reklam 1

gustave flaubert etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gustave flaubert etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2015 Salı

Duygusal Eğitim, Gustave Flaubert

     
                                                                               
                                                                                                   “Her akla gelen yazılmaz.”
                                                                                                                            Gustave Flaubert

Yine uzun bir ara ve yine Flaubert diyorum. Duygusal Eğitim, en basit yorumla, bir büyüme hikâyesi. Liseyi yeni bitirmiş, 18 yaşındaki Frederic Monreau' nun, 1848 devriminin hemen öncesinde, hukuk okumak için gittiği Paris' de, umutsuz bir aşkın peşinde koşturup bir de toplum hayatında kendine yer edinmeye çabalaması, romanın ana çizgisini oluşturuyor. Ama işte tam da böyle değil. Yani mesele bu kadar basit değil. Okuyalı epey zaman geçmesine rağmen bir türlü cesaretimi toplayıp bir iki şey yazamadım. Bunun birinci sebebi Flaubert'in gerçekçi romanın babası olmasından, ikincisiyse romanın edebiyat tarihindeki öneminden kaynaklanıyor. Ortada binlerce kez yorumlanmış, hakkında tezler, kitaplar yazılmış bir roman olunca haliyle insan birazcık çekiniyor.

4 Nisan 2014 Cuma

Bilirbilmezler, Gustave Flaubert

Orijinal adı Bouvard et Pécuchet olan roman, ilk basımından yüz on yıl sonra Tahsin Yücel'in çevirisiyle Can yayınlarından çıkmış. Flaubert bu romanı, daha önce bahsettiğim Yerleşik DüşüncelerSözlüğü ile birlikte yayımlamayı düşünüyormuş ama tam olarak bitirmeye ömrü yetmediğinden ölümünden sonra ikisi ayrı kitaplar halinde basılmış. Tahsin Yücel romana yazdığı önsözde, Bilirbilmezler'in izlerine, Flaubert'in ilk hikâyelerinde, hatta Bir Delinin Anıları, Duygusal Eğitim ve Madam Bovary'de bile rastlanabileceğini söylüyor.
“Ama Bilirbilmezler'in oluşumunun Flaubert'in bütün yazarlık yaşamını kaplamasının en belirgin ve en önemli sonucu onun duyarlığını, alaycılığını, umutsuzluğunu, en yalın, en doğru, en iyi biçimde yansıtan yapıt olmasıdır; bir başka deyişle Bilirbilmezler, Flaubert'in yapıtlarının en “flaubertce”sidir.””

Okuma fırsatı bulursanız muhtemelen ilk fark edeceğiniz şey yazarın böyle bir roman için müthiş bir hazırlık yapması gerektiği olacak. Üstelik 1874'de bilgiye erişimin şimdiki kadar kolay olmadığını da düşünürsek bu kitabı yazmanın güçlüğünü tahmin etmek bile zor. 

Roman orta yaşlarını geçmiş iki adamın bir yaz günü dinlenmek için aynı banka oturmalarıyla başlıyor. İkisi de yazıcılık işi yapan Bouvard ve Pécuchet'ın dostlukları farklı karakterlerine rağmen hızla ilerliyor. Bir süre sonra da Bouvard'a kalan mirasla hayallerini gerçekleştirme fırsatı yakalıyorlar. Şehirden ayrılıp satın aldıkları çiftliğe yerleşiyor, tarımla uğraşmaya başlıyorlar. Romanın yazımındaki güçlüğün nedeni de bundan sonra ortaya çıkıyor. Bouvard ve Pécuchet, sonu gelmez merak ve öğrenme azimleri ile ki biz buna maymun iştahlılık diyoruz, bir alandan diğerine atlarken, Flaubert'in bu romanı yazabilmek için tarım, kimya, tıp arkeoloji, tarih, edebiyat, kadınlar, yerbilim, felsefe, din, manyetizmacılık, siyaset, din ve daha birçok alanda derin bilgi sahibi olduğunu anlıyoruz ki bence bu Flaubert söz konusu olduğu için pek sürpriz sayılmaz.

