunu. Kadının, Adem’den yaratılmış, türev bir varlık olmasını, binlerce yıl, eksik ve Havva’nın günahından dolayı suçlu kabul edildiğini düşünürsek, ilk erkeğin kendisine yani aslolana, kutsanmışa yönelmesi çok da mantıksız değil.


Cécile (ya da latince yazılışıyla Cecilia) latince caecus’dan türemiş, kör anlamına geliyor. Romanda da ne Adam’ın ne de Rudolf’un niyetini görmüyor. Bir tahmin yürüterek gerçekleri az çok anladığındaysa artık çok geç kalmış oluyor. Ayrıca cennetin müziğini duyduğundan, müziğin ve müzisyenlerin azizesi olan Cecilia’nın sözleriyle bitiyor roman,

“O ses beni hiç terketmeyecek. Ömrümün sonuna kadar, nerede olursam olayım, ne yaparsam yapayım, o sesler hep benimle olacak.”


İkinci anlatıcı James Freeman’ın ismi (Jacob’dan geliyor) “yerini alan kimse” demek, daha çok karşısındakini aldatıp, yerinden ederek onun yerini alan anlamında kullanılıyor ve biz Adam’ın romanının sadece James Freeman’ın adıyla basılabileceğini biliyoruz. James, bizi ya da Adam'ı aldatmış olabilir mi?
Muhtemelen evet. 

Sonuç olarak

1- insan görmek istediğini görür

2- hiçbir şey göründüğü gibi değildir

o halde gördüğümüz her şey aslında

= Görünmeyendir

17 Mart 2010 Çarşamba

Her Şey Aydınlandı Jonathan Safran Foer


Yığınla tecrübeden sonra kitap seçimi benim için gizemli bir olaya dönüştü
öyle ki artık benim kitapları değil kitapların beni seçtiğini düşünmeye başladım. Demek ki aslında okumam gereken buymuş deyip kaderime razı, belirli bir romanı almak için girdiğim kitabevinden hiç alakası olmayan bir başkasıyla çıktığımdan, listemi azaltma konusunda bir arpa boyu yol alamıyorum.

Geçenlerde annemin istediği kitabı alıp sağıma soluma bakmadan kitabevinden başarıyla çıktığım için laneti yendiğimi düşünüp kendi kendimi kutlayarak eve döndüğümde gururla uzattığım poşet açılıp içinden çıkan kitabın yarısının Fransızca olduğu anlaşılınca farkettim ki sipariş bile olsa kendi isteği dışında bir kitabı eve getirmem imkânsız.

Utana sıkıla değiştirmek için geri götürdüm. Amacım her ne kadar yeni kitabı anneme beğendirmek de olsa artık laneti kabullenmiş, üç saat uğraşsam bile seçimin bana değil onlara yani kitaplara ait olduğunu anlamış biri olarak, kasadaki arkadaşı da yormamak için fiyatı aynı olan ve kapağını beğendiğim bir romanı çok düşünmeden alıverdim.

Uzun zamandan sonra, henüz hayatta olan bir yazarın kitabı çantamdaydı ve dayanamayıp eve dönene kadar üç bölümünü bitirdiğimden ilk okuma hakkını da kendi kendime verdim. Kediyi merak öldürürmüş, ben de romanı bitirdikten sonra bir süre kendime gelemedim. Hikâyesi, kurgusu, karakterleri ve aktarımında çevirmenin büyük katkısı olduğunu düşündüğüm dili, ayrı ayrı takdir edilesi bir roman Her Şey Aydınlandı.