reklam 1

fransız edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fransız edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2015 Salı

Duygusal Eğitim, Gustave Flaubert

     
                                                                               
                                                                                                   “Her akla gelen yazılmaz.”
                                                                                                                            Gustave Flaubert

Yine uzun bir ara ve yine Flaubert diyorum. Duygusal Eğitim, en basit yorumla, bir büyüme hikâyesi. Liseyi yeni bitirmiş, 18 yaşındaki Frederic Monreau' nun, 1848 devriminin hemen öncesinde, hukuk okumak için gittiği Paris' de, umutsuz bir aşkın peşinde koşturup bir de toplum hayatında kendine yer edinmeye çabalaması, romanın ana çizgisini oluşturuyor. Ama işte tam da böyle değil. Yani mesele bu kadar basit değil. Okuyalı epey zaman geçmesine rağmen bir türlü cesaretimi toplayıp bir iki şey yazamadım. Bunun birinci sebebi Flaubert'in gerçekçi romanın babası olmasından, ikincisiyse romanın edebiyat tarihindeki öneminden kaynaklanıyor. Ortada binlerce kez yorumlanmış, hakkında tezler, kitaplar yazılmış bir roman olunca haliyle insan birazcık çekiniyor.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yaşam Kullanma Kılavuzu; Georges Perec


Yine eylül, yine tatil. Yine bir valiz kitapla yollarda çekilen eziyet ve yine o kitaplardan sadece bir ikisini okuyup, diğerlerinin kapağını bile açamadan, aynı yollarda, aynı eziyeti çekerek kitaplıktaki yerlerine yerleştiriş. Aslında erken konuştum, çünkü tatil henüz bitmedi. Hava her geçen gün biraz daha tatlılaşırken, Akdeniz tüm mavişliği ile ısrarcı misafirlerini kucaklamaya devam ederken ben de son dakikaya kadar tatile devam diyorum.

4 Nisan 2014 Cuma

Bilirbilmezler, Gustave Flaubert

Orijinal adı Bouvard et Pécuchet olan roman, ilk basımından yüz on yıl sonra Tahsin Yücel'in çevirisiyle Can yayınlarından çıkmış. Flaubert bu romanı, daha önce bahsettiğim Yerleşik DüşüncelerSözlüğü ile birlikte yayımlamayı düşünüyormuş ama tam olarak bitirmeye ömrü yetmediğinden ölümünden sonra ikisi ayrı kitaplar halinde basılmış. Tahsin Yücel romana yazdığı önsözde, Bilirbilmezler'in izlerine, Flaubert'in ilk hikâyelerinde, hatta Bir Delinin Anıları, Duygusal Eğitim ve Madam Bovary'de bile rastlanabileceğini söylüyor.
“Ama Bilirbilmezler'in oluşumunun Flaubert'in bütün yazarlık yaşamını kaplamasının en belirgin ve en önemli sonucu onun duyarlığını, alaycılığını, umutsuzluğunu, en yalın, en doğru, en iyi biçimde yansıtan yapıt olmasıdır; bir başka deyişle Bilirbilmezler, Flaubert'in yapıtlarının en “flaubertce”sidir.””

Okuma fırsatı bulursanız muhtemelen ilk fark edeceğiniz şey yazarın böyle bir roman için müthiş bir hazırlık yapması gerektiği olacak. Üstelik 1874'de bilgiye erişimin şimdiki kadar kolay olmadığını da düşünürsek bu kitabı yazmanın güçlüğünü tahmin etmek bile zor. 