Yazılışının üzerinden 134 yıl geçmesine rağmen herkesin kendinden bir şeyler bulacağına eminim.  Bouvard ve Pécuchet'nin, kafe açma, bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri kuran, yemek kurslarından şarap tadımına, salsa'dan tango'ya, pilatesten zumba'ya koştururken, iki ayda italyancayı halledip, fransızca kursuna başlayan bizlerden tek farkları çok daha derin ve anlamlı dertlerinin olması. Sonbaharda asma budamayla başlayan bahçecilik kariyerimi balkona taşıdığımı söylemiştim o yüzden çabaları çok tanıdık geldi. Aramızdaki yaş farkını saymazsak ordan burdan okuyup duyduklarıyla çifçilik yapmaya başlayan Bouvard ve Pécuchet'dan hiç farkım yok. Sadece bahçecilikle bitse iyi, ortak noktalarımızı anlatmaya kalksam sayfalar sürer.

Bilginin her türlüsünü eş değerli olarak görür, düzeysiz yapıtlarla gerçek araştırma ve düşünce ürünlerini aynı kefeye koyar, hatta daha çok düzeysiz yapıtlardan yararlanır, inançla bilgiyi, kuramla uygulamayı, gündelikle ülküseli birbirine karıştırır, bu kargaşa içinde, her şeyden önce beylik bilgilere, ucuz genellemelere bağlanarak sorunun özünü gözden kaçırır, konuların yüzeyinde çelişkiden çelişkiye sürüklenip dururlar.”

diyor Tahsin Yücel. Bu fikre pek katılamadığımı söylemek zorundayım. Bana kalırsa Flaubert'in kahramanlarının çabası ve yanılgıları ne kadar komik olursa olsun kullandıkları kaynaklar o gün ve hatta bugün için de gayet geçerli kaynaklar. Mesela felsefe için Descartes, Locke, Berkeley, Spinoza, Rousseau ve daha pek çoğunu okur, her konunun fazlaca derinlerine inerler. Bence Flaubert'in göstermeye çalıştığı daha baskın olan bir başka sorun var. Bouvard ve Pécuchet'ın öğrenme azimleri her defasında bir yere gelir takılır. Her konuda bilgi sahibi olmaya çalışsalar da bir gariplik vardır. Başlangıçta kitaplarda okuduklarının doğruluğundan emindirler. Ama uygulamaya geçtiklerinde durum değişir. Aynı konuları farklı uzmanlardan öğrenmeye çalışır, hiçbirinde aradıkları kesinliği bulamazlar. Teoriyle pratik çelişir, en popüler teoriler bir başkasıyla çürütülür. Sorunun kendi yetersizliklerinden kaynaklandığına inanıp daha derin araştırmalara girişirler. Ama bulabildikleri tek şey uzmanların hemen hiçbir konuda görüş birliğine varamadığı, kesin, çürütülemez ya da değişmez bilginin var olmadığıdır. Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ni okumaları çok eğlencelidir mesela;
“Sözleşmenin kanıtı nerede?”

“Hiçbir yerde! Topluluk güvence de vermiyor. Yurttaşlar yalnızca politikayla ilgileneceklerdir. Ama meslekler de gerekli olduğundan, Rousseau köleliği öneriyor. Bilimler insan türünü yıkmıştır. Tiyatro yoldan çıkarır, para ölümcüldür ve devlet ölüm tehdidiyle bir dini benimsetmelidir.”
Nasıl! Demokrasinin babası bu muymuş, dediler.”


Yine önsözde;
“Ama gerek bedensel görünüşleri, gerekse davranışlarıyla daha baştan gülünç olan bu iki kişinin bilgilenme çabalarında da gülünç olmaları biraz da bilgi kaynakları gülünç olduğu içindir. Örneğin doktor Vaucorbeil, Pécuchet'nin bir konuşmasını dinlerken onun delirdiğini sanır; oysa Pécuchet Berkeley'in düşüncelerini yinelemektedir.”

