reklam 1

can yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
can yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Galapagos, Kurt Vonnegut


  “Doğanın ne kadar azla yetindiğini görmek harikulade bir şeydir.” Michel Eyquem De Montaigne (1533-1592)


Kurt Vonnegut'un romanları, dönme dolaba baş aşağı binmek gibi, yani hiç denemedim tabii ama ilk aklıma gelen böyle bir şey. Ayrıca sıcak, içten, uçarı, heyecanlı, ironik ve her şeye rağmen merhametliler. Mezbaha No:5 savaş hakkında okuduğum en etkileyici romandı. Galapagos ise gelecekte -ki işaretlere göre bu pek de uzak olmayabilir- yaşamamız muhtemel, tersine evrimin şahane bir öngörüsü.

Burada eski dostum Schopenhauer'ı anmadan geçemem. O, hayatın bize sunduğu şeyin, ıstırap ve can sıkıntısı arasındaki “az veya çok şiddetli” bir salınım olduğunu, hatta “birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştıracağını” söylüyordu. İyi haberse Kurt Vonnegut'dan geliyor. Tüm sorunlarımızın, “kısıtlanmaya da boş bırakılmaya da” dayanamayan “aşırı büyük beyinlerimizden” kaynaklandığını iddia eden yazar, bir milyon yıl sonra nihayet huzura ereceğimizin müjdesini veriyor.

Şöyle oluyor;

Darwin'le birlikte anılan Galapagos adalarına yapılacak doğa gezisinin hareket noktası, Ekvador ülkesinin en büyük limanı Guayaquil' de başlıyor hikayemiz. Bu yolculuk için özel olarak yapılan Bahia de Darwin gemisi hemen hepsi ünlü şahsiyetlerden oluşan yolcularını beklerken ortalık karışıyor. Ekvador, Kolombiya ve Peru iflas ediyor. Ülkeler birbirine savaş açıyor. Kıtlık ve ekonomik kriz bir anda dünyayı sarıyor.

Meksika, Şili, Brezilya ve Arjantin de aynı şekilde iflas etmişti.  Endonezya, Filipinler, Pakistan, Hindistan, Tayland, İtalya, İrlanda, Belçika ve Türkiye'de öyle.”

Durum böyleyken “Asrın doğa gezisi”nin iptal edildiği, Jacqueline Kennedy, Rudolf Nurayev, Mick Jagger, Paloma Picasso vs. vs. gibi davetlilere haber veriliyor. Ama o kadar da ünlü olmayan ve halihazırda şehre gelmiş bir biyoloji öğretmeni, bir dolandırıcı, Japon bilgisayar dehası ve hamile karısı, geminin görünüşteki kaptanı, bir yatırımcı, kızı ve onun köpeğinden oluşan küçük grup kendilerini bu kargaşanın tam ortasında buluyor. Tabii bu küçük gruba bir anda dahil olan altı Kanka-bono kızını da unutmamak gerek.

Tepelerine bombalar düşmeye başlayan kahramanlarımızdan bir kısmı, tamamen yağmalanmış, pusulasız ve telsizsiz bırakılmış gemiye binmeyi başarıyor. Amaçları bir an önce tehlikeden uzaklaşıp en yakın adadan yiyecek aldıktan sonra kendi ülkelerine dönebilmek olsa da bir süre başıboş dolaşan gemileri bir ada kıyısında karaya oturup kımıldamamakta ısrar edince kurtarılmayı beklemekten başka çareleri kalmıyor. Ama hem gemilerinin bir Peru savaş uçağı tarafından yok edildiği sanıldığından hem de Frankfurt kitap fuarında ortaya çıkan bir virüs hızla yayılarak insan türünün sonunu getirmek üzere harekete geçtiğinden, kimse onları bulmak için yola düşmüyor.

Ve böylece her şey yeniden başlıyor. Galapagos'un en uzak adası, şirin mi şirin mavi ayaklı Sümsük kuşlarının yuvası, Santa Rosalina'ya ulaşan Kaptan Adolf von Kleist, Hisako Hiroguchi, Selena MacIntosh, Kanka-bono kızları ve tabii ki doğa ana Mary Hepburn, bir milyon yıllık evrimden sonra makul ölçüdeki beyinleri ve yüzgeç ayaklarıyla, hindistan cevizi ağaçlarının gölgelediği bembeyaz kumsallarda huzurlu bir hayat sürecek olan yeni insan neslinin temellerini atıyor.

Vonnegut bu şahane romanı 1985'de yazmış. O zamandan beri, aşırı büyük, yalancı, güvenilmez ve şeytani beyinlerimiz muhtemel sonumuzu biraz daha hızlandırmaktan başka bir şey yapmadı. Yazarın da söylediği gibi dünyanın en az üç bölgesinde sürekli devam eden savaşlar hala var, artan silahlanma da cabası. Afrika kıtası hala açlıkla mücadele ediyor. İnsanlar, Kavimler göçünü andıran yığınlar halinde yer değiştiriyor, küresel iklim değişikliği ciddi bir tehdit olarak önümüzde dururken yine tıpkı Vonnegut'un söylediği gibi Güney Amerika ekonomik krizlerle boğuşuyor. Eh bizim durumumuz da malum.

Ama bence sonun yaklaştığının en önemli belirtisi başka yerde. Bir bilimkurgu yazarının öngörüsü müdür yoksa malum mu olmuştur bilmem ama romanın henüz ilk sayfalarında kaybettiğimiz Japon bilgisayar dehası Zenji'nin icadı, bin dilde tercüme yapabilen, hastalıkları teşhis eden, belli bir yılda meydana gelen tüm olayları sıralayabilen, iki yüz oyunun kuralını, elli farklı el sanatının temel ilkelerini, edebiyatın sevilen 20 bin alıntısını hatırlayabilen cep bilgisayarı Mandarax'dan çok daha gelişmiş aletlerin artık hepimizin cebinde olması sadece bir tesadüf mü?

Bu işaretleri düşününce Vonnegut'un öngördüğü son gerçekleşir mi bilinmez ama bir konuda yanılmadığını şimdiden söyleyebilirim. Tüm sorunlarımızın kaynağı olarak gördüğü aşırı büyük beyinlerimiz, her şeye, geçmişimize, “korkulacak çok şey olmasına” rağmen hala yeni bir “Beethoven'ın Dokuzuncu Senfoni'si yazabileceğine”, “İnsanların iyi hayvanlar olduklarına ve sonunda her şeyi halledip yeryüzünü yeniden cennet bahçesine çevireceklerine” inanmaya devam ediyor. 