Roman orta yaşlarını geçmiş iki adamın bir yaz günü dinlenmek için aynı banka oturmalarıyla başlıyor. İkisi de yazıcılık işi yapan Bouvard ve Pécuchet'ın dostlukları farklı karakterlerine rağmen hızla ilerliyor. Bir süre sonra da Bouvard'a kalan mirasla hayallerini gerçekleştirme fırsatı yakalıyorlar. Şehirden ayrılıp satın aldıkları çiftliğe yerleşiyor, tarımla uğraşmaya başlıyorlar. Romanın yazımındaki güçlüğün nedeni de bundan sonra ortaya çıkıyor. Bouvard ve Pécuchet, sonu gelmez merak ve öğrenme azimleri ile ki biz buna maymun iştahlılık diyoruz, bir alandan diğerine atlarken, Flaubert'in bu romanı yazabilmek için tarım, kimya, tıp arkeoloji, tarih, edebiyat, kadınlar, yerbilim, felsefe, din, manyetizmacılık, siyaset, din ve daha birçok alanda derin bilgi sahibi olduğunu anlıyoruz ki bence bu Flaubert söz konusu olduğu için pek sürpriz sayılmaz.

Yazılışının üzerinden 134 yıl geçmesine rağmen herkesin kendinden bir şeyler bulacağına eminim.  Bouvard ve Pécuchet'nin, kafe açma, bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri kuran, yemek kurslarından şarap tadımına, salsa'dan tango'ya, pilatesten zumba'ya koştururken, iki ayda italyancayı halledip, fransızca kursuna başlayan bizlerden tek farkları çok daha derin ve anlamlı dertlerinin olması. Sonbaharda asma budamayla başlayan bahçecilik kariyerimi balkona taşıdığımı söylemiştim o yüzden çabaları çok tanıdık geldi. Aramızdaki yaş farkını saymazsak ordan burdan okuyup duyduklarıyla çifçilik yapmaya başlayan Bouvard ve Pécuchet'dan hiç farkım yok. Sadece bahçecilikle bitse iyi, ortak noktalarımızı anlatmaya kalksam sayfalar sürer.

Bilginin her türlüsünü eş değerli olarak görür, düzeysiz yapıtlarla gerçek araştırma ve düşünce ürünlerini aynı kefeye koyar, hatta daha çok düzeysiz yapıtlardan yararlanır, inançla bilgiyi, kuramla uygulamayı, gündelikle ülküseli birbirine karıştırır, bu kargaşa içinde, her şeyden önce beylik bilgilere, ucuz genellemelere bağlanarak sorunun özünü gözden kaçırır, konuların yüzeyinde çelişkiden çelişkiye sürüklenip dururlar.”

diyor Tahsin Yücel. Bu fikre pek katılamadığımı söylemek zorundayım. Bana kalırsa Flaubert'in kahramanlarının çabası ve yanılgıları ne kadar komik olursa olsun kullandıkları kaynaklar o gün ve hatta bugün için de gayet geçerli kaynaklar. Mesela felsefe için Descartes, Locke, Berkeley, Spinoza, Rousseau ve daha pek çoğunu okur, her konunun fazlaca derinlerine inerler. Bence Flaubert'in göstermeye çalıştığı daha baskın olan bir başka sorun var. Bouvard ve Pécuchet'ın öğrenme azimleri her defasında bir yere gelir takılır. Her konuda bilgi sahibi olmaya çalışsalar da bir gariplik vardır. Başlangıçta kitaplarda okuduklarının doğruluğundan emindirler. Ama uygulamaya geçtiklerinde durum değişir. Aynı konuları farklı uzmanlardan öğrenmeye çalışır, hiçbirinde aradıkları kesinliği bulamazlar. Teoriyle pratik çelişir, en popüler teoriler bir başkasıyla çürütülür. Sorunun kendi yetersizliklerinden kaynaklandığına inanıp daha derin araştırmalara girişirler. Ama bulabildikleri tek şey uzmanların hemen hiçbir konuda görüş birliğine varamadığı, kesin, çürütülemez ya da değişmez bilginin var olmadığıdır. Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ni okumaları çok eğlencelidir mesela;
“Sözleşmenin kanıtı nerede?”