Tahsin Yücel'in Berkeley'i gülünç bulduğunu sanmıyorum. Flaubert de öğrenmeye çalışan kahramanlarını küçümsemiyor, belki biraz hayalcilikleriyle dalga geçiyor o kadar. Mesela ilahiyatla ilgilenirken kardinal olma hayali kurmalarıyla ya da iki yetim çocuğu himayelerine alıp eğitmeye çalıştıklarında olduğu gibi;
“Çok güzel bir düşleme daldılar: Öğrencilerinin eğitimini iyi sonuçlandırırlarsa, ileride anlığı düzeltmek, kişiliklere egemen olmak, yürekleri soylulaştırmak amacıyla bir kurum açacaklardı. Şimdiden katılım ödentilerinden ve büyük bir yapıdan söz etmeye başlamışlardı.”

Flaubert, Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'nde, Bir Delinin Anıları'nda, Bilirbilmezlerde ve aslında romanlarının çoğunda burjuva ahlakının önyargılarıyla savaşıyor. Çağının edebiyatını, bilimini, ahlak anlayışını, siyasi yapısını ama daha çok düşünce ve akıl yürütme biçimini nasıl gördüğünü anlatıyor. Tahsin Yücel'de, “ ... belirli düşünceleri, belirli inançları, belirli davranışları gülünç düşürmek” ister diyor. Flaubert'in Bilirbilmezler'i yazmaya hazırlandığı sıralarda, 'En sonunda hıncımı dile getirecek, kinimi kusacak, saframı dökecek, öfkemi fışkırtacak kızgınlığımı akıtacağım' demesi bundandır.” cümlelerini aktarıyor. Bir Delinin Anıları'ında da bu öfkenin erken yaşlardaki izlerine rastlarız. Hatta tam da Bilirbilmezler'in özetini buluruz;
Demek ki insanın etrafında sadece karanlıklar vardır;her şeyin içi boştur ve o sabit bir şey ister; bu devasa belirsizlikte kendi kendine yuvarlanır ve durmak ister; her şeye tutunur ve her şeyi eksiktir:Vatan, özgürlük, iman, Tanrı, erdem; bunların hepsini almıştır ve bütün bunlar elinden düşmüştür;kristal bir bardağı elinden düşüren ve sebep olduğu parçalara gülen bir deli gibidir.”

Bouvard ve Pécuchet'in komik hikayesinden bu yüzyılda bile, aslında özellikle bu yüzyılda öğreneceğimiz çok şey var.
“Ne düşündüğümü bilmek istiyor musun? dedi” Pécuchet. Kenterler azgın, işçiler kıskanç, papazlar aşağılık olduğuna, halk da burnu yemlikten çıkmamak koşuluyla bütün zorbaları bağrına bastığına göre, Napoléon çok iyi etti! Süngülesin, ayaklar altında çiğnesin, sürü sürü gebertsin! Doğruluk düşmanlığına, korkaklığına, laçkalığına, körlüğüne az bile !”
Bouvard, “İlerlemeymiş, amma da palavra! diye düşünüyordu. Sonra ekledi: “Politika tam bir pislik.”

29 Ekim 2013 Salı

Üç Hikâye, Gustave Flaubert


Topladıktan sonra boşa gitmesinler diyerek üzümle yapılabilecek ne varsa yapmaya çalışıyoruz o yüzden epey yoğun geçiyor. Toprakla birazcık uğraşı bile hayatı boyunca bu işleri yapanlara borçlu olduğumuzu, marketten üç- beş liraya aldığımız her şeyin arkasındaki emeğin ve tabi ki toprağın değerini de anlamaya yetiyor. Kısacası çok yoruldum :) Ama işler henüz bitmedi.


Tabi ki kitaplarda bitmiyor. Julian Barnes'ın, Flaubert'in Papağanı romanına konu olan Saf Bir Kalp ya da İletişim yayınlarından çıkan Üç Hikâye içinde yer alan adıyla Basit Bir Yürek hikâyesini okumamak olmazdı. Kitaptaki diğer iki hikâye yani Konuksever Aziz Julien Efsanesi ve Herodias, Madam Bovary'den tanıdığımız Flaubert'den oldukça farklı bir çizgide. Dini temalar ön planda ve dil de masal-efsane tadında. Bu hikâyeler birçok eleştirmen tarafından yazarın en iyi eserleri sayılıyor.