29 Aralık 2017 Cuma

Raymod Carver ; Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz ve Katedral


Raymond Carver, Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? ve  Katedral 

Bloga yazılamayan ve kapakları hala açılamamış kitaplarla bu yıl da aslında diğerlerinden pek farklı değildi ama yine de çok hızlıca geçiverdi sanki. Yaz kitaplarımdan bile bahsedemeden bitti. Oysaki bir sürü planım vardı. Şimdi de yine her zamanki gibi son dakikada bir şeyler yazıp yeni yıla iç huzuruyla girmek için bu açığı kendimce kapatmaya çalışıyorum. 

Öykü kitaplarına ayırdığım yaz ayları şahane iki yazarla tanışma fırsatı sağlamıştı. İlki, Raymond Carver, kısa öykü dünyasının ve Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden. Erken yaşlarda atıldığı hayat, yaşadığı güçlükler ve alkolizm, edebiyata olan sevgisine engel olamamış. 20'li yaşlarda ilk öykülerini yayımlatmayı başaran Carver, ülkenin en ünlü yazarlık okuluna devam etme şansını yakalamış. Üniversitelerde dersler de veren yazar, ne yazık ki yine oldukça erken bir yaşta ve kariyerinin doruk noktasında hayatını kaybetmiş. Raymond Carver tek kitapla bırakılabilecek bir yazar değil. Eve döner dönmez okuduğum Katedral de ilki kadar etkileyiciydi.


Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz, tabi ki aşk hakkında,  yani kaybetmek, özlemek, acı çekmek, hayal kırıklığı, yalnızlık, isyan, ayrılık, pişmanlık, suçluluk ve aslına bakarsanız garip, pek de söze dökülemeyen şeyler hakkında. Bir kafede oturup etrafa göz gezdirirken birilerinin muhabetinin bir parçasına, ortasından bir yerden tanık olmak gibi bir his bırakan öykülerde, yazarın gözlerini çevirdiği insanlar genellikle sıradan Amerikan vatandaşları. Peki onların hikayelerini bu kadar etkileyici yapan şey ne? Çünkü belki de aslında sıradan olan hiç bir şey yoktur ve sadece onların içindeki görebilen ya da göremeyen insanlar vardır. Carver, hikayelerinin sonunda okuyucuyu kelimelerle örülü bir duvara toslatıp sarsıyor. Sadece onunla sizin aranızda kalacak bir sırra ortak ediyor. Bazen olduğundan başka türlü olamazmış dediğiniz bir öyküde, kısacık bir anda koca bir hayatın içine çekiyor, bazen söze dökülmeyenlerle, bazen öylesine edilmiş gibi görünen birkaç cümleyle hayatın bambaşka bir yüzünü ortaya seriyor.

Raymond Carver'den okuduğum ikinci kitap ise Katedral. Yine benzer karakterler üzerinden gerçekçi hikayeler anlatıyor. Bu kez kitaba ismini veren Katedral de dahil hikayelerin ortak noktası ev ya da nereye ev diyorsak, evimiz hissediyorsak işte o yerler. Ait hissedilen, özlenen, mahkum olunan, nefret edilen, bazen sizin olmasa da iyi hissettiğiniz bazen de her şeye rağmen yabancı kalınan, uzaklaşılan, kaçmak istenen evler. Tek bir kişi ya da bir aile ya da bazen sadece dört duvar. İçinde olmasanız da hep sizin içinizde olan şey, belki de evin ruhu bilemiyorum Carver etkisiyle yeni bir anlam kazanıyor.

“Ama gözlerim kapalıydı. Kısa bir süre daha kapalı tutmayı düşündüm. Bunun yapmam gereken bir şey olduğunu düşündüm.
“Ee? dedi. “Bakıyor musun?”
Gözlerim hala kapalıydı. Evimdeydim. Bunu biliyordum. Ama aslında bir şeyin içindeymişim gibi gelmiyordu.
“Müthiş bir şey.” dedim.  

5 Haziran 2014 Perşembe

Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik; Alice Munro

2009 Man Booker, 2013 Nobel Edebiyat ödülü dahil bir çok ödül sahibi olan Alice Munro, “Çağdaş kısa öykülerin ustası” ve “Kanada'nın Çehov'u” olarak tanınıyor. İlk kitabı 1968'de yayımlanan yazarın sayabildiğim kadarıyla ondan fazla öykü kitabıyla bir de romanı var. Munro, 2012'de yine bir öykü derlemesi olan Dear Life'ı yayımladıktan sonra maalesef emekliliğini ilan etmiş. Can yayınlarından çıkan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik' de ikisi sinemaya uyarlanan dokuz öyküyle, Alice Munro, sıradan Kanada'lı kadınların evrensel hikayelerini anlatıyor.

Diğer kitaplarını okumadan hakkında yargıda bulunmak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama Alice Munro'nun en azından bu kitapta, o çok sevdiğim soğuk nevale, aşırı gerçekçi yazarlardan biri olduğunu söyleyebilirim. Karakterine mesafeli, okurunun sezgisine güvenen, şiirselliğin, duygusallığın cazibesine kapılmayan, sessizce ilerleyen ve acımasız. Bu yüzden kısa süre öncesine kadar öykü okumaktan pek hazzetmeyen, türün acemisi biri olarak, yorum yazabilmek için Munro'nun öykülerini iki-üç kez okuyup, iyice sindirmeyi beklemek zorunda kaldım. Abartıyor muyum bilmem ama şu an ki hislerim böyle. Okuyanlardan yorumları duymayı çok isterim.

Kitaptan bahsederken sanırım biraz cinsiyet ayrımcılığı yapacağım. Beyler alınmasın ve tabi ki özellikle ve mutlaka kitabı okusunlar ama bence Munro'nun öylesine, zahmetsizce anlattığı öykülerini hissetmek için bir parça kadınlık sezgisi gerekiyor. Anlamak diyemiyorum zira öykülerin anlaşılmayacak bir yanı yok. Hatta bazılarını bitirdiğinizde “eee bu kadar mı?” diye düşünebilirsiniz. Bu durumda ben hislerinize danışın derim. İlk düşüncenin arkasında çok daha fazlasının öykünün etrafında koşturduğunu fark edebilirsiniz. En azından benim tecrübem böyle oldu.