“Hiçbir yerde! Topluluk güvence de vermiyor. Yurttaşlar yalnızca politikayla ilgileneceklerdir. Ama meslekler de gerekli olduğundan, Rousseau köleliği öneriyor. Bilimler insan türünü yıkmıştır. Tiyatro yoldan çıkarır, para ölümcüldür ve devlet ölüm tehdidiyle bir dini benimsetmelidir.”
Nasıl! Demokrasinin babası bu muymuş, dediler.”


Yine önsözde;
“Ama gerek bedensel görünüşleri, gerekse davranışlarıyla daha baştan gülünç olan bu iki kişinin bilgilenme çabalarında da gülünç olmaları biraz da bilgi kaynakları gülünç olduğu içindir. Örneğin doktor Vaucorbeil, Pécuchet'nin bir konuşmasını dinlerken onun delirdiğini sanır; oysa Pécuchet Berkeley'in düşüncelerini yinelemektedir.”

Tahsin Yücel'in Berkeley'i gülünç bulduğunu sanmıyorum. Flaubert de öğrenmeye çalışan kahramanlarını küçümsemiyor, belki biraz hayalcilikleriyle dalga geçiyor o kadar. Mesela ilahiyatla ilgilenirken kardinal olma hayali kurmalarıyla ya da iki yetim çocuğu himayelerine alıp eğitmeye çalıştıklarında olduğu gibi;
“Çok güzel bir düşleme daldılar: Öğrencilerinin eğitimini iyi sonuçlandırırlarsa, ileride anlığı düzeltmek, kişiliklere egemen olmak, yürekleri soylulaştırmak amacıyla bir kurum açacaklardı. Şimdiden katılım ödentilerinden ve büyük bir yapıdan söz etmeye başlamışlardı.”

Flaubert, Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'nde, Bir Delinin Anıları'nda, Bilirbilmezlerde ve aslında romanlarının çoğunda burjuva ahlakının önyargılarıyla savaşıyor. Çağının edebiyatını, bilimini, ahlak anlayışını, siyasi yapısını ama daha çok düşünce ve akıl yürütme biçimini nasıl gördüğünü anlatıyor. Tahsin Yücel'de, “ ... belirli düşünceleri, belirli inançları, belirli davranışları gülünç düşürmek” ister diyor. Flaubert'in Bilirbilmezler'i yazmaya hazırlandığı sıralarda, 'En sonunda hıncımı dile getirecek, kinimi kusacak, saframı dökecek, öfkemi fışkırtacak kızgınlığımı akıtacağım' demesi bundandır.” cümlelerini aktarıyor. Bir Delinin Anıları'ında da bu öfkenin erken yaşlardaki izlerine rastlarız. Hatta tam da Bilirbilmezler'in özetini buluruz;
Demek ki insanın etrafında sadece karanlıklar vardır;her şeyin içi boştur ve o sabit bir şey ister; bu devasa belirsizlikte kendi kendine yuvarlanır ve durmak ister; her şeye tutunur ve her şeyi eksiktir:Vatan, özgürlük, iman, Tanrı, erdem; bunların hepsini almıştır ve bütün bunlar elinden düşmüştür;kristal bir bardağı elinden düşüren ve sebep olduğu parçalara gülen bir deli gibidir.”

Bouvard ve Pécuchet'in komik hikayesinden bu yüzyılda bile, aslında özellikle bu yüzyılda öğreneceğimiz çok şey var.
“Ne düşündüğümü bilmek istiyor musun? dedi” Pécuchet. Kenterler azgın, işçiler kıskanç, papazlar aşağılık olduğuna, halk da burnu yemlikten çıkmamak koşuluyla bütün zorbaları bağrına bastığına göre, Napoléon çok iyi etti! Süngülesin, ayaklar altında çiğnesin, sürü sürü gebertsin! Doğruluk düşmanlığına, korkaklığına, laçkalığına, körlüğüne az bile !”
Bouvard, “İlerlemeymiş, amma da palavra! diye düşünüyordu. Sonra ekledi: “Politika tam bir pislik.”

28 Temmuz 2011 Perşembe

Xavier De Maistre...