Basit Bir Yürek, yine mistik bir hava taşısa da dil açısından diğerlerinden biraz farklı. Hayatını önce nişanlısına, sonrasında ise çalıştığı evin hanımına, bakımını üstlendiği çocuklara, yeğenine, hasta bir adama ve sonunda bir papağana adayan, oldukça saf, eğitimsiz ve fakir bir hizmetçi olan Felicite'yi anlatıyor. Sevdikleri birer birer hayatından çıkarken Felicite, ne kadar üzülse de her seferinde başka birine bağlanarak kendini avutur. Ta ki Papağan Loulou'nun ölümüne kadar. Ölen dostunu doldurtan Felicite, Kutsal Ruh tasvirinin yanına yerleştirdiği papağanda ilahi izler görmeye başlar.


Benzetmek ne kadar doğru bilemiyorum ama Flaubert'in hikâyesinin tarzı bana bir parça Nabokov'un romanlarını hatırlattı. (Bu arada Nabokov'un, Madam Bovary ve dolayısıyla Flaubert'den de bahsettiği edebiyat derslerini sahaflardan bulmuştum. Yeni baskısı yapılırsa kaçırmayın derim) Flaubert, Felicite'nin acıklı halini öyle sıradan bir şeymiş gibi anlatıyor ki hiçbir duygu uyandırmıyor. Hadi ben duygusuzum diyeceğim ama bu daha çok soğuk karakterler yarattığı söylenen Nabokov'un da kullandığı teknikle ilgili bir durum sanırım. Julian Barnes'da romanında Basit Bir Yürek hakkında şöyle söylüyor;
Anlatım tonundaki denetim temel bir önem taşıyor. Gülünç bir adı olan, beceriksizce doldurulmuş bir kuşun sonunda Teslis'deki üç unsurdan birinin yerine geçtiği ve yazarın ne hiciv, ne duygusallık ne de kutsal şeylere sövgü niyetiyle girişmiş olduğu bir öyküyü yazmanın teknik güçlüğünü bir düşünün. Ayrıca böyle bir öykünün aşağılayıcı ya da gözü yaşlı gösterilmeksizin, cahil bir yaşlı kadının görüş açısından anlatılabilmesini düşünün. Ama öte yandan, Saf Bir Kalp'in yazılmasındaki amaç tamamen başka noktadadır: Papağan Flaubert'e özgü grotesk unsurun yetkin ve denetimli bir anlatımla ortaya konmuş örneğidir.”

İletişim Yayınlarının baskısında Üç Hikâye'nin önsözünü yazan Michel Tournier'de ;
Flaubert'in önceki eserlerine hakim olan mutlak karamsarlığın aksine, Üç Hikaye'de okuyucunun karşısına çıkan umut kırıntıları kuşkusuz çok daha ilham vericidir. Ancak iyimserlikten bahsetmeye olanak tanımayan bir umuttur söz konusu olan; ve umut kavramının saf ve yüzeysel içeriğinden sıyrılması -ki bizim de vurgulayacağımız nokta budur-”mutlu son”lara daha az rastlanmasını beraberinde getirir.” diyor.
Yine Julian Barnes, Flaubert'in Papağanı romanında;
(...)Sartrecılar ikinci seçeneği yeğliyorlar. Onlar için Loulou'nun işittiği cümleleri yinelemekten başka bir şey yapamamasına sebep olan yeteneksizliği romancının kendi başarısızlığının dolaylı bir itirafıdır. Papağan/yazar dili çaresizce, alınan, taklit edilen ve devinimsiz bir şey olarak kabul etmektedir. Sartre'ın kendisi Flaubert'i edilgin olmakla, insanın konuşan değil de konuşulan biri olduğuna -on est parlé- inanmakla (ya da bu inançla gizli bir anlaşma kurmakla) suçlanmıştır.” der.

Gördüğünüz gibi, Üç Hikâye ve özellikle Basit Bir Yürek oldukça yoruma açık anlatılar. Bense, bir edebiyat insanı olmadığımdan sadece Flaubert'in yazın yaşamı boyunca aramaktan vazgeçmediği teknik mükemmelliği bu hikâyelerle yakaladığını düşündüğümü söyleyebilirim. O yüzden Julian Barnes'ın hayat ve edebiyat dersleri içeren romanı Flaubert'in Papağanı'nı okursanız Üç Hikâye'yi de unutmayın derim.