  • Erkekler sizi anlamazlar, yani canları isterse belki biraz ama çoğunlukla bunun için çaba harcamazlar. Diyelim ki anladılar o zaman da istedikleri gibi anlarlar. Gerçi genelde sizi dinlemediklerinden, zaten her şeyi bildiklerine ve sizi de sizden iyi tanıdıklarına emin olduklarından bu gayet normaldir. Bir süre sonra kendinizi anlatmaya çalışmaktan vazgeçersiniz ki bu belki de en başında yapmanız gereken şeydir.
  • Kader, şans, kısmet ya da evren. Adına ne diyorsanız, hayatınızdaki en büyük rolü oynar. İplerin elinizde olduğunu düşündüğünüz anlarda bile kendi ağlarını örer.
  • Sessizlik çoğu zaman en yakın arkadaşınız ve sırdaşınızdır.
  • Beklenmedik anlarda gelen mutluluk kısacıktır ve pek sık karşınıza çıkmaz. Sakın küçümsemeyin. Sıkı sıkı sarılın. Akıl sağlığınızı ancak o anları yeniden hatırlayarak koruyabilirsiniz.
  • Aşık olduğunuz insanla evlenmeniz biraz zordur. Diyelim ki evlendiniz, kısa süre sonra ya ona aşık olmadığınızı ya da onun size aşık olmadığı anlarsınız. Aşka güvenmeyin. 
  • Hayatınızın çoğunluğu bir aldatmaca içinde geçer. Kendinizi, başkalarını ya da her ikisini birden aldatırsınız hatta aldatmak zorunda kalırsınız.
Öykülerdeki ortak noktalardan bazılarını çok kabaca böyle özetleyebilsek de sanırım Munro'nun en etkileyici yanı kadın yalnızlığını hissettirmedeki ustalığı. Başka bir dünyanın kadınlarıyla yalnızlık üstünden bağ kurabilmenizi sağlaması. Söyledikleri ve söylemedikleriyle size kendi yalnızlığınızı göstermesi.

Aslında yapmak istediği şey incelemeye devam etmek değil, yere, muşambanın ortasına oturmaktı. Saatler boyunca oturup bu odayı seyretmek değil de, içine gömülmekti. Onu tanıyan, ondan bir şey isteyen hiç kimsenin olmadığı bu odada kalmaktı. Burada uzun, çok uzun zaman kalmak, giderek keskinleşip hafiflemekti, bir iğne kadar hafif olmaktı.”

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Montaigne, Stefan Zweig

Kimse toplum dışı sayılmak, sürülmek, zindana atılmak ve kovulmak tehlikesiyle karşı karşıya değildi. Bu nedenle Montaigne, kuşağımıza çoktan kırıldığına inandığımız birtakım zincirleri koparmak için anlamsızca çaba harcıyormuş gibi gözüküyordu; ama kaderin bu zincirleri, üstelik her zamankinden daha katı ve acımasız bir biçimde yeniden hazırladığının farkında değildik.”

Yirmili yaşlarında, özgürken, önündeki, sınırsız umut vaat eden uzun hayata bakarken, Montaigne'in Denemeler'i, Zweig için edebi değerinden öte bir anlam taşımaz. Dünya artık 16. yüzyılın karanlıklarını aşmış, değişmiştir. Özgürlük bireylerin doğuştan sahip oldukları bir haktır. Onun için yapılan mücadeleler, din adamlarının ve yöneticilerin hırslarına kurban edilen milyonlarca insan, hepsi geçmişte, yüzyıllar öncesinde kalmıştır. Artık düşündüklerini söyleme ve yazma özgürlüğüne sahiptirler. Aslında 19.yüzyılda bunun aksinin olduğu bir dünya aklına bile gelmez.

Ama şartlar çok çabuk değişir. 1940'la gelindiğinde yaşam hayal bile edemeyeceği kadar güçleşir. Zweig, Nazi dehşeti yüzünden ülkeden ülkeye göç etmek zorunda kalır. Ama sanırım yaşadığı duygusal çöküntünün yanında bunun lafı bile olmaz. Nazilerin uyguladığı kitlesel vahşet karşısında, insan olarak kalmak, akıl sağlığını korumaya çalışmak çok da kolay değildir. İşte tam da bu yüzden, çocukluğuna dair ilk anıları, sokaklarda yaşanan toplu kıyımlar olan ve hayatının sonuna kadar da, salgın hastalıklardan daha çok insanı yok eden mezhep kavgalarının tam ortasında ayakta kalmaya çalışan Montaigne'i anlamaya başladığını, onunla duygudaşlık kurduğunu söyler.
Montaigne, bu kader ortaklığından sonradır ki benim için onsuz edemeyeceğim bir yardımcıya, teselli kaynağına ve dosta dönüştü. Çünkü kaderi bizimkine gerçekten çok benziyordu.”

Stefan Zweig, Nazi dehşetinden kaçarak gittiği Brezilya'da, çıldırmış dünyadan uzaklaşmak için, insanlığın yine sınavdan geçtiği başka bir zamanda, dört yüz yıl öncesinde, insan olarak kalmayı başarmış bir dosta sarılır. Montaigne biyografisi Zweig'ın ölmeden önce üzerinde çalıştığı üç eserden biri olur. Ona göre Montaigne, “...dünyadaki her homme libre'nin yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi” dir.

Montaigne'in denemeleri tek bir konuya yoğunlaşmıştır. “Ben” ve Ben'in özü”. Sürekli kendini, tepkilerini, duygularını, düşüncelerini inceleyerek bir anı diğerini tutmayan benliğinin izini sürer. Bunları felsefe ve tarihin süzgecinden geçirir, denetler, yorumlar.
Montaigne'in aradığı hem kendi belirginleşme biçimlerini saptamak isteyen, içimizde olan “Ben” dir, hem de öteki, hepimizde ortak olan yandır. Tıpkı Goethe'nin ilk bilgiyi araması gibi, Montaigne de ilk insanı, katıksız insanı, kişiliği henüz hiçbir şeyin damgasını taşımayan, ön yargıların, yarar düşüncelerinin gelenek ve göreneklerin, yasaların etkisiyle yozlaşmamış arı biçimi arar.”

Korku ve umuttan, kendini beğenmişlik ve gururdan, kör inançlardan, kamplaşmadan, dünya görüşlerinden, ihtirastan, paradan, bağnazlıktan, sabit fikirden, hırstan, şehvetten, aileden, çevreden özgür kalarak kendi benliğini bulmaktır amacı. Çünkü Kendisi için özgür düşünen, yeryüzündeki bütün özgürlükleri de onurlandırmış olur.İnsan, ancak bunlardan kurtulabilirse, kendi Ben'ini “devlete, aileye, çağa, koşullara, paraya, varlığa ait olmaması gereken “Ben”i” bulabilirse yeryüzündeki çeşitliliği, çokluğu ve aynı zamanda birliği görebilir. Özgürlüğün götüreceği yer Montaigne' de olduğu gibi aklın yolunu izlemektir. Ön yargıların etkisinde kalmadan, her şeye aynı tarafsızlıkla ve hoşgörüyle yaklaşmaktır. Yaşamaktan sevinç duymaktan başka bir hedefi olmayan Ben” i yaratmaktır, “insanın kendi kendisi olmayı bilmesidir”, “kişiliğini korumayı ve kendine özgü biçimde yaşamayı başarmasıdır”.