De Maistre, düşünür, macera peşinde bir gezgin ya da her ikisi ve daha pek çoğu... Alain De Botton’ın önsözüne bakarsak, 1763’de Fransa’da doğan yazarımız okumaya ve resme meraklı,  23 yaşındayken, kağıt ve telden inşa edilen bir kanatla Amerikaya uçma planları yapan hayli ilginç bir kişilik. Ama anlaşılan o ki De Maistre’nin  en başarılı buluşu bu kanatlar değil. Yaptığı düellodan sonra 42 gün oda hapsine mahkum edilen yazar  yepyeni bir gezi yöntemi bulmuş. 1790 yılında, 27 yaşındayken yazdığı Odamda Seyahat ve ikinci bölüm olarak eklediği Odamda Gece Seferi , İletişim yayınlarından çıkmış, eğlenceli, samimi, ışıl ışıl. De Maistre’nin kitabının hedef kitlesi, seyahate çıkmak için parası olmayanlar, dağ tepe dolaşmanın risklerini göze alamayanlar, para harcamak istemeyen zenginler, “Dünyadaki tüm umutsuzlar, hastalar ve can sıkıntısından muzdarip olanlar”. Seyahat için gerekenlerse başınızı sokacak bir oda ve bol miktarda hayalgücü.

De Maistre, yataktan, koltuğa,  kitaplık ve çalışma masasından duvarında  asılı resimlere yaptığı  seyahati boyunca hem bu nesnelerin pek de aklımıza gelmeyen yönlerini anlatıyor hem de onların çağrıştırdığı düşünceleri izliyor. Aynalar mesela ya da pembe-mavi bir yatak örtüsü, sevgilinin resmi, pencereden görünen yıldızlar, bir terlik, her biri yazarımızı bambaşka dünyalara, fikirlere götürmeye yetiyor. Denemeler yazmaya girişirken, koltuğunda ya da bir merdivenin tepesinde, evrenin işleyişi, insanın bir ruh ve bir hayvandan oluştuğu hakkında fikirler üretirken, Vesta rahibesini yeniden hayata döndürürken, kitaplarını ya da resimlerini anlatırken çok keyifli bir gezi olanağı sunuyor.

Susan Sontag, Odamda Seyahat için “şimdiye kadar yazılmış en canlı, en orjinal otobiyografik anlatılardan birisidir” demiş. Ama kitap otobiyografik özelliklerinin yanısıra etrafımızdaki şeylere, yaşama açık bir algıyla bakmanın ne büyük bir fark yaratacağının da kanıtı. Algının kapıları açıldığında, etrafımızı kuşatan nesnelere farklı bir gözle bakmaya başladığımızda derin düşüncenin nasıl  geliştiğini, nerelere götürdüğünü izlemek, ne kadar çok şeye alışkanlığın gözüyle baktığımızı, sıradan olanla yeni olanın, bizim için farklı olanın, sadece bakış açımızdan kaynaklandığını farketmek için yeterli.  Ne demişler, “Herşey içimizde”.

30 Aralık 2010 Perşembe

Villa Amalia, Pascal Quignard














“Kader, bir varlığı kendisi dışındaki bir dünyadan gelen bir itkinin eline geçirip peşinden sürüklemesiyse ve bu varlık, bu itkinin özellikleri konusunda hiçbir zaman hiçbir şey bilemiyorsa, o zaman bir kaderi vardı. Bunun bilincindeydi. Şöyle düşündü: “nereye gittiğimi bilmiyorum ama kararlı bir şekilde koşuyorum oraya doğru. Bir şey eksik bende ve bu eksiklik içinde yolumu şaşırmaktan hoşlandığımı hissediyorum.”