24 Ekim 2013 Perşembe

Yerleşik Düşünceler Sözlüğü, Gustave Flaubert


Döner dönmez soğuklarla karşılaşınca fark ettim ki sonbaharda tatil yapmanın en kötü tarafı bütün bronzlaşma çabalarınızın boşa gitmesiymiş. Gerçi çok renk değiştirebilen biri değilim ama yine de bir etek olsun, şort olsun, hadi hepsinden geçtim kısa kollu tshirt olsun giyebilseydim bari. Ama ne gezer, hava olmuş 10 derece. Herkes kabanla, montla dolaşıyor. Ben de üstümde incecik bir yağmurlukla kalakaldığımdan etekten falan geçtim, valizde ne bulursam üst üste giyip ısınmaya çalışıyorum. İstanbul'a dönene kadar bronzluk falan da kalmaz zaten. Bu arada söylemeyi unuttum. Artık size iç anadolu bölgemizin şirin bir ilçesinden sesleniyorum. Klasik bir laf edeyim. Havası soğuk falan ama insanın memleketi gibisi de yok.


Bu yıl tembellik edip tatili uzattığımız için bağ bozumu olayı epey gecikti. Aslında üzüm bulacağımızdan da pek emin değildik ama bir kısmı arıların işgaline uğramış, birazı yağmurdan işe yaramaz hale gelmiş olsa da kalanı bize fazlasıyla yetti. Hatta üç gündür üzüm toplamaktan helak oldum desem yeridir.


Kendimi üzümlere adamışken blogumu da ihmal etmemeye çalışıyorum. Sırada Flaubert'in Yerleşik Düşünceler Sözlüğü var. Aslında uzun bir sürede oluşturduğu sözlüğü Bouvard ile Pécuchet isimli son romanına ek olarak düşüyormuş ama roman ölümüyle yarım kalmış. Bizde İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'ne, Flaubert merakıyla bilinen Julian Barnes tarafından yazılmış önsöz de eklenmiş, gayet de hoş olmuş. Ben de Barnes'ın Flaubert'in Papağanı romanını okuduktan sonra almıştım sözlüğü. Romanda, anlatıcı Geoffrey Braithwaith sözlük için;

Flaubert'in sözlüğü, ironi konusunda bir kurs niteliği taşır: Flaubert'in ironiyi, bir maddeden ötekine, tıpkı Manş'ın resmini yapan ve gökyüzünü yeni boya katmanlarıyla koyulaştıran bir ressam gibi farklı yoğunluklarda uyguladığını görürsünüz.” diyordu.


Klişelerden ve basmakalıp düşüncelerden nefret eden Flaubert'in 1850'lerde tasarladığı sözlükten birkaç madde: 
Şaraplar; Erkekler arasında sohbet konusu-Doktorların önerdiğine göre, en iyisi Bordeaux [Bordo] şarabı. Şarap ne kadar kötüyse o kadar doğaldır.”

Gotik:İnsanı öbür üsluplara göre dine daha çok yönlendiren mimarlık üslubu.

Gazeteler:İnsan gazetelerden vazgeçmemeli.- Ama şiddetle de karşı çıkmalı onlara.

Edebiyat: Aylakların uğraşı.

Evrak Çantası: Koltuğunun altında bir evrak çantası taşımak insana bakan havası verir.

Canavarlar: Artık canavarlara rastlanmıyor.

Centilmen: Artık centilmen kalmadı.

Çatı: Bu sözcüğü resmi konuşmalarda kullanmalı:”Beyler bu çatı altında”. -Bir söylev verirken iyi etki bırakır.

Borsa: Kamuoyunun termometresi

Bellek: İnsan kendi belleğinden yakınmalı, hatta belleksiz olmasıyla böbürlenmeli.- Ama biri de çıkıp size düşünme yetiniz yok derse, o zaman bağırıp çağırmalısınız.

