reklam 1

siren yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siren yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Kaplanın Karısı; Téa Obreht


Kaplanın Karısı, Tèa Obreht

Téa Obreht, 25 yaşında yayımlanan romanı Kaplanın Karısı'yla 2011'de New Yorker dergisinin 40 yaşın altındaki en iyi yazarlar seçkisine girmiş ve aynı yıl Orange ve Page des Libraries ödülünü almış. Belgrad doğumlu yazar, savaş sırasında ailesiyle birlikte Kıbrıs ve Mısır'a ardından da Amerika'ya yerleşmiş. 

Bir ilk roman olan Kaplanın Karısı, Yugoslavya'yı bölen savaş ile Balkan topraklarına sinmiş gizemli hikayeleri, gelenek ve efsaneleri iç içe geçen bir kurguyla anlatıyor. Savaş sırasında çocuk olan Natalia, her şey bittikten sonra idealist bir doktor olarak gittiği sınırın öteki tarafında, büyükbabasının ölüm haberini alıyor ve ondan kalan birkaç parça eşyayı bulup evine geri götürmek için artık yabancısı sayıldığı topraklarda anılar, efsaneler ve yıkımdan geriye kalanlar arasında bir yolculuğa çıkıyor. Çocukluk ve ilk gençlik yılları nispeten güvenli bir şehirde geçse de alıştığı yaşantısının nasıl değiştiğini, savaşın gölgesindeki hayatını, bunların nasıl yavaş yavaş kaybolduğunu, büyükbabasını, Ölmez Adam Gavran Gailè, Şifacı, Mora, Ayı Darisa ve tabi ki Kaplanın Karısı'yla bunları birbirine bağlayan tüm diğer hikayeleri Balkanların büyülü atmosferi eşliğinde anlatıyor.

Tıpkı romanın kahramanı Natalia gibi, Müslüman bir büyükanne ve Hıristiyan bir büyükbabanın yanında yetişen yazar, her ne kadar savaş sırasında ülkede olmasa da, savaşın etkilerini, kayıp ve parçalanmışlık duygusunu, farklı dinlere inansalar da birlikte aynı topraklarda yaşayan, aynı kaderi paylaşan, evlenen, aile olan, aynı sofraya oturan insanların böylesine şiddetli bir şekilde kopuşunun ardından her şeyin nasıl değiştiğini, savaş, yıkım ve kayıplar karşısındaki çaresizliği hissettirmeyi başarıyor. Özellikle Sarobor'da, bombalar atılmadan hemen önce, büyükbabanın Ölmez Adam'la yeniden karşılaştığı geceyi anlattığı sahnede;
“Sarobor'a girdim ki el ayak çekilmiş. Gece oluyordu.Türk mahallesinde, bizimkilerin Marhan vadisindeki fabrikayı top ateşine tuttuğunu duyabiliyor, tepenin üzerindeki ışıkları görebiliyordum. Bir sonraki adımın ne olacağı belliydi, neyin geldiği biliniyordu. Herkes biliyordu, bu yüzden dışarda kimseler yoktu, pencelerde hiç ışık yoktu. Yemek kokusu vardı; insanlar karanlıkta oturmuş yemek yiyorlardı. Öyle dolu dolu bir akşam yemeği kokusuydu ki, bana her şeyin sonuna gelindiğinde duyulan mantıksız arzuları düşündürdü – kuşatma söz konusu olursa diye yiyecek ayırmak yerine, nehir boyunca dizilmiş evlerinde ziyafet çekiyorlardı; gaz lambaları, patatesleri ve yoğurtları vardı masalarında. Nane ve zeytin kokuları alıyordum; arada bir pencerelerin önünden geçerken kızartma sesleri duyabiliyordum. Sarobor'da yaşadığımız zamanlarda, dışarıdaki büyük söğüt ağacına bakan pencerenin önünde büyükannenin yemek yapışını hatırlatıyordu.” (sf. 301)

Canlı betimlemeleri, usta işi kurgusu, samimi anlatımı ve birbirinden ilginç hikayeleriyle Kaplanın Karısı, şöyle bir süreliğine buralardan uzaklaşmak istediğinizde iyi gelecek romanlardan. 