Ne yazık ki dünya bugün de ne Montaigne'in ne de Zweig'ın dünyasından daha özgür ve güvenli  değil, hiç olmamış ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. İşte bu yüzden Stefan Zweig'ın yazdığı gibi;
Montaigne'in bundan yüzlerce yıl önce söyledikleri, kendi bağımsızlığını koruma peşinde olan biri için geçerliliğini ve doğruluğunu hep korumaktadır. Bizlerin en çok teşekkür borçlu olduklarımız ise şu sırada yaşadığımız gibi insancıl olmaktan uzak zamanlarda içimizdeki insanı güçlendirenler, sahip bulunduğumuz ve asla yitirilemeyecek tek şeyden, kendi “Ben”imizden vazgeçmememiz konusunda bizi uyaranlardır. Çünkü yeryüzünde özgürlüğü yayabilenler ve ayakta tutabilenler yalnızca herkes ve her şey karşısında kendi özgürlüklerini koruyabilenlerdir.”

4 Nisan 2014 Cuma

Bilirbilmezler, Gustave Flaubert

Orijinal adı Bouvard et Pécuchet olan roman, ilk basımından yüz on yıl sonra Tahsin Yücel'in çevirisiyle Can yayınlarından çıkmış. Flaubert bu romanı, daha önce bahsettiğim Yerleşik DüşüncelerSözlüğü ile birlikte yayımlamayı düşünüyormuş ama tam olarak bitirmeye ömrü yetmediğinden ölümünden sonra ikisi ayrı kitaplar halinde basılmış. Tahsin Yücel romana yazdığı önsözde, Bilirbilmezler'in izlerine, Flaubert'in ilk hikâyelerinde, hatta Bir Delinin Anıları, Duygusal Eğitim ve Madam Bovary'de bile rastlanabileceğini söylüyor.
“Ama Bilirbilmezler'in oluşumunun Flaubert'in bütün yazarlık yaşamını kaplamasının en belirgin ve en önemli sonucu onun duyarlığını, alaycılığını, umutsuzluğunu, en yalın, en doğru, en iyi biçimde yansıtan yapıt olmasıdır; bir başka deyişle Bilirbilmezler, Flaubert'in yapıtlarının en “flaubertce”sidir.””

Okuma fırsatı bulursanız muhtemelen ilk fark edeceğiniz şey yazarın böyle bir roman için müthiş bir hazırlık yapması gerektiği olacak. Üstelik 1874'de bilgiye erişimin şimdiki kadar kolay olmadığını da düşünürsek bu kitabı yazmanın güçlüğünü tahmin etmek bile zor. 

Roman orta yaşlarını geçmiş iki adamın bir yaz günü dinlenmek için aynı banka oturmalarıyla başlıyor. İkisi de yazıcılık işi yapan Bouvard ve Pécuchet'ın dostlukları farklı karakterlerine rağmen hızla ilerliyor. Bir süre sonra da Bouvard'a kalan mirasla hayallerini gerçekleştirme fırsatı yakalıyorlar. Şehirden ayrılıp satın aldıkları çiftliğe yerleşiyor, tarımla uğraşmaya başlıyorlar. Romanın yazımındaki güçlüğün nedeni de bundan sonra ortaya çıkıyor. Bouvard ve Pécuchet, sonu gelmez merak ve öğrenme azimleri ile ki biz buna maymun iştahlılık diyoruz, bir alandan diğerine atlarken, Flaubert'in bu romanı yazabilmek için tarım, kimya, tıp arkeoloji, tarih, edebiyat, kadınlar, yerbilim, felsefe, din, manyetizmacılık, siyaset, din ve daha birçok alanda derin bilgi sahibi olduğunu anlıyoruz ki bence bu Flaubert söz konusu olduğu için pek sürpriz sayılmaz.

Yazılışının üzerinden 134 yıl geçmesine rağmen herkesin kendinden bir şeyler bulacağına eminim.  Bouvard ve Pécuchet'nin, kafe açma, bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri kuran, yemek kurslarından şarap tadımına, salsa'dan tango'ya, pilatesten zumba'ya koştururken, iki ayda italyancayı halledip, fransızca kursuna başlayan bizlerden tek farkları çok daha derin ve anlamlı dertlerinin olması. Sonbaharda asma budamayla başlayan bahçecilik kariyerimi balkona taşıdığımı söylemiştim o yüzden çabaları çok tanıdık geldi. Aramızdaki yaş farkını saymazsak ordan burdan okuyup duyduklarıyla çifçilik yapmaya başlayan Bouvard ve Pécuchet'dan hiç farkım yok. Sadece bahçecilikle bitse iyi, ortak noktalarımızı anlatmaya kalksam sayfalar sürer.

Bilginin her türlüsünü eş değerli olarak görür, düzeysiz yapıtlarla gerçek araştırma ve düşünce ürünlerini aynı kefeye koyar, hatta daha çok düzeysiz yapıtlardan yararlanır, inançla bilgiyi, kuramla uygulamayı, gündelikle ülküseli birbirine karıştırır, bu kargaşa içinde, her şeyden önce beylik bilgilere, ucuz genellemelere bağlanarak sorunun özünü gözden kaçırır, konuların yüzeyinde çelişkiden çelişkiye sürüklenip dururlar.”

diyor Tahsin Yücel. Bu fikre pek katılamadığımı söylemek zorundayım. Bana kalırsa Flaubert'in kahramanlarının çabası ve yanılgıları ne kadar komik olursa olsun kullandıkları kaynaklar o gün ve hatta bugün için de gayet geçerli kaynaklar. Mesela felsefe için Descartes, Locke, Berkeley, Spinoza, Rousseau ve daha pek çoğunu okur, her konunun fazlaca derinlerine inerler. Bence Flaubert'in göstermeye çalıştığı daha baskın olan bir başka sorun var. Bouvard ve Pécuchet'ın öğrenme azimleri her defasında bir yere gelir takılır. Her konuda bilgi sahibi olmaya çalışsalar da bir gariplik vardır. Başlangıçta kitaplarda okuduklarının doğruluğundan emindirler. Ama uygulamaya geçtiklerinde durum değişir. Aynı konuları farklı uzmanlardan öğrenmeye çalışır, hiçbirinde aradıkları kesinliği bulamazlar. Teoriyle pratik çelişir, en popüler teoriler bir başkasıyla çürütülür. Sorunun kendi yetersizliklerinden kaynaklandığına inanıp daha derin araştırmalara girişirler. Ama bulabildikleri tek şey uzmanların hemen hiçbir konuda görüş birliğine varamadığı, kesin, çürütülemez ya da değişmez bilginin var olmadığıdır. Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ni okumaları çok eğlencelidir mesela;
“Sözleşmenin kanıtı nerede?”

“Hiçbir yerde! Topluluk güvence de vermiyor. Yurttaşlar yalnızca politikayla ilgileneceklerdir. Ama meslekler de gerekli olduğundan, Rousseau köleliği öneriyor. Bilimler insan türünü yıkmıştır. Tiyatro yoldan çıkarır, para ölümcüldür ve devlet ölüm tehdidiyle bir dini benimsetmelidir.”
Nasıl! Demokrasinin babası bu muymuş, dediler.”