Bencillik: İnsan başkalarının bencilliğinden yakınmalı, kendi bencilliğinin farkına bile varmamalı.

Ahmaklar:Bizim gibi düşünmeyenler.


21 Ekim 2013 Pazartesi

Flaubert'in Papağanı, Julian Barnes

     

  “Ben, gününü büyük Güzellik güneşi altında ısınarak geçiren bir edebiyat kertenkelesinden başka bir şey değilim. Hepsi bu.” Gustave Flaubert

İşte bu haftamı özetleyen cümle! Güneşin son kırıntılarını bünyemde toplarken bir edebiyat kertenkelesi gibi iyi edebiyatın -aslında çok iyi edebiyatın- keyfini çıkardım ve Flaubert'in Papağanı'nı ikinci kez okudum. Flaubert'i pek sevdiğimi daha önce söylemiştim. Bir de onu, Julian Barnes'dan okumak -tabi ki Serdar Rifat Kırkoğlu'nun çevirisi ile- çok, çok keyifliydi.

Flaubert'in, Saf Bir Kalp hikâyesini yazarken model olarak kullandığı papağanın orijinalini bulmaya çalışan, amatör Flaubert araştırmacısı ve emekli doktor Geoffrey Braithwaite'ın anlatısı olan roman, Flaubert, edebiyat, hayat, gerçeklik, aşk ekseninde ilerlerken doktorun ve ölen karısı Ellen'in hikâyesiyle de zaman zaman kesişiyor. Peki kimdir Flaubert?

Flaubert, Gustave; Croisset'in münzevisi. İlk modern romancı. Gerçekçiliğin babası. Romantizmin kasabı. Balzac'ı Joyce'a bağlayan dubalı köprü. Proust'un habercisi. İnindeki ayı. Burjuvalardan korkan burjuva. Mısır'da “Bıyığın babası”. Aziz Polykarpos; Cruchard;Quarafon; le Vicaire-Generale (Piskopos naibi); Binbaşı; Yaşlı Senyör; Salonların budalası.”

    Bu romandan sonra bir kez daha anladım ki gerçek sanat tesadüfen ortaya çıkmıyor. Onları yaratanlar hakikaten çok özel insanlar ve Flaubert'de edebiyatın, hatta uygarlığın başına gelen en güzel şeylerden biri.

    İnsanlık mükemmelleştikçe, insanın değeri azalıyor. Her şey yalnızca ekonomik çıkarların karşılıklı olarak dengelenmesine indirgendiğinde, erdeme yer kalacak mı? Doğa böylesine köleleştirilip de tüm özgün biçimlerini yitirdiğinde bu durum plastik sanatları nereye götürecek? Ve bunun gibi şeyler. Bu arada işler iyice karanlıklaşacak.”
    Ben, kendi sanat idealimde, insanın kendisini göstermemesi gerektiğini ve sanatçının yapıtında, Tanrı'nın doğada göründüğünden daha fazla görünmemesi gerektiğini düşünüyorum. İnsan hiçbir şey, yapıt her şeydir!”

    Şarabı, aşkı, kadınları ve zaferi ancak bir ayyaş, bir aşık, bir koca ya da ordu saflarında bir er olmamanız koşuluyla betimleyebilirsiniz. Yaşama katılırsanız, onu açıkça göremezsiniz: Ya ondan çok ıstırap duyarsınız ya da çok zevk alırsınız.”

          16 Nisan 2010 Cuma

          Bir Delinin Anıları, Gustave Flaubert


          On yedi yaşında bir gencin anılarından ne beklenir? Yazarı Flaubert olunca elbette pek çok şey. Klasik bir roman sayılmaz “Bir delinin anıları”, biraz düşünceler, biraz yorumlar, anılar ve çağının gidişatına dair eleştiriler var içinde.