(romandan bir yemek denemek isterseniz;Tavuk Paprikash

30 Ekim 2011 Pazar

Pes ettim bırakıyorum …


















Yaklaşık üç aydır gittiğim her yere benimle gelen, çantamın nerdeyse ayrılmaz bir parçası olan Dave Eggers’ın Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser adlı romanını 307. sayfasında bırakma kararı aldığımı yani böyle bir karar almaya mecbur kaldığımı söylemek istedim. İyi olmadığı için değil.  Aksine  içerik yönünden çok güçlü,  eğlenceli,  hüzünlü, şaşırtıcı, duygusal. Hatta son okuduğum bölüme bayıldım desem abartmış olmam.  Reality Show’a katılmak için görüşme yaptığı kısım, sorulara verdiği cevaplar, yaptığı çıkarımlar çok ama çok eğlenceliydi  gerçi üç aydır okumaya çalıştığım için ilk bölümleri pek hatırlamıyorum ama eminim o kısımlarda çok iyiydi.

Eleştirmenler romanı, Salinger’ın Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ına benzetmişler ki birinci tekilden konuşan anlatıcısıyla kesinlikle benziyor. Ama aralarında küçük farklar var. Salinger’in romanı Eggers’ın eserinin en fazla üçte biri kadar. Salinger, Holden’ın  yaşamındaki kısacık bir süreyi anlatıyor, Eggers’sa sonsuza kadar gidecek gibi görünen bir zaman içinde yaşanan çeşitli maceralar şeklinde yaymış hikâyeyi.  Sonra Holden’da çok zekice çıkarımlar yapıyordu ama Eggers’ın romanındaki kadar boğucu yoğunlukta değildi.  

Birini düşünün şöyle tepenizde dikilmiş, sürekli ama sürekli hiç durmadan konuşan birini. Mesela telefonda konuşuyor olsun. Siz kapatsanız bile her telefon çalışında aynı ses tonuyla ve aynı hızda konuşan kişinin karşı tarafta beklediğini biliyor olun. Ahizeyi kaldırdığınızda her şeyin yeniden aynı yoğunlukla  başladığı bir monolog.  Bir süre dinlemeyin, arada başka şeyler düşünün sonra herhangi bir yerinden dinlemeye devam edin, değişen hiçbir şey yok. Tamam konu farklı ama ses aynı, vurgular aynı, nefes almadan konuşan da aynı kişi. Üstelik bu insan üniversite bitirmiş 25 yaşlarında ama yeniyetme Holden’la aynı dili kullanıyor ve ona benzer bir düşünce düzleminde yaşıyor.  Kayıp genç neslin zeki ve duyarlı temsilcisi, idealist ama çoğu konuda cahil, kendince çok özel, farklı, yetenekli, yaratıcı  yani  kendisiyle aynı biçimde düşünen, aynı şeyleri isteyen, hayal eden milyonlarca gençten biri. Tek farkı onun roman karakteri olması ve 542 sayfa boyunca onu dinlemek zorunda olmanız. 

Söylemiştim aslında ama gerçekten çok keyifli bir roman tabi sabırlıysanız, kitabın kapağını her açtığınızda çocuğun kelimeleri makinalı tüfekten çıkan mermiler gibi kafanıza atmasından korkmuyorsanız. Çünkü Eggers'ın romanı edebiyattan çok bir fikir fışkırmasına benziyor ki ilk kez bir romanı okumaktan değil okuyamamaktan çok yoruldum ve sonunda pes ettim. Belki bir gün kaldığım yerden devam ederim ama şimdilik benden bu kadar.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Etgar Keret

Etgar Keret’in Siren Yayınlarından çıkan kitabı, sonuncusu hariç iki-üç sayfalık kısa hikâyelerden oluşuyor. Tanrı olmak isteyen otobüs şoförü, sergilendiği müzeden annesinin rahmini almaya çalışan adam, Özbekistandaki bir delikten çıkıp alışveriş yapan cehennem sakinleri, porselen domuzcuk kumbarasında para biriktiren çocuk, trapezci olmak isteyen bir başkası, yetenek toplayıcısı iblis, sevgisini kanıtlamaya çalışan kadın, bir kiralık katil, Mossad şefinin oğlu, sürekli sınıf arkadaşıyla karşılaştırılan bir adam, sadece intihar edenlerin gittiği dünyada sevgilisini arayan biri, merhametsiz İbrani Tanrısı ve icat ettiği borular sistemiyle ulaştığı cennetten iskambil kağıdı siparişi veren adam ... hikâyelerden bazılarının konusu.  

Bu enteresan içeriğe rağmen, kitabın arkasında yer alan, New York Times’ın –... Kahkahalarla güldürüyor- yorumuna katıldığımı pek söyleyemem. Belki İsraille ilgili bilgim yetersiz olduğundan, belki yetersiz espri anlayışım ya da dil farkı yüzünden bilmiyorum ama kahkahalarla gülme beklentisi bu kitabı almak için son neden olmalı diye düşünüyorum. En azından okuduktan sonra benim için böyle oldu.
 