Yine önsözde;
“Ama gerek bedensel görünüşleri, gerekse davranışlarıyla daha baştan gülünç olan bu iki kişinin bilgilenme çabalarında da gülünç olmaları biraz da bilgi kaynakları gülünç olduğu içindir. Örneğin doktor Vaucorbeil, Pécuchet'nin bir konuşmasını dinlerken onun delirdiğini sanır; oysa Pécuchet Berkeley'in düşüncelerini yinelemektedir.”

Tahsin Yücel'in Berkeley'i gülünç bulduğunu sanmıyorum. Flaubert de öğrenmeye çalışan kahramanlarını küçümsemiyor, belki biraz hayalcilikleriyle dalga geçiyor o kadar. Mesela ilahiyatla ilgilenirken kardinal olma hayali kurmalarıyla ya da iki yetim çocuğu himayelerine alıp eğitmeye çalıştıklarında olduğu gibi;
“Çok güzel bir düşleme daldılar: Öğrencilerinin eğitimini iyi sonuçlandırırlarsa, ileride anlığı düzeltmek, kişiliklere egemen olmak, yürekleri soylulaştırmak amacıyla bir kurum açacaklardı. Şimdiden katılım ödentilerinden ve büyük bir yapıdan söz etmeye başlamışlardı.”

Flaubert, Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'nde, Bir Delinin Anıları'nda, Bilirbilmezlerde ve aslında romanlarının çoğunda burjuva ahlakının önyargılarıyla savaşıyor. Çağının edebiyatını, bilimini, ahlak anlayışını, siyasi yapısını ama daha çok düşünce ve akıl yürütme biçimini nasıl gördüğünü anlatıyor. Tahsin Yücel'de, “ ... belirli düşünceleri, belirli inançları, belirli davranışları gülünç düşürmek” ister diyor. Flaubert'in Bilirbilmezler'i yazmaya hazırlandığı sıralarda, 'En sonunda hıncımı dile getirecek, kinimi kusacak, saframı dökecek, öfkemi fışkırtacak kızgınlığımı akıtacağım' demesi bundandır.” cümlelerini aktarıyor. Bir Delinin Anıları'ında da bu öfkenin erken yaşlardaki izlerine rastlarız. Hatta tam da Bilirbilmezler'in özetini buluruz;
Demek ki insanın etrafında sadece karanlıklar vardır;her şeyin içi boştur ve o sabit bir şey ister; bu devasa belirsizlikte kendi kendine yuvarlanır ve durmak ister; her şeye tutunur ve her şeyi eksiktir:Vatan, özgürlük, iman, Tanrı, erdem; bunların hepsini almıştır ve bütün bunlar elinden düşmüştür;kristal bir bardağı elinden düşüren ve sebep olduğu parçalara gülen bir deli gibidir.”

Bouvard ve Pécuchet'in komik hikayesinden bu yüzyılda bile, aslında özellikle bu yüzyılda öğreneceğimiz çok şey var.
“Ne düşündüğümü bilmek istiyor musun? dedi” Pécuchet. Kenterler azgın, işçiler kıskanç, papazlar aşağılık olduğuna, halk da burnu yemlikten çıkmamak koşuluyla bütün zorbaları bağrına bastığına göre, Napoléon çok iyi etti! Süngülesin, ayaklar altında çiğnesin, sürü sürü gebertsin! Doğruluk düşmanlığına, korkaklığına, laçkalığına, körlüğüne az bile !”
Bouvard, “İlerlemeymiş, amma da palavra! diye düşünüyordu. Sonra ekledi: “Politika tam bir pislik.”

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ah bu rüzgâr...




















Yağmurlar yağsın sonra kış soğuğu gelsin bende evimde gönül rahatlığıyla oturmak için bunu bahane edeyim, salep-kestane gibi mevsim adetlerini keyifle yerine getireyim diye bekliyorum. Bu arada ne zaman kestane görsem, başımda  kartondan bir külahla ana okulundaki yerli malları haftası kutlamalarında hatırlıyorum kendimi. Acaba bu aylara mı rastlıyordu? Her neyse, sonunda dün gece, ana haber bültenlerinde dedikleri gibi “yazı aratmayan” günlerin işkencesi, yağmurun penceremizi çalmasıyla bitti, yani umarım bitmiştir. 


Rüzgârın, ne olduğu meçhul şeyleri kırıp döküp, önüne katıp sürüklerken çıkardığı tangur tungur seslerini dinlerken aklıma yazın yine böyle bol rüzgârlı günlerinde okuduğum, Katherine Mansfield’in, Can yayınlarının seçtiği öykülerinden oluşan kitabı geldi. Ah bu Rüzgâr, öykülerden birinin de ismi aynı zamanda.

Onun anlatımının büyülü olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. Söze dökmeye çalıştığınızda sizin için anlamını yitirecekmiş gibi gelen, çok zarif, çok gizemli, insanı derinlerinden vuran bir dili var Mansfield’in. Öykülerinin, zamanı- mekanı unutturan, sizi içine çeken havası; hızla gelip geçen, hiç üstünde durulmayan, bir kısmını belki hiç tanımadığınız ya da adını koyamadığınız, kıyıda köşede kalmış ve ancak böyle anlatılır dediğiniz duyguları yaşatıyor.

Ah Bu Rüzgâr'daki öykülerin hepsini çok sevdim ama belki de okurken bulunduğum ortamın biriktirdiği düşünceler yüzünden Sinek’in yeri benim için farklı oldu. Basit bir gerçeği anlatıyor aslında, diğer öykülerden çok daha düz bir akışla ama çok da etkileyici biçimde yapıyor bunu. Kısacık öykünün son satırlarını okurken anlıyorsunuz bir süredir (o süre ne kadar bilmiyorum) hipnozun etkisi altında olduğunuzu. Öykü bittiğinde karakterle aynı anda uyanıyor, aynı ruh hali içinde buluyorsunuz kendinizi. O anı yaşarken, bir saniye önce okuduklarınızı, onların çağrıştırdığı düşünceleri sanki bir satır öncesi yokmuş, hiç olmamış gibi sildiğinizi fark ediyorsunuz. Büyük acılar, küçük anların içinde kaybolup gidiyor. İşte hayat böyle devam ediyor. Bir de bu rüzgar olmasa.

15 Ekim 2010 Cuma

En Mavi Göz, Toni Morrison

Beloved (Sevgili) ile Pulitzer alan Morrison, 1993’ de Nobel ödüllü bir yazar olmuş. Toni Morrison’ın Amerika’da 1970’de yayımlanan ilk romanı, En Mavi Göz’ de Nobel’in geldiği  yıl, Can yayınlarından çıkmış ve hemen üç baskı yapmış.

