reklam 1

iletişim yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iletişim yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2014 Pazar

Pnin, Vladimir Nabokov

Pnin, Vladimir Nabokov




Değerli hediyeler küçük paketlerde verilir derler ya; Nabokov da aynen öyle yapmış. Kocaman bir karakteri ve çok leziz bir hikayeyi, küçücük bir pakete sığdırmış, üstelik bir yığın sürprizle beraber. Pnin'i okurken sadece iyi bir hikaye okumuyorsunuz. Tekniği ve kurgusuyla, Nabokov'dan edebiyat dersi de alıyorsunuz. Bir yandan karakterin yaratılmasında gösterilen ustalık, diğer yandan yabancı bir dilde edebiyat ürünü veren yazarın kelime oyunları ve şiirsel betimlemeler yapacak derecede bu dile hakimiyeti, hem hikayeden hem de sanatsal bir üründen keyif almanın hoşluğunu yaşatıyor.  

Kendisi de göçmen olan ve Amerikan üniversitelerinde ders veren Nabokov, Bolşevik devriminden sonra Rusya'dan Paris'e giden (yolu bir ara İstanbul'a da düşmüş) 2. Dünya savaşının başlamasıyla Amerika'ya yerleşip bir kolejde Rusça dersleri veren Prof. Timofey Pnin'in hikayesini, yeni ve diline pek hakim olmadığı dünyada başına gelen komik durumları, “ Pninsi” davranışlarını, Rusya ve Paris' deki hayatını, yurtsuz bir çocuğun, savaş yıkıntıları arasında kalan anılarını, anekdotlardan oluşan dairesel bir kurguyla anlatıyor.

Dalgın olan dünyaydı, Pnin'e onu yola sokmak düşüyordu. Yaşamı parçalanan, kendisine saldıran, işlemeyi reddeden ya da onun varoluş alanına girdiklerinde hınzırca gözden yiten, duyusuz nesnelerle sürekli bir savaştı.”

28 Ağustos 2011 Pazar

Rua, Dam, Vale... Vladimir Nabokov



















“Berlin! Henüz tanımadığı kentin adında bile – ilk hecenin ağır gümbürtüsüyle ikinci hecenin hafif tınısında – iyi şaraplarla kötü kadınların romantik adları gibi heyecan verici bir şey vardı.”


İşte yine bir Nabokov romanı. Ve yine çok çok eğlenceli.  Bir evlilik, bir aşk,  Martha,  Dreyer  ve Franz’ın kişiliğinde bir insanlık komedisi anlatıyor. Dayı, onun çok çok güzel karısı ve dayısının yanında çalışmak için şehre gelen genç, fakir akraba... Kaçınılmaz son,  Aşk-ı Memnu şeklinde özetlenebilirse de,  Nabokov  faktörünü  hatırlamak ve eğlenceye  hazır olmak gerekiyor. Çünkü yazar, yine klasik sayılabilecek bir konuyu alıp acımasız gerçekçiliğiyle birleştiriyor. Ve belki en çok güldüğümüz şey de kendimiz ve yaşam hakkındaki romantik hayallerimizin çarparak parçalandığı, bu gerçeklik hali oluyor.

Roman, Nabokov’un 30’lu yaşlarına rastlamış ve yaklaşık yirmi  yıl sonra, İngilizce çevirisi yapılırken ciddi bir düzeltmeden geçmiş. Alman edebiyatından habersiz, Alman tanıdığı bile olmadığını söyleyen yazar, romanı için “çevrenin bilinmezliğinden doğan duygusal bağlantı yokluğu ve masal özgürlüğü, içimde kaynayan uydurma isteğine tam aradığım yanıttı” diyor. Gerçekten de dünyanın hangi köşesinde geçerse geçsin fark etmezmiş diye düşünüyor insan. Karakterlerin canlılığı, hikâyeyi çevreden soyutluyor. Aslında Dreyer, Martha ve Franz gerçek hayatta o kadar bilindik tipler ki onları roman karakterleri olarak düşünmek bir yana bu üçlünün bir araya gelmesinin böylesine komik olabileceğini hayal bile edemezdim. Yani yüzlerce kez anlatılmış bir hikâyeyi alıp, karakterlerin en sivri yönlerini üstüne basa  basa vurguluyor ama yine de çok farklı bir roman çıkıyor ortaya. Sırrı ne anlattığında değil nasıl anlattığında belki de.