Hikâyelerin büyük bölümü, normal şartlar altında fena halde iç sıkıcı görünen ölüm, intihar ve öteki dünya üzerine. Normalde diyorum çünkü bu temalar Etgar Keret’in şaşırtıcı bakış açısıyla farklı bir boyut kazanıyor. Ön kabullerimiz,  onun oluşturduğu evrene göre çok da absürd diyemeyeceğimiz durumlarla yer değiştirirken, kendimizden emin, güvenle yaşadığımız dünya algımız  üzerinde yaptığı birkaç değişiklikle hem tanıdık hem de yabancı bir evren yaratıyor. Bildiğimiz dünyayı, bilmediğimiz, en azından şimdilik yabancısı olduğumuz dünyayı tanıdık bir biçimde anlatıyor. Gündelik hayatı konu ettiği İsrail’le ilgili hikâyelerinde ise olaylardan çok ironik bir yaklaşımla onları yorumlayışı, ters köşeye yatırıyor okuyucuyu. İki sayfalık hikâyeleriyle romanlara yakışan karakterler yaratıyor.  

1967 Tel Aviv doğumlu Etgar Keret,  ülkesinin popüler yazarlarındanmış. The New York Times, Le Monde, The Guardian gibi önemli gazetelerde hikâye ve makaleleri yayınlanıyormuş. Yaratıcı yazarlık atölyeleri de düzenleyen Keret’in  kitapları yirmi dokuz dile çevrilmiş. Aralarında Wristcutters, Jellyfish  ve animasyon olarak çekilen $ 9.99  bulunduğu otuzdan fazla hikâyesi kısa film olarak sinemaya uyarlanmış. Türkçede ise Nimrod Çıldırışları ve Gazze Blues adıyla iki kitabı yayımlanmış. 

“Cennet’in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. Bana buraya kendini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinden hoşnut kalmamaları ikinci seferde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. Hepsi değişik yollardan gelmişler Cennet’e....” 

İlgilenenler için not:  Etgar Keret  şu sıralarda İTEF (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) dolayısıyla ülkemizde ve kısa filmi Wristcutters pazar günü (31 Ekim) saat 15:00 da Kargart’da gösterilecek.  Aynı gün, aynı yerde saat 19:00 da Hakan Günday ve Georgi Gospodinov’la bir söyleşiye katılacak. 

17 Mart 2010 Çarşamba

Her Şey Aydınlandı Jonathan Safran Foer


Yığınla tecrübeden sonra kitap seçimi benim için gizemli bir olaya dönüştü
öyle ki artık benim kitapları değil kitapların beni seçtiğini düşünmeye başladım. Demek ki aslında okumam gereken buymuş deyip kaderime razı, belirli bir romanı almak için girdiğim kitabevinden hiç alakası olmayan bir başkasıyla çıktığımdan, listemi azaltma konusunda bir arpa boyu yol alamıyorum.

Geçenlerde annemin istediği kitabı alıp sağıma soluma bakmadan kitabevinden başarıyla çıktığım için laneti yendiğimi düşünüp kendi kendimi kutlayarak eve döndüğümde gururla uzattığım poşet açılıp içinden çıkan kitabın yarısının Fransızca olduğu anlaşılınca farkettim ki sipariş bile olsa kendi isteği dışında bir kitabı eve getirmem imkânsız.

Utana sıkıla değiştirmek için geri götürdüm. Amacım her ne kadar yeni kitabı anneme beğendirmek de olsa artık laneti kabullenmiş, üç saat uğraşsam bile seçimin bana değil onlara yani kitaplara ait olduğunu anlamış biri olarak, kasadaki arkadaşı da yormamak için fiyatı aynı olan ve kapağını beğendiğim bir romanı çok düşünmeden alıverdim.

Uzun zamandan sonra, henüz hayatta olan bir yazarın kitabı çantamdaydı ve dayanamayıp eve dönene kadar üç bölümünü bitirdiğimden ilk okuma hakkını da kendi kendime verdim. Kediyi merak öldürürmüş, ben de romanı bitirdikten sonra bir süre kendime gelemedim. Hikâyesi, kurgusu, karakterleri ve aktarımında çevirmenin büyük katkısı olduğunu düşündüğüm dili, ayrı ayrı takdir edilesi bir roman Her Şey Aydınlandı.