reklam 1

ayrıntı yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayrıntı yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2016 Perşembe

Zamanın Gürültüsü, Julian Barnes

Zamanın Gürültüsü, Julian Barnes


İroni, kimi zaman bazı şeyleri anlatabilmenin, kimi zamansa hayatta kalabilmenin en makul, hatta tek yolu olabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, zamanın ruhunu ironiyle anlatırken, Julian Barnes, Rus besteci Dimitri Şostakoviç'in hayatını konu alan son romanı Zamanın Gürültüsü'nde, “ruhun ve benliğin savunması” olarak gördüğü ironiyi baş role taşıyor. Hayatının neredeyse tamamını Stalin rejiminin ağır baskısı altında geçiren besteci için ironi, akıl sağlığını koruyarak yaşayabilmenin yegane yolu gibi görünüyor.


26 Ocak 1936'da “Kendini ilk elde bütün sanatların koruyucusu ve uzmanı olarak hayal” eden Stalin ve ekibinin Bolşoy tiyatrosuna, pek çok defa sahnelenmiş Mtsenk'li Lady Macbeth operasının gösterimine gelmesi, Şostakoviç'in halihazırda zor olan hayatını kabusa çevirir. Daha önce opera hakkında övgüler yazan müzikologlar birden bire yanıldıklarını anlar ve fikir değiştirirler. Dönemin en önemli dergisi Pravda'da çıkan eleştiride, müziği “gürültü” olarak nitelenir. Mtsenk'li Lady Macbeth ve dolayısıyla Şostakoviç birdenbire yasaklılar listesine dahil olur.
“Yazgı. Hakkında hiçbir şey yapamadığınız bir şey için kullandığınız tumturaklı bir sözcüktü yalnızca. Hayat size “ve böyle” dediğinde, başınızla onaylıyor ve buna yazgı diyordunuz.”
Sanat kimin içindir? Halk için mi? Sanat için mi? Gecelerini, takım elbisesini giymiş, birkaç parça eşyasını ve sigarasını koyduğu küçük çantasıyla birlikte asansörün önünde dikilip kampa ya da ölüme götürülmeyi bekleyerek geçiren Şostakoviç için yanıtlaması hem çok zor hem de çok basit bir soru. O, her ne kadar müziğinin “duyabilen kulaklar için” olduğunu söylese de görünen o ki Sovyet Rusya'sında sanat iktidar içindir. İktidarın baskısıyla, operasının bir hata olduğunu itiraf etmesi, kendisini eleştirenleri alkışlaması, yazmadığı makalelerin altına imzasını atması, Amerika ve Avrupa gezilerinde kürsüye çıkıp başkaları tarafından kaleme alınan ve tek kelimesine inanmadığı konuşmalar yapması gerekir.
Şimdiden itibaren sadece iki tip besteci olacaktı: canlı olup korkutulanlar ve bir de ölü olanlar.”
Onun yaşamasına izin verilmiştir ama ödeyeceği bedel de çok ağır olacaktır. Üstelik baskı Stalin'in ölümüyle de son bulmaz. Yumuşama dönemi olarak tanımlanan Nikita Kruşçev iktidarında, bu kez ruhu için gelirler. Şostakoviç yıllardır kaçtığı partiye üye olup Besteciler Birliğinin başına geçmesi için yapılan baskılara daha fazla direnemez. Kruşçev'li yıllarda besteleri yeniden çalınmaya başlarken, o, vicdan muhasebesiyle geçen hayatında nefes almak için ironiye sarılır. Ama bu kez ironinin bile sınırları zorlanmıştır. Artık ölümünün bir gün müziğini özgür bırakmasını ummaktadır.
“Zamanın gürültüsüne karşı ne çıkarılabilir? Sadece içimizde olan o müzik, varlığımızın müziği, ki bu müzik bazıları tarafından gerçek müziğe dönüştürülür. Gerçek müzik, on yıllar boyunca, eğer zamanın gürültüsünü bastıracak kadar güçlü, gerçek ve safsa, tarihin fısıltısına dönüşür.”


Her kitabını büyük bir keyifle okuduğum Julian Barnes, başyapıt olmaya aday romanında, okuyucusunu pek çok soru ve karmaşık düşünce bulutlarıyla karşı karşıya bırakıyor. 2000'li yılları eskitmeye başlamışken, nota kağıdı almanın izne bağlı olduğu, sanatçıların bir gece evlerinden alınıp yok edildiği, kamplara gönderildiği ya da en iyi ihtimalle esaret altında tutulduğu, baskı gördüğü, eserlerinin yasaklandığı Stalin iktidarı benzeri düzenler artık gerilerde kaldı diye düşünürken, Barnes, Dimitri Şostakoviç'in hayatı üzerinden bugüne ayna tutuyor. Peki bundan sonrasında daha iyimser olmak için nedenimiz var mı? Zamanın gürültüsü kendi sesimizi bile duymamızı engellerken bizler gelecekten çok şey mi bekliyoruz?


8 Mayıs 2014 Perşembe

Limon Masası, Julian Barnes


İnsanlar eskiden ölümden daha rahatça söz ederlerdi. Ölümden ve gelecek yaşamdan değil, ölümden ve yok olup gitmekten. 1920'lerde, Sibelius, Helsinki'deki Kämp restorana gider ve “ limon masası” adı verilen bir sofraya katılırdı: limon Çinlilerde ölümün simgesiydi. O ve sofra arkadaşlarının -ressamlar, sanayiciler, hekimler ve avukatlar- ölümden sadece söz etmesine izin verilmiyor, onların ölümden söz etmeleri şart da koşuluyordu. Paris'te kırk elli yıl kadar önce, Magny akşam yemeklerinde geniş yazarlar grubu – Flaubert, Turgenyev, Edmond de Goncourt, Daudet ve Zola- aynı meseleyi düzenli ve samimi bir şekilde tartışırlardı.”

Julian Barnes'ın sevdiğim özelliklerinden biri de kitaplarının arasındaki ilişkiler. Birbirinin devamı olmayan hatta konuları arasında hiç bir bağ bulunmayanlarda bile diğerlerinden izlere rastlıyorsunuz. Yukarıdaki cümleleri, Limon Masası'nın neyi ifade ettiğini anlatması için Barnes'ın Korkulacak Bir Şey Yok kitabından aldım. Çünkü bahsedeceğim kitabı, farklı ülkelerden hatta farklı yüzyıllardan karakterlerin hikayeleriyle etrafına toplandığı Limon Masası. 


Ama Barnes, Limon Masasında ölümden, en azından fiziksel ölümden bahsetmiyor. Tam tersine damarlardan akan yaşamın öyküleri bunlar; beklentileri, yanılgıları, hayal kırıklıkları ve aşklarıyla, eğer'lerin, keşke'lerin gölgesindeki hayatların öyküleri ve tıpkı Korkulacak Bir Şey Yok'da yazdığı gibi öyküler;

"Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”

Mats Israelson'ın hikâyesi; aklımızın bir köşesinde duran, hiç yaşanmamış, ele geçen son şansın da birkaç dakikada boşa harcandığı bir aşkı anlatıyor;

Hepsi bu kadarmış, diye düşündü Anders Bodén. Bir kapı açılıyor ve siz daha geçecek zamanı bulamadan kapanıyordu. Bir insanın kendi yazgısı üzerinde, kırmızı harflerle işaretlenmiş ve ucu sivri değneklerle yeniden akıntıya atılan kütükler kadar kontrolü vardı.”

Barbro kendi kendine, bizler ahır bölmelerimizdeki atlardan başka bir şey değiliz, diyordu. Bölmelerin numarası yok, ama öyle olsa bile yerlerimizi biliyoruz. Başka bir yaşam yok.

Bildiğin Şeyler'de ; iki arkadaşın kahve sohbetine konuk oluyoruz. Eşlerinin ölümünden sonra her ay düzenli olarak buluşan iki kadın. Söylediklerinden çok söylemedikleriyle ilişkilerini sürdüren, birbirlerinin yanılsamalarını destekleyen iki dost ya da belki de müttefik. 

Yeniden Canlanma'da yıllar önce yazdığı ama sansüre uğradığı için bir köşede kalmış piyesinin 30 yıl sonra sahnelenmesi sırasında Veroçka karakterini canlandıran genç oyuncuya aşık olan ünlü bir yazarın öyküsü.

Yaşam boyu kaleme aldığı yazıların çoğu gibi, aşkla ilgiliydi piyes. Ve yaşamında ne olmuşsa, yazılarında da o olmuştu: Aşk yürümemişti. Aşk kibarlık yaratabiliyor ya da ya da yaratamıyor, kendini beğenmişlik duygusunu tatmin ediyor ya da etmiyor, cildi temizliyor ya da temizleyemiyordu; ama şu kesindi. Mutluluğa götürmüyordu aşk; hep bir duygu ya da niyet eşitsizliği söz konusuydu. Aşkın doğası buydu.”