Ayrıca, önsözde  tekniği  ve yazım süreci hakkında söyledikleri de  edebiyat severlerin ilgisini çekecektir düşüncesindeyim. Bunlardan bazıları , mesela,  Anna Karanina,  Madam Bovary esintileri ile  Nabokov ve karısının şöyle bir arz-ı endam ettikleri son sahneler  –konuştukları yabancı dil ve yanlarındaki kelebek ağı nedeniyle- pek zorlanmadan  anlaşılabilirken, bazıları ise acaba mı  dedirten Nabokov  gıcıklıkları olarak kalıyor. (canlı mankenler, sihirbaz Enricht sahneleri ve yine Freud)

Romanın konusu hakkında çok şey söylemek, bazı bölümlerden -mesela miyop iffetlidir- bahsetmek isterdim ama ne yazsam fazla olacak, okumak isteyenlerin keyfi kaçacak gibi geliyor. Belki kısaca işin özeti Martha’nın cümlelerinde gizli diyebilirim, bu kadarını söyleyebilirim;

“İnsanlar planlar kurarlar, çok iyi planlar kurarlar, ama bir olasılığı tamamen unuturlar; ölümü. Sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi.”

28 Temmuz 2011 Perşembe

Xavier De Maistre...



De Maistre, düşünür, macera peşinde bir gezgin ya da her ikisi ve daha pek çoğu... Alain De Botton’ın önsözüne bakarsak, 1763’de Fransa’da doğan yazarımız okumaya ve resme meraklı,  23 yaşındayken, kağıt ve telden inşa edilen bir kanatla Amerikaya uçma planları yapan hayli ilginç bir kişilik. Ama anlaşılan o ki De Maistre’nin  en başarılı buluşu bu kanatlar değil. Yaptığı düellodan sonra 42 gün oda hapsine mahkum edilen yazar  yepyeni bir gezi yöntemi bulmuş. 1790 yılında, 27 yaşındayken yazdığı Odamda Seyahat ve ikinci bölüm olarak eklediği Odamda Gece Seferi , İletişim yayınlarından çıkmış, eğlenceli, samimi, ışıl ışıl. De Maistre’nin kitabının hedef kitlesi, seyahate çıkmak için parası olmayanlar, dağ tepe dolaşmanın risklerini göze alamayanlar, para harcamak istemeyen zenginler, “Dünyadaki tüm umutsuzlar, hastalar ve can sıkıntısından muzdarip olanlar”. Seyahat için gerekenlerse başınızı sokacak bir oda ve bol miktarda hayalgücü.

De Maistre, yataktan, koltuğa,  kitaplık ve çalışma masasından duvarında  asılı resimlere yaptığı  seyahati boyunca hem bu nesnelerin pek de aklımıza gelmeyen yönlerini anlatıyor hem de onların çağrıştırdığı düşünceleri izliyor. Aynalar mesela ya da pembe-mavi bir yatak örtüsü, sevgilinin resmi, pencereden görünen yıldızlar, bir terlik, her biri yazarımızı bambaşka dünyalara, fikirlere götürmeye yetiyor. Denemeler yazmaya girişirken, koltuğunda ya da bir merdivenin tepesinde, evrenin işleyişi, insanın bir ruh ve bir hayvandan oluştuğu hakkında fikirler üretirken, Vesta rahibesini yeniden hayata döndürürken, kitaplarını ya da resimlerini anlatırken çok keyifli bir gezi olanağı sunuyor.