Kendisi bana en çok katlanabilen kitaplardan biri olması sebebiyle kütüphanemin değerli üyelerindendir. Sanırım üniversitenin ilk yıllarında almıştım. O zamandan bu zamana bir sürü ev, kütüphane ve iki şehir değiştirdi ama yollarda telef olmadı, bazı kitaplarım gibi alıp başını gitmedi. Ne zaman göz göze gelsek o günleri, kömür isi kokan Ankara’nın su fışkırtan kaldırım taşlarını, Yüksel caddesini, Dost Kitapevini hatırlattı. Oysa şimdi durum farklı, bunca yıldan sonra ne hikmetse kapağı açıldı ve ilk kez okundu. Artık raflarda karşılaştığımızda Ankara’yı değil,  bambaşka düşünceleri getirecek. 

En Mavi Göz, 1940’lar da zenci olmayı, pis zenci olmayı, çocuk, kadın, erkek olmayı, masumiyeti ve acımasızlığı, küçük bir kız olan Pecola’nın çevresinde anlatıyor.

Pecola, siyah, çirkin ve sakardır. Daha doğrusu etrafındaki herkes böyle söylemektedir. Okulda çocukların alay ettiği, öğretmeninin yüzüne bakmadığı, annesinden bile duygusal yakınlık görmeyen küçük bir kızdır. Aynada kendisini incelerken, neden kimsenin onu sevmediğini anlayamasa da, ondan esirgenen ilgiyi üzerine çeken, sevgi duyulan çocuklardan tek eksiğinin mavi gözler olduğuna emindir. Dünyadaki en mavi gözlere sahip olursa hayatındaki her şeyin yoluna gireceğine inanır.  Sarışın, mavi gözlü Mary Janes şekerlemelerinden yemek, Shirley Temple resimli fincanla süt içmek ve tıpkı onlar gibi sarı saçlı, mavi gözlü Maureen’le arkadaş olmak ister. Güzelliğin ve sevginin simgelerine ne kadar yakın olursa onlardan o kadar pay alacağını düşünür.  

Roman ilerledikçe görürüz ki Pecola’nın etrafındaki yetişkinlerin  hiçbiri ondan çok güzel, akıllı, çocuklar ondan çok daha sevimli değildir. Pecola’nın şanssızlığı, onlara, kendilerini hatırlatmasıdır. Kendi yaşadıklarını, çirkinliklerini, unutmak istedikleri zayıflıklarını, yalnızlıklarını görürler Pecola'ya bakınca. İnsanlar, onun sessizliğini, ürkekliğini, çocuk olmasını kullanır, onun üzerinden yaşamdan bir tür öç alırlar. Siyah olmanın, beyaz dünyanın standartlarına uyamamanın, sinemada gördükleri beyaz insanlar kadar mutlu olamamanın, başkalarının gözüyle baktıkları yüzlerinin hıncını çıkarırlar Pecola’dan. 

Hikâyenin karakterlerinden ve anlatıcılarından Claudia ve ablası Frieda ona yakınlık gösteren, anlayan ender kişilerdir. Aslında Pecola’dan birazcık daha şanslıdırlar o kadar. Ama Claudia, Pecola gibi öfkesini içine atan bir tip değildir. Shirley Temple'dan hoşlanmaz çünkü Pecola ve Frieda'dan küçük olan, Claudia, henüz "çevreye uymayı" öğrenmemiştir. Beyazlarla arasındaki farkı anlamak için tıpkı güzelliklerinin nedenini ararken sarışın taş bebekleri parçaladığı gibi  beyaz kızların sevilmesinin nedenini anlamak için de onları çimdikler. Romanda, yetişkinlerin yargılarındaki yanlışı gören, okuyucuya gösteren ve düzeltmeye çalışan aklın, mantığın sesi Claudia ve Frieda'dır. Duyduklarını çocuksu bir saflıkla yorumlar, hamile kalan Pecola’ya yardım etmek için kendilerince girişimlerde bulunur ancak başaramazlar. 

“ Bu topraklar belirli türdeki çiçeklere yaramıyor. Belirli tohumları beslemiyor, belirli meyveleri vermiyor, toprak kendi istenciyle bir şeyi öldürdüğünde biz de boynumuzu büküp kurbanın yaşama hakkı olmadığını söylüyoruz. Yanlış yoldayız kuşkusuz, ama önemli değil. En azından kasabamın kıyılarında, kasabamın çöpleri, ayçiçekleri arasında artık çok, çok, çok geç.”

8 Ekim 2010 Cuma

Talih Kuşu, Amy Tan

1989’da yayımlanan ilk romanıyla The New York Times’ın  en iyi satanlar listesine giren, aldığı iki ödülün yanısıra başka başka ödüllere de aday gösterilen Amy Tan için sadece yetenekli ya da şanslı demek yetmez ayrıca anneler ve kızları gibi hassas bir konuya el attığı için kendisini cesaretinden dolayı kutlamak da gerekir.  Bırakın bir dolu insanın okuması ihtimali olan romanı, burada bile yazılamayacak kadar özel ve tehlikelidir, söze dökülemeyecek gizemli yönleri vardır. Kızlar bunu öğrenir, annelerse bilirler. 

Göçmen bir aileden gelen yazarın kendi yaşamını da katarak biçimlendirdiği roman, Çinden, Amerikaya göç etmiş dört kadın ve onların Amerika doğumlu kızlarının hayatlarından kesitler aktarıyor okuyucuya. Kendi ülkesinde kadın, yeni hayatında, tamamen farklı bir kültürde göçmen olmanın dilsizleştirdiği annelerin, kızlarına ulaşma çabalarını, onlar hakkındaki umutlarını, koruma isteklerini ve kızların, büyüme, kimlik edinme, bireyselleşme çabalarını görüyor,  anne ve kızların birbirlerine karşı hislerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Çin’in egzotik ve masalsı görüntüsünün altındaki gerçekleri keşfederken, düğünlere, ölümlere, festivallere tanık oluyor, feng sui, Çin astrolojisi ve doğu inançları hakkında fikir ediniyoruz. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurumu hissediyor ama konu kadınlar olunca bazı şeylerin zaman-mekan ayrımı yapmadığını, onlar için pek bir değişiklik içermediğini görüyoruz. Tüm bunların ötesinde çoğu kez, bu kadınların, Jung’un söylediği gibi hayatta kalmak için zorunlu olarak en gelişmiş işlevlerini yani sezgilerini kullandıklarını fark ediyoruz, kadınlar arası ilişkilerin ve kadın olmanın evrensel yanını keşfediyor, annelerin aynı zamanda kadın olduklarını hatırlamak gerektiğini anlıyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlenceli romanı okurken Amerikada yaşayan Çinli insanların evlerinde, yaşlı teyzelerin atışmalarını ya da anne-kız çekişmelerini, dertleşmelerini izlerken kendimizi hiç de yabancı hissetmiyoruz. Ve işin en güzel tarafı tüm bunları Amy Tan’ın sakin ve rahat anlatımından okuyoruz. 