Besteci Ann Hidden, on sekiz yıl birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından aldatıldığını öğrenince,  tüm hayatını bir kenara itip yeni bir başlangıç yapmaya karar verir. Yeni bir ülke, yeni bir ev, yeni bir yaşam. Yeni biri olmak ister. Sevgilisinden habersiz evini, piyanolarını satar, işinden ayrılır, eşyalardan, fotograflardan, artık onun için gereksiz herşeyden kurtulur. İzinin bulunmasını engelleyecek ayrıntılı planlar  yaptıktan sonra yola çıkar. İtalya’nın güneşli Ischia adasına ulaşır. İlk görüşte aşık olduğu eve yerleşir. Bol bol yüzer, beste yapar, yeni insanlarla tanışır. 2,5 yaşındaki bir kız çocuğuna büyük bir sevgi duyar. 

Özetleyince çok kolaymış gibi görünüyor. Ama, Ann Hidden’da, yeni bir hayata başlamak ya da en azından hayatındaki bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin aklına gelebilecek “Başka bir yerde keşfedeceği yaşam gerçekten daha yoğun mu olacaktı? Yaratmaya daha mı uygun olacaktı? Kesin yalnızlık gerçekten çekici bir şey miydi?” gibi sorularla, bazen de beklentilerle dolu sebepsiz neşeyle başlıyor yeni hayatına. Yalnız olmak isterken yalnızlık korkusuna kapıldığı anlar oluyor. Bol bol Hayır demesi, ne istediğini, ne istemediğini anlatması, kolay hayatın çağrılarına kulaklarını tıkaması, birçok şeyi geride bırakması gerekiyor. Peki sonsuza kadar mutlu oluyor mu? 

Anlatı sahneler ya da anlar biçiminde, kısa ve keskin. Diyaloglar  çoğu zaman bu insanlar ne kadar da kaba diye düşündürecek cümlelerle ilerliyor. Bazı bölümlerde kimin konuştuğunu ya da neden bahsedildiğini anlamak için sonraki sayfaları beklemeniz gerekiyor. Sinemaya da uyarlanan “Dünyanın Bütün Sabahları” romanıyla tanınan Pascal Quignard, Villa Amalia’da müzik ve felsefe geçmişini harmanlıyor. İlişkiler, hayat, yaratıcılık gibi konular üzerine çok güzel cümleler sarfediyor. Okuma planı yapanların keyfini kaçırmamak için ayrıntılara giremiyorum ama fikir olsun diye romandan birkaç satırı eklemek istedim:

“İnsanın sevdiğinden ayrılması zordur. İnsanın kendisinden ya da kendi imajından ayrılması daha da sorunsaldır.”
“Ortak yaşamda bir taraf kaçınılmaz bir biçimde verdiği ölçüde alır öbür taraftan. Tesadüfen biri öbüründen daha fazla almaya çalışırsa partnerini soluksuz bırakır. Aç kalan ölür. Ortak yaşam bir denge değildir. Son derece istikrarsız bir çatışmadır. Sadece hiçbir zaman elde edilemeyen, mümkün olmayan, gelen, yok olan, sürekli dönen eşitliği aramak onu hareket ettirir, yaşatır.”
“Çünkü kadınlar ve erkekler arasında yaşam sürekli bir fırtınadır. Yüzleri arasındaki hava ağaçlar ya da taşlar arasındaki havadan daha yoğun- daha düşmanca, daha çarpıcıdır-. Kimi zaman, ender olarak, olağanüstü güzel rastlantılarla yıldırım gerçekten düşer, gerçekten öldürür. Aşktır bu.”
“Söylentiye göre ağ, büyüklüğüne, genişliğine, biçimine, sağlamlığına, tuzaklarına göre kendisi için gerekli örümceği örer. Yapıtlar, kendileri için gerekli yaratıcıyı yaratırlar ve uygun biyografiyi oluştururlar.”

Not: Villa Amalia yazarın sinemaya uyarlanan ikinci romanı. Dünyanın Bütün Sabahları benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden olsa da Villa Amalia’da tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Romanla film arasında bir bağlantı kuramadım. En kritik bölümler filmde yok ayrıca romanın verdiği hissi de kesinlikle bulamadım.