Susan Sontag, Odamda Seyahat için “şimdiye kadar yazılmış en canlı, en orjinal otobiyografik anlatılardan birisidir” demiş. Ama kitap otobiyografik özelliklerinin yanısıra etrafımızdaki şeylere, yaşama açık bir algıyla bakmanın ne büyük bir fark yaratacağının da kanıtı. Algının kapıları açıldığında, etrafımızı kuşatan nesnelere farklı bir gözle bakmaya başladığımızda derin düşüncenin nasıl  geliştiğini, nerelere götürdüğünü izlemek, ne kadar çok şeye alışkanlığın gözüyle baktığımızı, sıradan olanla yeni olanın, bizim için farklı olanın, sadece bakış açımızdan kaynaklandığını farketmek için yeterli.  Ne demişler, “Herşey içimizde”.

11 Şubat 2011 Cuma

Saydam Şeyler, Vladimir Nabokov




“İşte, istediğim kişi burada. Merhaba kişi! Beni işitmiyor.

Belki somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak, gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istekleriyle dengelenirdi. O zaman kişiler, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken,  tahterevallinin orta kısmında bacaklarını açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi.”

Bu cümlelerle başlayan Saydam Şeyler, okuduklarım içinde en zor Nabokov romanıydı. İşin gerçeği, 120 sayfalık bu kısacık romanı anladığımı da pek söylemem. Ama yine de bir iki cümle not düşmek istedim çünkü en az diğerleri kadar eğlenceli, şaşırtıcı ve çok da çılgın bir romandı.  

Stefan Klein’in zaman’ı anlattığı kitabından bahsetmiştim. Klein, “Beyin bir zaman makinesidir. Geçmiş ve gelecekteki yolculukların çoğunu öyle hızlı gerçekleştiririz ki, şimdiki zamandan oraya yaptığımız sıçramanın farkına bile varmayız.” diyordu. Bu seyahatlerinde, zihnin, bir takım nirengi noktalarını kullanarak zaman içinde yolunu bulduğunu, birşeyleri hatırlamaya çalıştığımızda şimdiki zamanın geçmişi dönüştürdüğünü, beynin çalışma şekli nedeniyle (şimdiki zaman 3 saniyedir) duyularımızla algıladığımız şimdiki zamanın içinde olamadığımızı, boş kalmaya dayanamayan zihnin sürekli düşünce ürettiğini kısacası şimdiki zamanın bir yanılsama olduğunu söylüyordu. İşte Saydam Şeyler’de bu fikirlerin somutlaşmış halini görüyoruz.

Karanlıkta Kahkaha, Maşenka, Cinnet ve Lujin Savunması’nda kendi gerçeklikleri içinde yaşayan karakterler yaratmıştı Nabokov. Saydam Şeyler’in Hugh Person’ı ise biraz daha uçlara gidiyor. Nabokov, zamanda seyahat için nesneleri, mekânları,insanları, koku ve tatları kısacası Saydam Şeyler’i kullanıyor. Hugh’nun zihni şimdiki zamanda geçmişi ya da geleceği yaşıyor. Bir de uyurgezer kahramanımızın  rüyaları varki durumu tamamen içinden çıkılmaz yapıyor. Diğer romanlarında yaptığı gibi Nabokov burada da Freud’u alaycı bir şekilde eleştirmeyi ihmal etmiyor. (“Şarlatan olmadıkça kim düşleri tedavi edebilir?”) Şimdiki zamanı tanımayan zihin uyku sırasında düşle gerçeği ayırd edebilir mi? ya da ikisi arasında bir fark var mı? Zihin, zamandan ve mekandan böylesine bağımsızsa belki de;
“İnanıyorum ki bu, bedensel ölümün verdiği eziyet değil, bir varlık durumundan diğerine geçmek için gerekli  zihinsel manevranın benzersiz sıkıntılarıdır.
Biliyorsun, bu kolaydır evlat.”  