Fransızca bilmek; Huzur evinde yaşayan bir kadının muhtemelen Flaubert'in Papağanı'nı okuduktan sonra Barnes'a yazdığı mektuplar. Okudukları, düşündükleri ve hayat hakkında alaycı, eğlenceli yorumlar.

Bu tür bir sual için çok gençsiniz ama sağır ve deli oldukça kendinize gitgide artan bir şekilde bu suali soruyorsunuz. Şayet I. Cihan Harbi' nden iki yıl evvel farklı bir istikamete bakıyor olsaydım şimdi nerede olurdum?


Ve diğer öyküleri... Barnes'ın romanlarını aşan öyküler var bu kitapta. Gerçi belki de yoğunluklarını öykü olmalarına borçluyuz belki de yığınla duyguyu 5-10 sayfada anlattığı için ya da böyle iyi bir ruh gözlemcisi olmasından bu sarsılma hissi.  

2 Mayıs 2014 Cuma

Hayat Düzeyleri, Julian Barnes


Hayat Düzeyleri, Julian Barnes'ın, kanser teşhisi konulan eşinin ölümü ardından yazdığı ilk kitap. Aradan geçen beş yıldan sonra aşkı, kaybetmeyi, kederi, yas sürecini anlatıyor ve tabii ki Barnes'dan bekleyeceğimiz üzere bunu şaşırtıcı bir kurguyla ve diğer kitaplarında da gördüğümüz samimiyetle yapıyor. Üç bölümden oluşan kitapta, balonla yapılan ilk uçuş denemelerini ve fotografçılığın ilk adımlarını, yaşadığı yas süreciyle birleştiriyor.

Birinci bölüm; Yükseklik Günahı;
Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir. İnsanlar o zamanlar bunu fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir. Dünya yine de değişmiştir.

Gazeteci, karikatürist, fotoğrafcı ve mucit Felix Tournachon, balonculuğun önde gelen simalarından. Portre çekimlerinde kullandığı farklı tekniklerle tanınan Tournachon, nam-ı diğer Nadar, Sarah Bernhardt'ın da fotograflarını çekmiş. Yerinde duramayan, garip görünüşlü ve enteresan bir kişilik olarak tanınırmış. (“Baudelaire ona, “canlılığın insanı hayrette bırakan bir ifadesi” diyordu”.) İnsanın uçmak için yaratılmadığı ya da fotografın ruhları çaldığı gibi fikirler ortada dolaşırken, daha önce bir araya getirilmemiş olan iki şeyi bir araya getiren kişi de Nadar olmuş. Fotografçılık ve balonculuk. Birçok denemeden sonra iki-üç binanın yer aldığı belli belirsiz bir görüntü elde etmeyi başarmış.

Julian Barnes'a göre Nadar'ın balondan çektiği fotograflar “dünyanın olgunlaştığı bir anı temsil ediyorlar”. Ve bundan tam yüz yıl sonra, 1968'de William Anders, ay yörüngesindeki Apollo 8'den dünyanın fotoğraflarını çektiğinde şöyle söylemiş:

...Sanırım ayı görmek için 384.400 kilometre katetmiş olmamız ve gerçekte görülmeye değer şeyin Yeryüzü olduğu buradaki herkese çarpıcı gelmişti.

Zaman zaman fotoğraflarımıza baktığımızda aklımızdaki “ben” imgesiyle örtüşmediğini düşünürüz ya, Barnes bunu dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğraflarının yarattığı garip duyguyla karşılaştırıyor ve “Kendimize uzaklardan bakmak, öznel olanı birdenbire nesnel kılmak: bu bizde psişik bir şok yaratıyor.” diyerek yorumluyor.

İkinci bölüm; Dürüstlük Zemini;

Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz; bu bazen yürür, bazen de yürümez.

ve;

Daha önce bir araya gelmemiş iki insanı bir araya getirirsiniz ve dünya bazen değişir, bazen de değişmez. Düşüp yanabilirler ya da yanıp düşebilirler. Ama bazen, yeni bir şey yaratılır ve sonunda dünya değişir. Birlikte, o ilk büyük heyecan içinde, iki ayrı benliklerinden daha büyüktürler. Birlikte daha öteyi iyi görürler ve daha açık bir şekilde görürler.

Bohem yaşantısı, fevri ve geleneklere aykırı davranışları ile tanınan, dönemin en ünlü yıldızı, Sarah Bernhardt ve melankolik, maceraperest, gezgin Fred Burnaby'nin kısa süreli ilişkisini anlatırken aşkı sorguluyor Julian Barnes.

Düz bir yüzeyde, zeminde yaşıyoruz, ancak -ve böylece- özlem duyuyoruz. Yerdekiler olarak, kimi zaman tanrılara kadar erişebiliriz. Bazıları sanatla yükseliyor havaya, bazılarıysa dinle; çoğu aşkla. Ama havaya yükseldiğimizde, aynı zamanda düşebiliriz. Çok az yumuşak iniş var. kendimizi bacaklarımızı kıran bir güçle, yabancı bir demir yolu hattına doğru sürüklenmiş olarak yerde zıplarken bulabiliriz. Her aşk hikayesi potansiyel bir keder hikayesidir. Eğer önce değilse, daha sonra. Biri için değilse, öteki için. Bazen her ikisi için.
Peki, o zaman niçin aşka sürekli özlem duyuyoruz? Çünkü aşk, hakikatle büyünün buluşma noktası. Fotoğrafçılıkta olduğu gibi hakikat; balonculukda olduğu gibi büyü.

Sarah Bernhardt ve Fred Burnaby'nin ilişkisi sadece birkaç ay sürmüş. Gelen evlenme teklifine Sarah, özgürlüğünden vazgeçmek istemediğini söyleyerek cevap vermiş. Seçimini, gelecekte kullanılacağı hayal edilen, havadan ağır, istenildiği gibi yönlendirilen hava aracından değil, rüzgar nereye eserse o tarafa giden balondan yana kullanmış. Burnaby' nin aşk acısı ise uzun yıllar sürmüş. “At Sırtında Anadolu”' da dahil maceralarını anlattığı kitaplar yazan Burnaby, 1885'de “...Abu Klea muharebesinde Mehdi'nin askerlerinden birinin boyuna fırlattığı bir mızrakla” öldürülmüş.


Üçüncü bölüm; Derinlik Kaybı;

Daha önce bir araya getirilmemiş iki kişiyi bir araya getirirsiniz. Bu bazen, ateşle çalışan bir balona, hidrojenle çalışan bir balonu bağlamanın şu ilk denemesinde olduğu gibi bir şeydir; yere çakılıp yanmayı mı yeğlersiniz yoksa yanıp yere çakılmayı mı? Ama bazen de deneme başarılı olur ve yeni bir şey yaratılır, dünya değişir. Derken bir noktada, er ya da geç, şu ya da bu sebeple, bu kişilerden biri alıp götürülür. Ve alıp götürülen şey, orada kalan şeyin toplamından daha büyüktür. Matematiksel olarak mümkün olmayabilir bu ama duygusal olarak mümkündür.

Belki de düşüş, kızgınlık, keder, teselli arama, yalnızlık, korku, eksiklik, özlem sadece kelimelerden ibaret kalmasın diye, Barnes, karısının ölümünden sonraki beş yılda hissettiklerini ve yaşadıklarını anlatmak için ortak motifleri kullanıyor.

Hayatta bohem ya da serüvenci olabilirsiniz ama hayat yolunda yürüyebilmek için ona karşı ayak direseniz bile- ona karşı ayak direrken bile- aynı zamanda bir ortak motifin, bir düzenin size yardımcı olmasının peşinde koşarsınız.

Korkulacak Bir Şey Yok' da, bir masa etrafında toplanıp ölümden konuşan dönemin sanatçılarından; sürprizlerden kaçınmak, hazırlıksız yakalanmamak için sürekli ölümü düşünerek kişinin kendini hazırlaması gerektiğini söyleyen ilk dönem filozoflarından bahsediyordu Julian Barnes. Bu yöntemler belki kişinin ölüm korkusunu yenmesi için uygun olabilir. Peki sevilen birisinin ölümünde ne kadar işe yarıyor? Barnes'a göre sanırım pek fazla değil. 

20 Mart 2014 Perşembe

Aşk Vesaire, Julian Barnes


Aşk konusunda hiçbir zaman hayalperest olmadım ama kuantum ve adını bilemediğim türevleri ortaya çıktığından beri ne zaman muhabbeti açılsa kötümser düşünmekle suçlanır oldum. Hayır, kötümser değil gerçekçiyim desem de kimseyi inandıramıyorum.