“Kızım dün, “Evliliğim yıkılıyor” dedi bana.

Artık bu yıkılışı seyretmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
Yaşlı gözleri duyduğu utançtan sımsıkı kapalı, bir psikiyatrist koltuğunda uzanıyor. Ve sanıyorum, yıkılacak bir şey, ağlanacak bir şey kalmayıncaya kadar da orada uzanıp duracak. 

“Yapacak bir şey yok! Hiçbir şey yok! diye ağlıyordu. Bilmiyor. Konuşmuyorsa, bir seçim yapıyor demektir. Çabalamazsa, şansını sonsuza kadar yitirebilir. 
Ben biliyorum bunu, çünkü Çin usulüne göre yetiştirildim ben: Hiçbir şey arzu etmemem, başka insanların derdini, acısını yutmam, kendi derdimle yanmam öğretildi bana.

Bense kızıma bunların tersini öğretmiş olmama karşın, o yine böyle benim gibi oldu! Benden doğduğu için, bir kız olarak doğduğu için belki de. Ben de kendi annemden doğmuştum, ben de kız olarak doğmuştum. Hepimiz merdivenlere benziyoruz, adım adım, çıkıyoruz, iniyoruz, ama herkes aynı yöne gidiyor. 

Sanki bir düşü yaşıyormuşsun gibi, ses çıkarmamanın, dinleyip seyretmenin ne demek olduğunu bilirim ben. Daha fazla seyretmek istemezsen gözlerini kapatabilirsin. Ama daha fazla dinlemek istemediğin zaman ne yapabilirsin? Altmış yıl önce neler olduğunu hala işitebiliyorum.” (Talih Kuşu) 
Not: Amy Tan’ın yaratıcılık hakkındaki konuşması için:
 

2 Nisan 2010 Cuma

Görünmeyen, Paul Auster (Spoiler)


Yeni kitabını kendi içinde değerlendirecek kadar Auster romanı okumadım, en iyisi bu mudur bilmiyorum ama Timbuktu’dan sonra gaza gelip kedicime okuma öğrenmesi için uzunca süre işkence ettiğimden yazarın hayranlarından olduğumu rahatça söyleyebilirim. Görünmeyen’i okumaya niyetlenmem de bu hayranlığın sonucuydu. Akıcı cümlelerle örülmüş romanı kendi standartlarıma göre oldukça kısa sayılacak bir sürede bitirsemde bu kez, Paul Auster’ın dil kullanımındaki ustalığını kurgu ve hikâye yaratımında gösteremediğini düşünüyorum. Romanın ilk sayfalarında başlayan şaşkınlığım sonuna kadar da aynı şiddette devam etti. Mesela, 20’li yaşlardaki Adam Walker isimli ana karakterin, siyasal bilimler hocası olan Rudolf ve sevgilisi Margot’yla bir partide tanışıp sonra da onların evine yemeğe gittiği sahneyi, bir süredir süründürdüğüm Hınç Ayları (Pascal Bruckner) ve Abanoz Kule’nin (John Fowles) girişiyle fena halde benzettim. Genç, yakışıklı, kendisine sunulanları reddetmeyecek kadar da alçakgönüllü erkek kahraman ve yeni tanıştığı garip çift yani güzel, çekici genç bir kadınla, onun orta yaşı geçmiş ya da yaşlı diyebileceğimiz sevgilisi/kocası. Yazar dayanışması ya da birbirlerine yaptıkları bir tür gönderme midir yoksa bu aşk üçgeni teması mı çok popüler anlayamadım.

Romanın ilerleyen bölümlerini de konu itibariyle fazlaca yavan buldum. Ensest ilişkisi Adam’ın hayatının gidişatını pek de etkilemişe benzemediğinden hikâyenin içine sonradan yapıştırılmış bir ayrıntıymış gibi geldi. Gerçi romanda böyle bir ilişkinin olmama ihtimali de veriliyor ki bu kadar havada kalan bölümün fantaziden ibaret olması daha mümkün nitekim uzun bir yer ayrılan ensest ilişkinin taraflarından Gwyn hakkında güzel vücut hatlarından, sevdiği birkaç yazardan ve sonrasında sahip olduğu torunlarından başka bir fikir edinemiyoruz. İnsan hayat hikâyesini yazarken en büyük aşkını, her şeyi paylaştığı insanı böyle mi anlatır?

Cinayet vakası ise Adam'da takıntı haline gelmiş görünse de, onu asıl etkileyenin, gözleri önünde bir adamın öldürülmesi değil, suçlunun bu kadar kolay kaçabilmesi olduğunu düşündüm. Rudolf gibi önemli bir karakterin, siyasi fikirlerini tatsız ve tutarsız şekilde açıkladığı için zaten yeterince korkutucu ve rahatsız edici olduğu varsayılarak gerektiği kadar yoğunlaştırılmaması ve entel karaktere bir de gizli bağlantıları olan casus izlenimi verilmesi fazlaca abartılıydı. Rudolf eğer gerçekten bu kadar güçlüyse neden Adam’dan kurtulmak için odasına uyuşturucu koydurmaktan daha enteresan bir yol bulmadı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanırım Adam’ı incitmek istemiyordu. Üstelik bu korkunç Rudolf, evlenmek üzere olduğu kadının kızını (Cécilé) Adam’ la tanıştırdı ve onların sevgili olabileceklerini düşündü. Katil olduğunu bilen ve kendisini ele veren birini kontrol etmek için bu kadar saf ve komik bir yol seçmek Rudolf’a yakışmadı. Belki iyi niyetli görünerek kendisini temize çıkarmak istiyordu ama onun böyle bir risk alacak kadar tecrübesiz olmasına akıl erdiremedim. Ne diyebilirim ki ben hiç korkamadım Rudolf’tan.

Romanda bol bol kullanılan entellektüel muhabbetlerin arasında Descartes hakkında da bir yoruma rastladım. Cümlelerin sahibi Héléne (Rudolf’un evlenmeyi planladığı kadın) konuşma bozukluklarının tedavisiyle uğraşan, konuşma terapisti, aktaransa kahramanımız Adam Walker.

“..., Dil olmadan düşüncenin var olamayışı ne kadar ilginç, değil mi? diyor; Dil de beynin bir işlevi olduğuna göre, dil -yani simgeler aracılığıyla sözcük oluşturma yetisi – bir anlamda insanın fiziksel özelliğidir diyebiliriz, bu da şu eski beyin-beden ikiliği görüşünün saçmalığını kanıtlar, öyle değil mi? O halde adieu Descartes. Beyin ve beden bir ve tektir.”

Sorun, Descartes’in gerçekte “beyin ve beden” ayrımı değil “zihin ve beden” ayrımı yapmış olmasından kaynaklanıyor. Romanın orjinalini görmedim ama beyin için kullanılan kelime “mind” sa kastedilen şey beyin değil zihindir. Ve eğer kelime “brain” se o zaman yazar, Descartes’in tezini aktarırken hata yapmıştır.