          Şimdi saçmalayarak kendimi oyalamam gerekiyor. Flaubert hakkında yazmanın zor yanı onun romanlarından bahsetmekten çok her cümlesini yeniden yeniden yazmak, yazarken onların tınısını tekrar duymak üzerlerinde tekrar düşünmek istemem. Korkuyorum çünkü bir kere yazmaya başlarsam biliyorum arkası gelecek ve bütün kitabı buraya alıntılayıvereceğim. Nietzsche, doğmadan altı yıl önce yazmış Flaubert “Bir delinin anıları” nı. Roman yazmaya karar vermeseymiş, Nietzsche’nin tahtında bugün Flaubert’i görmemiz hiç de sürpriz olmazmış. Gerçi öyle bir durumda onun yerinde oturacak başka biri çıkarmıymış çok emin değilim.

          (saçmalamaya devam...) Süslü, tumturaklı laflara, beş kez okusamda bir anlam çıkartamadığım cümlelere romanlarda sık sık rastlarım. Ahenkli ama boşturlar hatta çoğu zaman bir mana vermeye çalışmaktan yorgun düşer o satırları atlarım. Galiba bazıları, şimdi benim yaptığıma benzer şekilde sayfayı doldurmaya çalışırken söyleyecek bir şey bulamadıklarını saklayabilmek için ya da söylemek istediklerini nasıl ifade edeceklerini bilemediklerinden lafı dolandırır dururlar. Düşünce sahibi olmak yazın insanı olmanın birinci koşulu olmalı. Bir iki karakter yaratıp onları belli kalıplar içinde birbirleriyle çarpıştırırken, araya birkaç şık ama fikirsiz, kerameti kendinden menkul, ucu bir yerlere dokunmayan cümleler eklemek ve buna roman demek okuyucuyu yani beni kendimden şüpheye düşürmek büyük haksızlık oluyor. Her kim bir fikrim var diyorsa açık açık yazmalı ama ya roman olmalı bunlar ya da şiir. İkisi birbirine karışmamalı. Ne bileyim romanın içine şiir yakışmıyor sanki.

          Flaubert hem fikir hem cümle sahibi yazarlardandır. Cümlelerini oluşturan her kelimenin tınısı diğerleriyle uyumludur özenle seçilmiş gibidir. Yüksek sesle okuduğunuzda kulağınızı tırmalayan tek kelimeye rastlamazsınız. Malesef çeviri hataları da bu yüzden çok göze batar. Cümleleri ahenklidir ama romanın içine eklenmiş şiirler gibi, duygusal bir yazarın arada bir coşup taşmaları gibi değildir. Hepsinin hedefi bellidir, içleri öyle doludur ki takılıp kalırsınız. Kırk yıl düşünsem bunu böyle anlatamam dersiniz. Her satırda, yazarın, özen, dikkat, emek ve zekasının izleri görülür. Romanlarının karakterleri ve kurgusu üstüne de sayfalarca konuşulabilir, cümlelerindeki özen kurguda da kendini gösterir. Karakterleri, bu çok katlı yapının içinde bir birleşir bir ayrılırlar. İşte böyle severim kendisini.

          Flaubert’in ilk romanını da aynı beklentiyle okudum. Bir iki yerde kendisini tekrar etmiş olsa da anlatıda olgun Flaubert’in cümlelerinin izini sürmek mümkün ama benim için ilk romanı okumanın getirisi, onun insanlık kavramını çözümleyiş biçimini ve diğer romanlarındaki karakterleri oluştururken bu çözümlemeleri nasıl kullandığını keşfetmenin verdiği zevk oldu. Her roman yazarının derdi vardır insanla, en azından ben öyle umuyorum ama Flaubert tek tek insan örneklerini değil insanlığı eritir karakterlerinin içinde, yumurtayı, şekeri, unu karıştırır sonra onu istediği kalıba döker, bu bazen Emma olur bazen Frédéric ama aslında birbirine benzerdirler çünkü her ikisi de insanlıktan nasibini almıştır.

          “Demek ki insanın etrafında sadece karanlıklar vardır;her şeyin içi boştur ve o sabit bir şey ister; bu devasa belirsizlikte kendi kendine yuvarlanır ve durmak ister; her şeye tutunur ve her şeyi eksiktir:Vatan, özgürlük, iman, Tanrı, erdem; bunların hepsini almıştır ve bütün bunlar elinden düşmüştür;kristal bir bardağı elinden düşüren ve sebep olduğu parçalara gülen bir deli gibidir.”