Aslına bakarsanız bu konuda epey kafa yormuşluğum, hatta teori üretmişliğim bile var. Şöyle ki bence aşk dediğimiz şey üç durumdan oluşuyor. İlki yani aşkın “O” hali, hormonların devreye girmesiyle (hormonların bize oynadığı oyunun uyuşturucu bağımlılığıyla benzerliği kesin bilgidir) O'ndan başkasını gözümüzün görmediği, en küçük hareketi üzerine binlerce yorum yapabildiğimiz ve tüm dostlarımızı da bu deliliğe katılmaya zorladığımız dönem oluyor. İkincisi yani “Biz” hali; aşkın fırtınalı kısmının yatışıp rutine geçildiği, etrafta siyam ikizleri gibi mıçmıç dolaşılıp, sürekli gelecek planları yapıldığı dönem. Ve nihayet aşkın “Ben” hali; kör edici hormonların gücünü kaybettiği, gözümüzdeki perdenin yavaş yavaş kalktığı, karşımızdaki insanı neyse o olarak gördüğümüz ve bu ilişki, daha doğrusu, gözlerimiz açıldığında karşımızda bulduğumuz yabancı için kişiliğimizden ne çok ödün verdiğimizi, hayatımızı, isteklerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi fark edip acısını çıkarmaya çalıştığımız dönem. Kişiden kişiye, ilişkiden ilişkiye değişse de eninde sonunda “Ben” hali gelip çatıyor. Yok canım mı diyorsunuz? Sizce aşk sonsuza kadar mı?




















Hadi ben kötümserim (gerçekçi) diyelim peki her kitabını karısına ithaf eden Julian Barnes'ın yazdıkları tesadüf mü? Demek ki gerçekçi olmak sanılanın aksine duyguları öldürmüyor ya da evrenin gazabını üzerinize çekmiyor, sadece Aşkın tüm zamanlarını oldukları gibi kabul etmeyi daha kolay hale getirip hayal kırıklığını en aza indiriyorsunuz. Birine “O” sandığınız için değil “O” olduğu için aşık oluyorsunuz.

Mesela Gillian'ı ele alalım. Aşk Vesaire'de Julian Barnes on yıl sonrasını anlatıyor. Stuart'tan ayrılıp aşık olduğu Oliver'la evlenen Gillian için işler hiç de peri masalı gibi gitmemiş ki buna şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Zaten olayların gelişimi çok çok nadiren hayal ettiğimiz gibi olur özellikle de aşk söz konusu olduğunda.
Elbette Oliver, erkeklerin çoğu gibi, esasında tembel. Büyük bir karar alıyorlar ve sonra da önlerindeki birkaç yılı bir aslan gibi tepenin üstünde güneşlenerek geçirebileceklerini düşünüyorlar.”

diyen Gillian geçen on yılda, rutin ev işleri, maddi sorunlar, çocukların ihtiyaçları, Oliver'ın çalışma konusundaki isteksizliği ve sürekli depresyonu yüzünden epeyce hayal kırıklığına uğramış öyle ki artık sorgulamaktan bile vazgeçmiş. (İşte bunlar hep “O” hali yüzünden.) Birine aşık oluyor, bir süre sonra yani “O” hali geçtikten sonra onun sandığımız insan olmadığından yakınıyoruz. Oysa ki önce birinden hoşlanıyor sonra bunun nedenlerini yaratıyor, hayallerimizdeki insanı karşımızdaki yüze yapıştırıyoruz. Ya da belki de işler Stuart'ın söylediği gibi gelişiyor;
"İnsanlardan niçin hoşlanırız? Şu kişiden değil de bu kişiden, demek istiyorum. Sanırım daha önce de söyledim, büyüme çağımda, insanlar benden hoşlandığı için hoşlanırdım onlardan. Yani bana karşı sadece nazik ve dürüst olurlarsa onlardan son derece hoşlanırdım. Kendime güven eksikliğinden. Bana soracak olursanız, insanlar çoğunlukla ilk kez bu sebeple evleniyorlar. Birisinin onlardan hoşlanır gibi görünmesi gerçeğini göz ardı edemiyorlar ve hiçbir soru sorulmuyor. Gill'le ilişkimde de biraz bu vardı, bunu şimdi anlayabiliyorum. Bazı şeyleri kurmak için yeterli bir temel değil bu, öyle değil mi?”



















Diğer bir sorun da istediğimizi sandığımız şey gerçekleştiğinde aslında istediğimizin o olmadığını anlamak. “Ya istediğimi sandığım şeyi gerçekten istemiyorsam” korkumdan şurada bahsetmiştim ve Gillian'nın cümlelerini okuduktan sonra korkmakta çok da haksız olmadığımı düşündüm, sonuçta böyle şeyler sadece romanlarda olmuyor.
“Sanırım çocuklar bir şeyi istediklerini söylemenin kişiliklerinin ilginç ve değerli bir ifadesi olduğu fikrine inanma alışkanlığına çok kolay kapılıyorlar. Ben bunun yaşamlarının ileri ki yılları içinde kötü olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi istiyorsunuz, onu elde ediyorsunuz. Hayatta hiçbir şey böyle olacak değil. Bir çocuğa yaşamının ileri ki yıllarında bir şeyi elde etmek şansına hiç sahip olmaksızın onu istemenin normal olduğunu nasıl açıklayabilirsiniz? Ya da tam tersini: bir şeyi elde edip sonunda onu gerçekten istememiş olduğunuzu, yahut onun olacağını düşündüğünüz şey olmadığını fark edişinizi nasıl açıklarsınız?”


Peki ya Oliver; 
“Uyandığında kendini hamam böceği olarak bulan o adamın hikayesini bilirsiniz. Ben uyanan ve bir adam olma olasılığını gören hamamböceğiydim.” 

derken, Gillian'ı kendine aşık etmek için olduğundan farklı davranıp, rol yaparken hiç dürüst olmasa da kendince haklı sebepler yaratabiliyordu. “O” halinde çılgın projelerle Gillian'ı kendine aşık etmeyi başarmıştı. Peki? Bizi mutlu etmesi için aşka ne kadar güvenebiliriz? Bu arada Oliver teori üretmek konusunda çok başarılı her iki romanda da hemen her konuda teorileri var ve çoğuna katılmamak da mümkün değil. Mesela;
“Ah vicdanın sesi, kadansı ve ifade tarzıyla, Gillian'ın sesine ne kadar da benziyor! Erkeklerin yaptığı bu mu? Erkeklerin neyle evlendikleri konusunda birçok teori var-cinsel yazgıları, anneleri, doppelganger'ları (ikiz görüntüleri), karılarının parası- ama gerçekte aradıkları şeyin vicdanları olduğuna ne dersiniz? Tanrı biliyor ya, çoğu erkek onu geleneksel yerinde, kalplerine ve dalaklarına yakın bir yerde bulmaktan aciz, bu yüzden de onu ne diye bir arabanın açılabilen çatısı ya da mrtal poyralı direksiyon gibi bir aksesuar olarak elde etmeyelim ki? Ya da acaba bir alternatif olarak, erkeklerin gerçekten aradıkları şey bu değil de evliliğin kadınları zorunluluk gereği dönüştürdüğü şey olamaz mı?

Ya da;
“En mütavazi çöl faresi tarafından bile çarçabuk öğrenilen ama kavranılması bizim kendi uyuşuk türümüzün tamı tamına bir ömrünü alan acı gerçeği. Bütün ilişkilerin, hatta iki saf rahibe adayı arasındaki ilişkilerin bile- hey, özellikle de iki saf rahibe adayı arasındakilerin- bir iktidar sorunu olduğu gerçeğini. Şimdiki iktidar. Eğer şimdiki değilse, daha sonraki iktidar. Ve iktidarın kaynakları öylesine eski, öylesine bildik, öylesine acımasızca belirleyici, öylesine basittir ki onun sadece basit adları vardır. Para, güzellik, yaş, aşk, seks, kuvvet, para, daha fazla para, daha da fazla para.”


Herhangi bir ilişkinin ama en çok da aşk ilişkisinin zamanla iktidar savaşına dönüştüğünü inkar edebilir miyiz? Hegel'in efendi-köle ilişkisinde olduğu gibi “Ben” hali eninde sonunda gelir ve köle, hayatını geri almak için, efendiye karşı bayrak açar. Peki kölenin hiç mi suçu yok? Beyin üzerinde uyuşturucu etkisi olduğuna göre Aşkı hafifletici sebep sayabilir miyiz?