Yanılmıyorsam, Descartes, zihin ve bedenin ayrı tözler olduğunu, bedenin makine gibi çalıştığını ama zihnin fizik kurallarına bağlı olmadığını, beyin epifizinin, zihin (mind) ve bedenin kesiştiği nokta olduğunu söyler. Zihin, bedene bir yerde dokunsa da onunla bir değildir. Bu açıdan bakınca “beyin ve beden tektir” cümlesine, beyin epifizinin insan vücudundaki yerini bilen Descartes’ın da itirazı olacağını sanmıyorum. Ama işin içine ısrarla Descartes’ı ekleyeceksek yukarıdaki cümlelerden de ne yazık ki “zihin ve beden tektir” yargısına varamıyorum.

Descartes’i unutalım ve yukardaki önermeleri alt alta yazalım

1-dil yoksa düşünce yoktur

2-dil beynin bir işlevidir

3-dil insanın fiziksel özelliğidir

= O halde beyin ve beden tektir

Yorum yok !!

Peki, düşünce varsa dil de var mıdır acaba Héléne göre? ya da “Konuşabiliyorum o halde düşünebilirim de” diyen Héléne’in bakış açısıyla sözcük oluşturma yetisi yani dil, insanın böylesine kritik bir fiziksel özelliğiyse sözcük oluşturamayanların düz mantıkla düşünce kabiliyetinden yoksun, beyinsiz olduklarını ve insan olmadıklarını söylemek gerekir ki bu da bir konuşma terapisti için büyük bir gaftır.

Yazarın aktarımında mı, çeviride mi bir sorun var, ironi kullanarak, bilimle uğraşanların da bazen düşünmeden konuşabileceklerimi göstermeye çalışmış? Ya da böyle düşünen yazarın kendisi mi? Ya da ben Descartes’i yanlış mı hatırlıyorum?? Vs. vs.

Her şey bir yana akıcı olmasına akıcı ve çok da sürükleyici bir roman Görünmeyen. Hızla sayfaları çevirirken görünmeyenin peşine takılmış gibi ilerliyorsunuz. Ama nihayetinde onu yakalayamadan roman bitiveriyor. Hakkaten görünmüyor. Siz, keskin virajlar, girift karakterler, türlü çeşit sürprizler beklerken, elinizde kalan bir sürü klişeden ibaret bir boşluk, düşük bütçeli Hollywood filmi izlemişsiniz hissi ve yok artık ben anlayamadım galiba deyip kendinizce getirdiğiniz yorumlar. Konuyu iyi niyetle ele alıp romanla yapılmak istenen, klişelerin yerle bir edilmesi olabilir mi diye düşününce bile bu iş için daha yoğun karakterler (bakınız Madam Bovary) ve daha akla yakın bir kurgu gerekirdi sonucuna varıyorum.


Yaşadığım hayal kırıklığından kendime küçük bir eğlence çıkartmaya, romanı yeniden yazmaya ve Görünmeyen’in ne olduğunu bulmaya çalıştım. Romanın 201. sayfasında ikinci anlatıcı James, Adam’ın romanını yayımlanması için hazırlarken tüm adları değiştirdiğini söylüyor peki karakterlerin yeni isimleri rastgele mi seçildi? Hiç sanmıyorum.

Mesela kahramanımız Adam, adı üstünde Adem yani ilk insan. Rudolf şeytan rolünde zaten isminin anlamı da ünlü-kurt. Rudolf’un iddiasına göre Adam’a bir yaşam amacı verme fikri onun için endişelenen Margot’dan çıkıyor. Margot, inci anlamındaki Margaret’ten geliyor ki o da hamile kadınların koruyucu azizesi. Kurt, azizenin aracılığıyla Adam’ı beklenti içine sokuyor. Aşk ve kendi hayatının hakimi olma beklentisi. Ama istiridyenin kabuğu açıldığında her iki beklentinin de boş olduğunu anlıyor Adam. Sonra bir gece kötü kurt, adının keltce kökeni aşk anlamına gelen Cedric’i öldürüyor. Romanda, Rudolf’un Adam’a karşı aşk hissedebileceği ihtimali önce Adam sonra Margot tarafından reddedilirken sorunun tersi dillendirilmiyordu. Ya Rudolf’un (kurt-şeytan) öldürdüğü Cedric (Aşk), Adam’ın, Rudolf’a yani kötülüğe duyduğu aşksa ve bu ölüm Adam’ı kendisinden olan Gwyn’e (kız kardeşine), dolayısıyla kendisine yönlendirdiyse? Gwyn, Adam’a benzerliği ve kusursuzluğuyla Adam’ın kendisine duyduğu aşk’ın sadece aracısıysa?

Gwyn, doğru, dürüst, kutsanmış demek. Sözlükte erkek ismi olarak geçiyor ki bu da onun hakkında daha fazla şüpheye yol açıyor. Romana düz anlamda bakınca, Gwyn'in kardeşiyle arasındaki ilişkiyi reddettiğinde doğruyu söylemiş olması gerektiğini, yazarın da (James ya da Paul Auster) isim seçimiyle bunu ima ettiğini düşünüyorum. Aşırı bir yorumla ise erkeğin, kutsanmışa (Gwyn) yönelişinin aslında kendine yönelişi olduğunu. Kadının, Adem’den yaratılmış, türev bir varlık olmasını, binlerce yıl, eksik ve Havva’nın günahından dolayı suçlu kabul edildiğini düşünürsek, ilk erkeğin kendisine yani aslolana, kutsanmışa yönelmesi çok da mantıksız değil.


Cécile (ya da latince yazılışıyla Cecilia) latince caecus’dan türemiş, kör anlamına geliyor. Romanda da ne Adam’ın ne de Rudolf’un niyetini görmüyor. Bir tahmin yürüterek gerçekleri az çok anladığındaysa artık çok geç kalmış oluyor. Ayrıca cennetin müziğini duyduğundan, müziğin ve müzisyenlerin azizesi olan Cecilia’nın sözleriyle bitiyor roman,

“O ses beni hiç terketmeyecek. Ömrümün sonuna kadar, nerede olursam olayım, ne yaparsam yapayım, o sesler hep benimle olacak.”


İkinci anlatıcı James Freeman’ın ismi (Jacob’dan geliyor) “yerini alan kimse” demek, daha çok karşısındakini aldatıp, yerinden ederek onun yerini alan anlamında kullanılıyor ve biz Adam’ın romanının sadece James Freeman’ın adıyla basılabileceğini biliyoruz. James, bizi ya da Adam'ı aldatmış olabilir mi?
Muhtemelen evet. 

Sonuç olarak

1- insan görmek istediğini görür

2- hiçbir şey göründüğü gibi değildir

o halde gördüğümüz her şey aslında

= Görünmeyendir