Julian Barnes'ın bu acımasızca gerçekçi tarafını çok seviyorum. Stuart'a söylettiği şu cümlelerini ben söylesem kuantumcu arkadaşlarım üzerimde zıplar, kötümser enerjimin etkisinde kalmamak için ortamı terk ederlerdi. 
Bir başka şey daha var. İnsan gençken, ilerde birini severim, umarım her şey iyi gider, ama iyi gitmezse bir başkasını severim, o da iyi gitmezse yine bir başka kişiyi severim, diye düşünür. Her zaman bu kişileri bulabileceğimizi ve onlarında size kendilerini sevme olanağı vereceğinizi var sayarsınız. Beklentiniz o sevginin ya da sevebilme yeteneğinizin sizi her zaman orada beklediğidir. (...) Ama ben sevginin ve yaşamın böyle olduğunu sanmıyorum.”

4 Mart 2014 Salı

Seni Sevmiyorum, Julian Barnes


İstanbul'a dönüşle koşturmaca başladı. Büyük bir de değişiklik oldu. Yıllardır yan gelip yatmaya alışmış olan ben sabahın köründe kalkıp işe gitmeye başladım. Eee öyle birden bire uyum sağlanmıyor, bünye alışık değil. Doğal olarak, eve gelince yemek ve uyku döngüsüne giriliyor. Kitaplar otobüste okunmaya çalışılsa da pek mümkün olamıyor zira evde geçirdiğim yıllar boyunca vatandaş boş durmamış, nüfus patlaması yaratmış. Durum böyle olunca tahmin edersiniz ki bloga yazmak da zorlaştı. (Aaaa kendimi yakaladım, bahaneye bak sanki önceden pek bi düzenli yazıyormuşum gibi utanmadan işi bahane ediyorum ya pes artık.)

Bu arada, asma budamayla başlayan bahçecilik hevesim kursağımda kalmıştı. Ama ne yaptım bahçeyi eve taşıdım. Atmaya kıyamadığım asma çubuklarını diktim mesela. İnanmıycaksınız ama iki tanesinden yapraklar çıkmaya başladı. O gazla, pek bir kocaman olmuş avokado ağacımı da budadım. Baktım budamada son nokta bonsai, ben de bonsai yetiştirmeye karar verdim. Daha gencim, onların ağaç haline geldiğini görmek için bir sürü zamanım var diyerek üç çeşit ağaç tohumuyla başladım. Nar, elma, zeytin ne bulursam ekmeye devam ediyorum. Geçen yıl, salatada kullanmak için otlar ekmiştim. Şimdi işi büyüttüm, evi nerdeyse seraya çevirdim. Bir sürü saksı, toprak, tohum. Her şey her yerde. Bonsai için araştırma yaparken Pinterest'e de daldım. Evde bişeyler yetiştirmek gibi bir isteğiniz varsa gayet yaratıcı fikirler bulabilirsiniz. Aslında çok sulamadığınız, ışık alsın diye tasarruflu ampulün altına koyup yakmadığınız sürece zor bi iş de değil. Mikro boyutta tohum ya da kuru çubuk, bir şekilde yaşamayı başarıyorlar. Ayrıca kimseler inanmasa bile gözünüzü dikip bakmanın da faydası olduğuna eminim. Bi şekil telekinezi sonuçta.

Benden haberler böyle. Konuya dönecek olursam Julian Barnes'a devam diyorum. Seni Sevmiyorum, üç kişilik bir aşk hikâyesi anlatıyor. Sıkılıp yazının devamını okumayacaklar için hemen söyliyeyim Seni Sevmiyorum ve devamı olan Aşk Vesaire bence müthiş kitaplar.

Farklı karakterlerine rağmen Stuart ve Oliver'ın iyi-kötü yıllardır süren arkadaşlıkları, Stuart'ın Gillian'la tanışıp evlenmesiyle yeni bir boyuta taşınıyor. Biz de hikâyeyi bu üç kişinin bakış açısından okuyoruz. En yakın arkadaşınızın eşine aşık olsanız ne yapardınız? Ya da eşinizin en yakın arkadaşı size aşık olduğunu söylese? Peki ya en yakın arkadaşınız ve eşinizin birbirine aşık olduğunu anlasanız? gibi başımıza gelmediği sürece yanıtlanması kolay, klasik sorulara, modern yanıtlar veriyor Julian Barnes.

Romanda belki de en az aşk var bile denilebilir ama bunun yerine yine bol miktarda ironi ve Barnes'a her romanıyla biraz daha hayran olmama neden olan hayat bilgisi, gözlem gücü ve bunu okuyucusuna aktarma becerisi var. Barnes'ın aşk ve hayat hakkındaki gerçekçiliği alaycılığıyla birleşince dönüp kendinize bakmanıza ve epeyce de dalga geçmenize neden oluyor.

“Şostakoviç, Lady Macbeth operası hakkında şunları yazıyor: “Bu opera aynı zamanda, dünya iğrenç şeylerle dolup taşmasaydı aşk nasıl bir şey olurdu temasını işlemektedir. Aşkı yok eden iğrençliktir. Aynı zamanda yasalar, maddi şeyler, parasal sorunlar ve polis devleti. Eğer koşullar farklı olsaydı, aşk farklı olurdu.” Elbette koşullar aşkı değiştirir.”

18 Kasım 2013 Pazartesi

Oklukirpi, Julian Barnes


Julian Barnes'la devam, zira kendisinin “siyasal taşlama” türündeki novellasını ikinci kez, yine büyük bir zevk ve şaşkınlıkla okudum. Çok farklı bir Julian Barnes var karşımızda. Flaubert'in Papağanı, Bir Son Duygusu ve Korkulacak Bir Şey Yok'un okurla sohbet halindeki yazarı bu kez araya epey bir mesafe koymuş. Kişisel alandan çıkıp politikaya üstelik kendi ülkesinden çok uzak ve çok farklı bir coğrafyanın sorunlarına dalmış ama hani bizde “ciğerini bilmek” diye bir deyim vardır ya işte karakterlerini öylesine içeriden anlatmış ve bana kalırsa çok, çok şaşırtıcı bir performans sergilemiş.

Flaubert'in Papağanı romanında, Flaubert'in edebiyat anlayışını aktarırken “Üslup temanın bir işlevidir. Üslup, bir roman konusuna zorla kabul ettirilemez, tersine ondan doğar. Üslup düşüncenin gerçeğidir. Doğru sözcük, gerçek ifade, yetkin cümle her zaman “orada” bir yerdedir; hangi aracı kullanırsa kullansın, yazarın görevi bunların yerini saptamaktır.” diyen Barnes, Oklukirpi' de bunun çok güzel bir örneğini veriyor. Adını bilmediğimiz Doğu Bloğu ülkelerinden birinde, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte komünist rejimin yerini kapitalizme bırakmasının ve yönetimin demokratikleşmesinin ardından 33 yıldır yönetimde olan eski liderin adalet önüne çıkartılmasını anlattığı romanda tema tarafından yaratılan bir üslup ve kurgu görüyoruz.


Eski komünist partili ve şimdi demokrasi savunucusu olan hukuk profesörü Petro Solinski, başkan Stoyo Petkanov ile kişisel bir hesaplaşma anlamına da gelecek bu davada savcılık yapmaya gönüllü olur. Ama eski başkan kolay lokma değildir. Savcı suçlamalarını destekleyecek delil bulamazken Başkan ve eski çalışanları her iddiaya kılıf uydurmakta gayet “başarılı” dırlar.
Politbüro'nun eski üyesi, Ventsislav Boyçev. Eski başkan tarafından oğluna verilen dolarların eğitim amacına yönelik olduğunu, bu paranın genç adamın teknolojiye ilgisini özendirmek için verildiğini savundu. Oğlunun bu parayı niçin bir Kawasaki'ye ve bir BMW'ye harcadığı sorulduğunda ise, Bay Boyçev ülkenin savunma kapasitesini arttırdıklarını, çünkü motosikletçiliğin hala askeri hizmetlere elverişli bir spor olduğu yanıtını verdi. Oğlunun niçin yaygın  olan Sovyet yapımı modellerden almadığı sorulduğunda, Bay Boyçev, kendisinin bir sürücü belgesine sahip olmadığını ve bu konuda daha fazla fikir  yürütecek kadar bilgisi olmadığını söyledi.”


Julian Barnes'ın diğer kitaplarında gördüğümüz alaycılığa varan ironi kullanımı Oklukirpi'de zirve yapıyor. Davayı TV'den izleyen gençler; Vera, Atanas, Stefan ve Dimitri, duvarından Lenin'in portresini indirmeyen nine, Tuğgeneral Ganin, muhalif Kovaçev, başsavcının karısı Maria Solinski, ellerinde tencereleriyle sokağa dökülen kadınlar, tabi ki eski başkan ve başsavcı, kısacası karakterlerin her biri de bu iç acıtan komedinin bir parçası oluyor.
Herkes nelerin olup bittiğini biliyordu, herkes bunları o zaman da biliyordu. Ne var ki, kendisi gibi kimseler bütün bu işleri yürüten adama karşı bir dizi suçlama yöneltmeye çalıştığında sanki bu türden hiçbir şey olmamış gibiydi. Ya da daha doğrusu olan bitenler sanki bir bakıma normalmiş gibiydi ve bu yüzden de neredeyse bağışlanabilirlerdi. Çılgın zamanlarda bile normalliğin suç ortaklığı söz konusuydu.”

14 Kasım 2013 Perşembe

Korkulacak Bir Şey Yok, Julian Barnes

Yirmi yıldan da fazla bir zaman önce yazılmış güncemde şu kaydı buluyorum: İnsanlar ölüm üzerine, “Korkulacak hiçbir şey yok” diyorlar. Bunu çabucak, öylesine söylüyorlar. Şimdi bunu yeniden, yavaşça, bir kez daha vurgulayarak söyleyelim. “Korkulacak HİÇBİR ŞEY yok.”
Sırada yine Julian Barnes'dan, bu kez otobiyografi-deneme arası, dolu dolu bir kitap var. Yazar, ateist olarak geçirdiği gençlik dönemini ve kendisini agnostik olarak tanımladığı orta yaş sonrasına ait anılarını aktarırken, bir taraftan da tatlı, tatlı ölümden ve ölüm korkusundan bahsediyor. Ayrıca, Flaubert, Camus, Rossini, Ravel, Rahmaninov, Şostakoviç, Zola, Stendhal, Wittgenstein, Jules Renard, Montaigne, Edith Wharton, Goethe, Somerset Maugham gibi enteresan kişiliklerin, ölüm hakkındaki düşüncelerini, yaşamlarından ve kimi zaman da ölümlerinden anekdotlar eşliğinde öğreniyoruz.
Mesela; Rahmaninov, sürekli ölümden konuşurmuş. “İnsanlar ölüm hakkında daha erken yaşta düşünmeye başlasalar, daha az aptalca hatalar yaparlardı” diyen Şostakoviç ise ölüme hazırlamanın gerekliliğini savunanlardanmış. Montaigne' de, “birine nasıl ölüneceğini öğretirseniz, o zaman o kişiye nasıl yaşanacağını da öğretmiş olursunuz.” derken, ölümü sürekli akılda tutmayı tavsiye ediyormuş. “Okumadan ölmeye kadar her şey öğrenilmeli” diyen Flaubert'in arkadaşı Turgenyev ise “yaşamın en ilginç bölümünün ölüm olduğuna” kanaat getirmiş.
Platoncular ölümden sonra her şeyin iyileşmeye başladığına inanıyorlardı. Öte yandan Epikurosçular, ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanıyorlardı. Görünüşe bakılırsa (“görünüşe bakılırsa” ifadesini “ağabeyim bana aynı zamanda şunu söyledi” anlamında kullanıyorum) bu iki geleneği antikite yazarlarına özgü neşeli bir ya /ya da tarzında bir araya getirmiş: “Ölümden sonra, ya daha iyi hissediyoruz ya da hiçbir şey hissetmiyoruz.””

Julian Barnes, insanların dört kategoriye ayrılabileceğini düşünüyor. Sıralamanın en üstünde, iyi durumda olanlar yani “İnançları olduğu için ölümden korkmayanlar” ile “İnançları olmamasına karşın ölümden korkmayanlar.”var. Diğerleri ise “İnançları olmasına karşın kendilerini eski, içten gelen, ussal korkudan kurtaramayanlar” ile son sıradakiler yani “Ölümden korkan ve hiç inancı olmayan”lar ki kendisini de bu kategoriye dahil ediyor. Felsefeci ağabeyinin tersine, Julian Barnes yok oluşun hoş bir şey olduğuna ikna olmuş değil. Sonsuz yaşamın eziyet haline gelebileceği, ölümün doğacak diğer canlılara yer açmak için gerekli olduğu ya da aşırı değer verilmiş benliğin yaşam süresinin uzamasının insanın hem kendisi hem de çevresi için sıkıntı yaratacağı ve daha da fenası Ben'in yaşamının ya da ölümünün, onu tanıyan birkaç kişi dışında dünyanın geri kalanının zaten umurunda olmadığını ileri süren tezlere karşı gayet eğlenceli antitezler ortaya koyuyor.
Gelgelelim dünyanın kayıtsızlığı, insanlardaki benbenciliği pek ender olarak azaltmıştır. Gelgelelim evrenin bizim değerimiz konusundaki yargısı pek ender olarak kendimizinkiyle uyuşur. Gelgelelim yaşamayı sürdürecek olursak, kendimize ve başkalarına sıkıntı vereceğimize inanmakta zorluk çekeriz (öğrenilecek çok sayıda yabancı dil ve müzik enstrümanı, denecek çok sayıda kariyer, yaşayacak çok sayıda ülke, sevecek çok insan vardır ve bunlardan sonra her zaman için tango kayak yarışı, ve sulu boya sanatına bel bağlayabiliriz...)”

Freud'un söylediği gibi bilinçdışımızın “ ölümümüze inanmaması ve sanki ölümsüzmüş gibi” davranmasına benzer biçimde, İspanyol iç savaşını yazan Arthur Koestler'e göre de ““akıl, kendini ölümle yüz yüze bulduğunda çeşitli hilelere başvurur: Bizi aldatmak için “merhametli uyuşturucular ya da coşku veren uyarıcılar” üretir”. Ama burada küçük bir sorun var gibi görünüyor: Ben ya da Ego diye düşündüğümüz şeyin bir yanılsamadan ibaret olması. Barnes'ın söylediğine göre; bilimadamlarının çalışmaları ““yeri saptanacak 'benlik'diye bir şeyin”olmadığı yönünde. Ego kuramının yerine “Demet” kuramının yani “bizim sadece belli başlı neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak bir araya gelmiş beyinsel aktiviteler dizisi olduğumuz” düşüncesinin geçmesiyle hayatımızı ve de ölümümüzü yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir.
    Ancak bu demet kuramı mümkün olan bir başka ölüm stratejisini akla getiriyor. Eski moda, yaşarken inşa edilmiş, sevilebilir olmasa bile en azından sahibi için temel önemde bir benliğe yas tutmaya hazırlanmaktansa, eğer bu ben gerçekte hayal ettiğim ve hissettiğim gibi var değilse, o zaman niçin ben ya daben, onun yasını peşinen tutuyorum argümanını bir düşünün. Bir yanılsamanın yasını tutmak bir yanılsama olurdu, demetlerin dağılıp yok olması konusunda üzüntülere kapılan salt rastlantısal bir demet. Bu argüman inandırıcı olabilir mi? Ölümün içinden, kayanın içinden geçen bir nötrino gibi geçebileceğini kanıtlayabilir mi? Merak ediyorum bunu; bu argümana zaman tanımam gerekecek.” 
    Ve bir diğer karmaşa da evrim meselesinden çıkıyor. Yazar, altı milyar yıl sonra dünya ile yok olup gidecek olanın bizler değil, çok daha farklı bir tür olacağını ve insanın da soyunun gelecek bir dönemde dinazorlar gibi tükenerek yerini başka türe; uyum sağlama yetenekleri daha gelişkin bir türe bırakacağını düşünüyor. Yani bu durumda gelecek kaygısı taşımamız ya da genlerimizin çocuklarımız sayesinde geleceğe aktarılmasıyla bir çeşit ölümsüzlük yakalama düşüncesi biraz manasız kaçıyor.
    Belki de üçüncü soy tükenişi bizi de ortadan kaldıracak ve dünyayı...şeylere bırakacak? Kınkanatlılara mı? Genetikçi J.B.S. Haldane, eğer Tanrı varsa, “Kınkanatlılara karşı ölçüsüz bir düşkünlüğü var”olmalı diye şaka yapardı; çünkü Tanrı onların 350.000 türünü yaratmıştı.” 

    Peki ya Tanrı? Julian Barnes, Pascal'ın ünlü bahsini hatırlatıyor. “İnanırsanız ve Tanrı'nın var olduğu ortaya çıkarsa, kazanırsınız. İnanırsanız ve Tanrı'nın var olmadığı ortaya çıkarsa, kaybedersiniz; ama inanmamayı seçtiğiniz durumda kaybedeceklerinizin yarısını bile kaybetmezsiniz, tabii ölümünüzden sonra Tanrı'nın gerçekten de var olduğunu keşfetmek üzere.” Günümüzdeyse özellikle şu evren meselesi, melek terapileri ve her gün bir yenisi çıktığından adını bilmediğim teorilerin de etkisiyle Tanrı ve ölümden sonraki durumumuz konusunda akıllar iyice karışmış gibi. Julian Barnes'ın bu durum için de eğlenceli bir yorumu var:
    Dinsel tutum anketlerinde sık sık rastlanan bir yanıt da; “Kiliseye gitmiyorum ama kendi kişisel Tanrı görüşüm var” gibisinden bir şeydir. Bu çeşit ifadeler de karşılığında beni bir filozof gibi tepki göstermeye sevk ediyor. Aşırı duygusalca, diye haykırıyorum. Sizin kendi kişisel Tanrı görüşünüz olabilir; ama Tanrı'nın size ilişkin Kendi kişisel görüşü var mı? Çünkü önemli olan bu. Tanrı ister göklerde oturan ak sakallı bir ihtiyar olsun, ister yaşamsal bir güç, çıkar gözetmeyen bir ilk hareket ettirici ya da saatçi olsun, ister bir kadın, bulutumsu bir ahlaki güç ya da Hiçlik olsun, önemli olan O Adam'ın ya da Kadın'ın ya da bu Hiçlik'in sizin hakkınızda ne düşündüğüdür, yoksa sizin O'nun hakkında ne düşündüğünüz değildir. Tanrılığı işinize yarayan bir şey olarak yeniden tanımlama düşüncesi güldürecek kadar acayip. Tanrı'nın adil, iyiliksever ya da hatta yalnızca gözlemci olması da -ki bunlar konusunda şaşırtıcı bir şekilde pek az kanıt var- önemli değil, sadece onun var olması önemli.”  
    Serdar Rifat Kırkoğlunu'nun çevirisiyle müthiş keyifli hale gelen kitap hakkında yazmak istediğim yüzlerce şey var. Bellekten, penguenlerden, Jules Renard'dan, Stendhal'dan, limon masasından, genlerden, Somerset Maugham'dan, kurmaca-gerçek ilişkisinden ve daha bir sürü başka konudan bahsedemedim bile ama tüm kitabı buraya alıntılamadan önce bitirsem iyi olur. Son bir şey, daha doğrusu felsefe eğitimi almış biri olarak, sonuna kadar katıldığım ve Julian Barnes gibi iyi ifade edemesem de söylemeye çalıştığım bir şey:
    "Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”



3 Kasım 2013 Pazar

Bir Son Duygusu, Julian Barnes


Kısa bir Flaubert arasından sonra Julian Barnes'a devam. Flaubert'in Papağanı'nı okuduktan sonra bir koşu, yazarın diğer kitaplarına saldırmış ama burada yazmaya fırsat bulamamıştım. Sırada, Barnes'ın 2011 Man Booker ödüllü romanı Bir Son Duygusu var.

Roman, bir hastanenin kütüphanesinde gönüllü olarak çalışan, kendi halinde, sessiz sakin bir hayat sürdüren emekli tarihçi Tony Webster'ın ilk gençlik yıllarına ait anılarıyla başlıyor. Liseyi birlikte okuduğu, felsefi çıkışlarıyla farklı biri olduğunu hissettiren arkadaşı Adrian'da bu anıların merkezinde yer alıyor. Tony'nin yaklaşık kırk yıl öncesini hatırlamaya başlamasınınsa bir sebebi var. Okul yıllarında birlikte olduğu ve sonrasında Adrian'la yakınlaşan kız arkadaşı Veronica'nın sadece bir kez gördüğü annesinden kalan miras. Küçük bir miktar para ile beklenmedik bir şekilde genç yaşta intihar eden Adrian'nın günlüğü. Tony kendisine bırakılan günlüğü almak için yasal yolları deneyip bir sonuç alamayınca, yıllardır görmediği eski kız arkadaşı Veronica'yla iletişime geçer. Geçmiş yeniden ordadır ama pek de Tony'nin anılarındaki gibi değildir.

Anımsanan geçmişin ne kadarı bizim kurgumuz ya da kendimiz için yarattığımız imge gerçeklikle ne kadar örtüşüyor? Peki, hayatımız ya da biz olduğumuzu sandığımız gibi değilsek. Günün birinde kendimize kurduğumuz dünya bir anda tuzla buz olursa ve elimizde bize çok yabancı bir insan ve hayat kalırsa? Ve tabii en kötüsü de artık bir şeyleri değiştirmek, hatta pişmanlık hissetmek için çok geçse? Gençliğin hayalleri, yaşlılığın pişmanlıklarıyla birleştiğinde ortaya Julian Barnes'dan yaşam dersleri çıkıyor. Belki bazılarımız pişmanlık duymanın çok geç olmadığı bir noktadan hayatı yakalarız.
Yirmisindeyken hedefleriniz ve amaçlarınız konusunda kafanız karışık ve kesinlikten yoksun olsanız da yaşamın kendisinin ne olduğu konusunda, yaşamda ne olduğunuz ve ne olabileceğiniz konusunda güçlü bir duyguya sahipsinizdir. Daha sonraları... daha fazla belirsizlik, daha fazla görüş değiştirme, daha fazla sahte anılar olur. O zamanlar, kısa yaşamınızı bütünlüğü içinde anımsayabilirsiniz. Daha sonraları, bellek, parça parça bir şey olur çıkar. Bu tıpkı biraz, uçakların bir kaza sırasında olan bitenleri kaydetmek için taşıdıkları şu kara kutular gibidir. Eğer hiçbir şey olmazsa teyp kendini siler. Bu yüzden eğer gerçekten kaza yaparsanız, bunu niçin yapmış olduğunuz bellidir; eğer yapmazsanız, yolculuğunuzun seyir defteri çok daha belirsizdir.”




11 Ekim 2013 Cuma

Hayatın Anlamı, Terry Eagleton


Hava biraz soğudu mu demiştim?? Her zamanki gibi erken konuşmuşum. Buz gibi esen rüzgarın -bir nevi fırtına da diyebiliriz- günler sonra hız kesmesiyle nihayet burnumu dışarı çıkarmaya cesaret edebildim. Gerçi şikayetim yok. İstanbul'a gidip dört duvar arasına kapanınca bu soğuk günleri bile çok arayacağımı biliyorum.

Esaret günlerimi, listemdeki ikinci kitabı tekrar okurken, altını çizdiğim satırları bir kez de fosforlu kalemle boyayıp, altını çizmediğim satırların da altını çizerek geçirdim. İçerik açısından ciltler dolduracak bir kitabı 127 sayfaya sığdırabilen Hayatın Anlamı'nın yazarı Terry Eagleton, bizde de çok sayıda kitabı yayımlanan edebiyat eleştirmeni ve düşünür.

Eagleton, “Hayatın anlamı nedir sorusu hakiki bir soru mudur?” diyerek başladığı kitabında Wittgenstein'dan Shakespeare'e, Nietzsche'den pek sevgili Schopenhauer'a, Beckett'in oyunlarından Freud'un bilinçdışına renkli bir geçişle, bir miktar felsefe, az biraz edebiyat ve bolca ironi eşliğinde Hayatın Anlamını araştırıyor.


Peki nedir hayatın anlamı? Belki Nietzsche'nin iddia ettiği gibi hayatın anlamı o kadar korkutucudur ki yaşamaya devam edebilmek için yanılsamalara ihtiyaç duyuyor ve bir kurmacanın içinde yaşıyoruzdur. Ya da belki Modernistlerin söylediği gibi varlığımızın hiçbir anlamı, amacı, hatta gereği yoktur. Hayat, Hegel'in söylediği gibi bize anlamsız, yanlış gelse bile aslında “görkemli bir tasarım”ın parçası olabilir ya da Eagleton'un “nemrut” olarak tanımladığı Schopenhauer'ın dediği gibi varoluşumuz, İstenç'in, bile, isteye kaotik ve anlamsız yarattığı bir durumdur öyle ki biz ”.. hayatlarımızın bir değeri ve amacı olduğunu düşünebiliriz; ama hakikat şudur ki yalnızca İstenç'in kendini yeniden ürettiği kör ve sonuçsuz sürecin zavallı araçlarıyızdır”. Wittgenstein'a göre eğer hayatın anlamı diye bir şey varsa bu “ne bir giz ne de çözüm” olabilir. Freud ise hayatın anlamını ölümde bulur. Nihayet “Eğer anlam insanın meydana getirdiği bir şeyse dünyanın kendi içinde anlamlı ya da anlamsız olacağını nasıl umabiliriz?” diyen Postmodernistlere bakacak olursak “anlam” zaten kendi içinde epey problemlidir.

(...)belki de hayatın hepsi de geçerli olan, farklı ve bazıları karşılıklı olarak çelişen birtakım amaçları vardır. Veya hayat belki zaman zaman amacını aynen bizim yaptığımız gibi değiştiriyordur. (... )Peki ya hayatın aslında bir amacı varsa ve o bizim kendi tasarılarımıza aykırıysa?
Ya da
Peki ya hayatın bir anlamı varsa ama onu bilmemek bizim için daha uygunsa? Hayatın anlamını bulmayı, gerçekleştirmeye değer bir şey gibi düşünmeye eğilimliyiz, ama ya bu bir hataysa? Veya gerçek, bizi taşlaştıran bir ucubeden başka bir şey değilse?”

Tabi ki sadece düşünürlerin değil biz fanilerin de söz hakkı var Hayatın Anlamı üzerinde. Biz de hayatın anlamı nedir sorusu karşısında ilk aklımıza gelenleri sıralar, mutluluk, aşk, sevgi, başarı, güç vs gibi pek çok cevap verebiliriz. Ama Eagleton'ın tezlerini okuduktan sonra bu kavramlar üzerine bir kez daha düşünmek gerektiğini anladım. Ayrıca takıntılı olduğum “Hayatın anlamı tüccarları” ve “(...)doğru tekniklerle bir ay gibi kısa bir sürede anlamsızlıktan sıyrılmanızı garanti” eden “ruhani masörler” hakkında da şahane fikirleri var yazarımızın. Eee ne de olsa aklın yolu bir!

Aslına bakarsanız kitapta altı çizilmedik, fosforlu sarıyla boyanmadık cümle bırakmadığımdan haliyle buraya da yazmak istediğim milyon tane şey var ama daha fazla uzatmadan, bence bu kitabı kaçırmayın diyerek Eagleton'nun cümleleriyle bitireyim;
    Sonuçta, bir insanın hayatın anlamını niye bilmek “istemesi” gerektiği sorusunu daima sorabiliriz. İnsanlar hayatın anlamını bilmenin daha iyi bir hayat sürmelerine yardımcı olacağından emin midir? Ne de olsa insanlar, bu sırra ermeden de mükemmel biçimde hayatlarını sürdürdü. Veya belki öteden beri bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıftılar. Belki de hayatın anlamı nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu anda yapmakta olduğum bir şeydir. Peki ya saklı olması bir yana gözümüzün önünde olduğu için anlaşılmazsa? Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen şeydir. Sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil anlatının kendi sürecidir."

2 Ekim 2013 Çarşamba

Ömür Boyu Esenlik, Pascal Bruckner



Havanın limonata gibi tatlı, denizin ve güneşin ılıcık olduğu sahillerden sesleniyorum. Herkesler çoktan tatili bitirmiş iş, güç başına dönmüştür herhalde ama bugünlerde Akdeniz hakikaten tadından yenmiyor dostlar.

Geçen sene saçma bir şekilde, hangisini okumak istediğime karar veremediğimden iki haftalık tatil için bir valiz dolusu kitapla yollara düşmüş ama denizdi, güneşti, uykuydu derken valizi açmaya bile fırsat bulamadan İstanbul'a dönmüştüm. Bu yıl kendi çapımda bir zeka pırıltısı göstererek okuyacağım kitaplardan çok okuduğum halde bir türlü blog'a yazma fırsatı bulamadıklarımı aldım yanıma. Bir şekilde yazarım diyordum ama kemiklerimi eylül güneşinde ısıtırken fırsat bulup da iki kelam edemedim. Neyse nihayet bugün hava biraz soğudu, azıcık yağmur yağdı da suçluluk duygumu hafifletmek için PC başına geçebildim.

İlk sırada Pascal Bruckner'ın Ömür Boyu Esenlik'i var. Bruckner, modern insanın mutluluk kavramını sorguluyor. Anı Yaşa! Kendini Gerçekleştir! Kendin Ol! sloganlarının baskısı altında ezilen, gündelik koşuşturma içinde anı yaşayıp yaşamadığını, yeterince mutlu olup olmadığını, yeterince kendi olup olamadığını sorgularken hayatı ıskalayan biz insancıklar için bazı gerçeklerin altını çiziyor. Mutluluğun tarihine kısa bir bakış atıyor ve zaman içinde değişen kavramın bugün bizi sürüklediği karmaşadan bahsediyor.
Mutlu olun! bu sözün sevimli görüntüsünün altında daha paradoksal daha korkunç bir emir yok mu? İnsan mutlu olup olmadığını nasıl bilebilir? Mutluluğu kim ölçüyor? Neden mutlu olmak gerekiyor ve neden bu tavsiye bir zorunluluk haline alıyor? Acınacak halde beceremediğini itiraf edenlere nasıl bir cevap verilmeli?”

Depresyonun ve şu aralar popüler olan tükenmişlik sendromunun ne denli sık yaşanan sorunlar haline geldiğini gördüğümüzde bir yerlerde yanlış yaptığımızı düşünmeye başlıyoruz. Başarı=Mutluluk denkleminin gerçekçi olmadığını anladığımızdan beri eşitliği sağlayacak başka seçenekleri deniyor ama her seferinde biraz daha hayal kırıklığına uğruyoruz.

Tüketim çağının bize yazdığı reçeteler can sıkıntımızı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Hayatımızı adadığımız şeyleri elde ettiğimiz anda aslında bizi mutlu etmediklerini fark ediyoruz. Ve işin acı tarafı yeni dünya düzeninde bunların tek suçlusu da biziz. Bruckner, fazlaca anlam yüklediğimiz ve karmaşık hale getirdiğimiz mutluluk kavramının bizi baskı altına aldığını, bir parça da hayatımızı kararttığını söylüyor. Hatta “biz muhtemelen, insanları mutlu olmadığı için mutsuz eden ilk toplumları oluşturuyoruz.” diyerek işi bir adım ileriye götürüyor.

Durumumuz pek iç açıcı olmasa da tamamen ümitsiz de değil. Aslına bakarsanız okudukça sakinleştiğimi fark ettim. Nasıl olsa Bruckner'ın söylediği gibi “...varoluş,sonsuz olanaklar açısından bakıldığında hep fazla kısa ama bitmek bilmeyen bir zaman dilimidir. Geldiğinde hep kaçıracağımız ve geçtiği andan itibaren hep daha fazlasına ihtiyaç duyacağımız ek zaman ihtiyacımız vardır.” ki debelenmeyi bırakıp belki de en başta kabul etmemiz gereken de budur. Ama “Özellikle mutluluktan daha önemli olmak üzere yalnızca yaşama zevki, burada, yeryüzünde geçici, saçma bir macera içinde bulunma hazzı vardır.” ki bunu her nefes aldığımızda hatırlamamız gerekir. Ve bence “...yaşamı sadece mutlu olmak istemeyecek kadar çok seviyorum.” diyebilmek bu garip ve faydasız, varlığımızı değersizleştiren düzenden kurtulmak için iyi bir başlangıç olabilir. 


12 Ekim 2011 Çarşamba

Ben özelim, ben özelim, bana bak göreceksin çok özel birisiyim…



















Baudrillard, Tüketim Toplumunu 70’lerde yazmış. Peki şimdilerde durum nasıl diye merak ettiğimizde tam da bu mirasla yetişen biri çıkıyor karşımıza. 1971 doğumlu  Hal Niedzviecki “Ben Özelim” kitabıyla, Tüketim Toplumu'nda David Riesman’ dan aktarılan bir sözü, “Günümüzde en çok talep edilen şey ne bir makine, ne bir servet ne de bir eser  ama en çok kişiliktir” cümlesini birçok açıdan ve  yeniden yorumluyor. Kendini antikonformist olarak tanımlayan Niedzviecki, otuz birinci doğum gününde bunun pek de doğru olmadığını keşfediyor ve zor bir soruyla başlıyor kitabına; 

“Eğer isyankârlığım toplum tarafından onay görüyorsa, ailem tarafından teşvik ediliyorsa ve Hallmark kartpostallarında alkışlanıyorsa neye başkaldıracağım?”
“Ben Özelim” hayatın içinden verdiği düzinelerce örnekle bugünü anlamamız ve ne yaşadığımızı fark etmemiz için rehber niteliğinde bir kitap. Yazar, yeni konformizm olarak tanımladığı bireyselliğin gerçekte hiç de masum bir çağrı olmadığını ve popüler kültür araçlarıyla sürekli pompalanan  “Ben Özelim” felsefesinin ulaştığı  son noktayı anlatıyor kitabında.  Batıdan verdiği örnekleri okudukça bizde de durumun farklı olmadığı anlaşılıyor.

Niedzviecki, “kimlik yaratımı nerdeyse bir zorunluluk olmaya başladı. Bu rolü oynamayanlar başka bir çağa ait, eski moda olarak görülüyor.”  Ve “…ne kadar aykırı olursan başarı kupasıyla yani anında şöhretle ödüllendiriliyorsun.”  derken bunun sadece Amerika ya da Avrupa da değil tüm dünya da bir salgın haline geldiğini de ekliyor.  İşin aslı reality show kıvamında bir hayat yaşıyoruz. Medya ve bu tür programlar tarafından sürekli teşvik ediliyoruz. Seksen beş yaşındaki Canan nine ana haber bültenine çıkarak herkesin tanıdığı birine dönüşürken, sutyenli  fotograflarını  twitter da yayınlayanlarda aynı şekilde sohbet programlarında yer buluyor. Survivor yarışmasında sıradan insanlar, karakterlerini ortaya koyarak ünlüler arasına katılıyor. Birisi kameralar önünde çok yalnızım diye gözyaşı dökerken diğeri düz duvara tırmanarak kendini “kalabalıklardan” sıyırıyor. Niedzviecki’nin verdiği, bizdeki adıyla pop star yarışması örneğinin bu kadar benzemesi  (aslında bizdeki  yarışmacıların cevapları da kitaptakinin aynısıydı)  bile salgının boyutlarını gösteriyor.  “Kazanamasam da en azından kendi reklamımı yapmış oldum”  diyenler, tekrar deneyeceklerini çünkü bir şekilde ünlü olacaklarına, fark edileceklerine inandıklarını söyleyen bu insanların aynı hayali yüz binlerce kişiyle paylaşması ve buna aynı yoldan ulaşmaya çalışması, kendilerini özel hissetmelerine engel olmuyor.

Bankaların milyonlarca kişiye gönderdiği  “size özel kredi…” diye başlayan mesajlarına bile yansıyan “özel olma” hali tüm hücrelerimize işlemiş vaziyette. Özgüvenimizin tavana vurduğu, sevilmenin yolunun kendimizi sevmekten geçtiğini öğrendiğimizden beri eşsiz olduğuna inandığımız kişiliğimizi, özel olduğumuzun kanıtlarını,  bizi biz yaptığına inandıklarımızı yani yiyip içtiklerimizi, giydiklerimizi, hangi kafede oturduğumuzu, nasıl eğlendiğimizi, nerelerde gezdiğimizi sosyal paylaşım mecralarında göstererek,  özel insanlar olduğumuzu her gün tekrar  tekrar ispat ettiğimiz ve neredeyse şöhret olmanın kıyısında durduğumuza  inandığımız  bir zaman diliminde yaşıyoruz.  Ve yine tüm bunları hepimiz hissediyoruz ve yine özel olduğumuz inancımızdan vazgeçmiyoruz.  Her şey bize özelken, biz bu kadar özelken ve elimizde kendimizi tanıtmak için bunca fırsat varken neden bir köşede oturalım ki?

Kitapta, ben özelim fikrinin, yaşamımızın her alanına nasıl yerleştiğini  görüyoruz. “Tüketim Toplumunda” modanın etkisinden bahsetmiştim. Hal Niedzviecki  marka isimlerin artık revaçta olmadığını yazan New York Times’ı örnek gösteriyor ve “yeni konformistler alışveriş merkezlerine koşup yarı bireysel ürünlere para harcıyor. İstedikleri kişi olmalarını sağlayacak kıyafet ve aksesuar bakıyorlar. Özel olanı istiyorlar. Ama kendilerine bir görünüş satın almak dışında kendi kıyafetlerini yapmakla da çok ilgili değiller” diyor.

Çalışma hayatının bu akıma göre yeniden düzenlendiğine yakından tanık oluyoruz. Düzenli bir maaş, rahat bir iş ortamı gibi konular önemini yitirdi.Biz daha fazlasını istiyoruz. Şirketler çalışanı elde tutmak için yeni yöntemler deniyor, onların hobilerine yönelik eğitimler veriyor, iş yeri psikologları zorunlu hale geliyor, daha önce yüzünüze bile bakmayan yöneticiler her sabah nasıl olduğunuzu, bu aralar hangi kitabı okuduğunuzu, özel hayatınızın nasıl gittiğini sormaya başlıyor, doğum günü, yılbaşı partileri, cuma günleri içki servisleri artık bize de yabancı gelmiyor. Tüm amaç çalışanların kendilerini “fark edilmiş, tanınmış yani özel” hissetmelerini sağlamak.

Din kavramının değişmesi ve spiritüellikdeki artış da ben özelim felsefesinin etkisindeki alanlardan. Amerika ve Kanada da yaptığı görüşmelerden ilginç örnekler veriyor Hal Niedzviecki. Kiliseler yerine özel ibadet merkezlerinin revaçta olduğundan, internetten papazlık yetkisi alanlar tarafından düzenlenen evliliklerin arttığından, aroma terapi ve özsaygı sınıfları açılan kiliselerin ilgi çektiğinden, sinagogların reklam verip billboardlar astığından, bağış için kredi kartı kabul ettiğinden bahsediyor. “Kiliseler dini daha modern, daha arzu edilir hale getirmek için ünlü rock’n roll meraklısı haham gibi kalabalığı bir araya getirecek, yardım kâsesini dolduracak vaizler buluyor” diyor. Bu gösterinin diğer tarafında ise yazarın yeni gelenekçiler diye adlandırdığı gruplar var. Mesela rapçi olmak isterken Afganistan’a giderek Amerikalılara karşı Taliban’ın yanında yer alan John Walker Lindh bu akımın örneklerinden biri olarak anlatılıyor. Hal Niedzviecki’ye göre yeni gelenekçiler bireyselliğin “göreceliliğinden” kaçarak kim olduklarının belirlendiği gruplar içinde kimliklerini yaşamaya çalışıyorlar böylece “herkesin bireyselliğini ifade etme yolunun benzer olduğu bir çağda yeni gelenekçiler dikkat çekecekleri bir yol buluyorlar. Birbirleriyle tamamen aynı olmak…”.

Ama ne yazık ki popüler kültür, filmler ve kendini baştan yaratmanın, kendi  hikâyeni yazmanın mümkün olduğu fikriyle beslenen ben özelim felsefesinin tüm reçetelerine rağmen kendilerini yeterince gösterememiş milyonlar aynı hayalle yaşamaya devam ediyor görünüyor. Hal Niedzviecki, bunun nedenini her şeye rağmen “ sisteme girmenin mümkün olduğuna” inanılmasına bağlıyor. Ve böylece en sevdiğim konuya yani kişisel gelişim kitaplarına geliyoruz. Yazar, bu sistemin,  özsaygıyı “ tecrübe ettiğimiz tüm hataların kaynağı ve ilacı” diye pazarladığını, böylece hayatlarımızı yönetebileceğimize, hikâyemizi yeniden yazabileceğimize bizi inandırdığını söylüyor ki böylece biz  yaşadığımızı daha yoğun hissettirecek yollar aradıkça bu sisteme daha fazla çekiliyoruz.

“Özsaygı mantrasına inanırsak hatalarımızın kaynağının her zaman kendimiz olduğuna da inanırız. Ender gerçekleşen popüler kültür vaadine inanıp da hayatlarımızı mahvedersek ne olmaya çalışırsak çalışalım kendimizi aciz hisseder ve kendi hatam kendi kusurum deyip dururuz.”

Elimizin altındaki onca yardım kitabına karşın neden hala mutlu değiliz sorusu biraz kafa karıştırıcı. Ama Baudrillard ve  Hal Niedzviecki insanların kalabalıklar içinde giderek yalnızlaştığı konusunda da hem fikir görünüyor. Niedzviecki , 1999’da yapılan bir araştırmayı örnek gösteriyor ve Amerika' da, intiharın ölüm nedenleri arasında sekizinci sırada olduğunu sebebininse %90 oranında depresyon olduğunu, 2003 de yapılan bir araştırmada ise yine Amerika da otuz beş milyon kişinin depresyon nedeniyle ilaç tedavisi gördüğünü yazıyor. Çünkü “herkesin özel olduğu bir çağda ekstra yol kat etmek gerekiyor” ve eğer bu gerçekleşmezse  tek sebebinin siz olduğunuz umutsuzluk, bıkkınlık, iç sıkıntısı ve yorgunluk modern çağın hastalıkları haline geliyor. Sonuç olarak gelecek pek de parlak görünmüyor.

“Anlamamız lazım ve sadece ne istediğimizi yani en kötüsü ya da en iyisinden daha fazla bizi değil, istediğimizi neden istediğimizi anlamaya başlamamız lazım.”