30 Ocak 2011 Pazar

Lujin Savunması, Vladimir Nabokov



















Çocukluğun güvenli ve rahat sığınağından çıkıp acımasız dünyaya katılmanın zamanı geldiğinde Lujin durumdan kaçmak için elinden ne gelirse yapar. Okulda, babasının hayal ettiği gibi olmasa da, gerçekten farklı bir çocuktur. Belirgin olarak başarılı olduğu bir alan yoktur, hatta birçok derste başarısızdır. Oyunlara, çocukların şakalarına katılmaz, ne  annesine ne de babasına bir düşkünlüğü vardır. Bir parça yakınlık duyduğu tek insan teyzesidir. Sihirbazlık, yap-boz oyunları ve matematikle ilgilendikten sonra aradığı anlamı satrançta bulur. Okuldan kaçarak, teyzesinin evinde gizlice oynadığı bu oyun onun tek uğraşı haline gelir. Harika çocuk olarak şehirden şehire, turnuvadan turnuvaya koşmaya başladıktan sonra ise satranç tahtası dışında akıp giden hayatın farkında bile olmaz. En önemli rakibiyle karşılacağı turnuvayı beklerken dinlenmek üzere gittiği otelde bir kadınla tanışır -ki muhtemelen o güne kadar konuştuğu tek kadındır- ve ona kendi usulünce evlenme teklif eder. Kadın, bir sanatçı ve deha olarak gördüğü, kendisinin de bir yerlere yakıştıramadığı bu garip adamı ailesine kabul ettirmekte epeyce zorlanır çünkü hayatında satrançtan başka bir şey olmayan Lujin sohbet etmekten, gündelik hayatın gerektirdiği davranış kalıplarından, nezaket kurallarından bihaber, garip görünüşlü, garip davranan bir adamdır. Neyse,  sonunda büyük gün gelir, başlar, biter. Romanın devamında ise  Lujin’in hayatında yeni bir dönem, en büyük rakibe karşı oynanan en büyük turnuva başlar. Planlanabilir, öngörülebilir, kontrol edilebilir evreninden (gerçek yaşam =satranç) çıkmak isterken, bu kez de hamlelerini, rüya (yaşam) olarak gördüğü kontrol edilemez zamana, bilinmeyen, durdurulamayan, yönetilemeyen, “amacı gizli” güce karşı yapmak zorundadır.
 
Nabokov, romana yazdığı önsözde, ilgi alanı olan satrancı Lujin Savunması’ında kullanırken, “... bir bahçe tasvirini, bir yolculuğu, sıradan bir dizi olayı usta bir satranç oyununa benzer özelliklerle donatmaktan ve özellikle de son bölümleri zavallı adamın aklını içten içe yok eden bildik bir satranç hücumuna benzetmekten büyük bir keyif aldım.” diyor.  Ve ayrıca aynı temayı romanın genelinde de kullandığını, “... efektlerin zincir gibi birbirine bağlanışı bu çekici romanın temel yapısında” olduğunu söylüyor. Nitekim okuyucu (yani ben) bu kurguyu hayranlıkla takip edip, halkaların birbirine bağlanışını izlerken, hikâyenin, karakterlerin üstünde başka bir boyutta gezindiğini hissediyor. Zaman içindeki sıçramalar, sanki tahtanın üstündeki başka bir taşa hamle yaptırır  gibi bir karakterden diğerine geçişteki ustalık nasıl anlatılır bilmiyorum. Romanı baştan sona  nefes almadan okuduğumu söyleyebilirim sadece. Ayrıca diğer bir konu da yazarın önsözde belirttiği gibi Lujin'in diğer romanlarındaki karakterlerden daha “sıcak” olması. Nabokov alaycılığı yine elden bırakmıyor ama bu kez o kadar soğuk değil.  

Her Nabokov romanından sonra adet edindiğim üzere, Lujin Savunması'nın da, ölmeden önce okunacaklar listesinde kesinlikle ilk beşte olması gereken, Nabokov dalga geçse de farklı bakış açılarıyla birçok yönden yorumlanabilecek, tekrar tekrar okumaktan bıkılmayacak müthiş bir roman olduğunu eklemek isterim.  

“Ulaşmaya çalıştığı giz basitlikti, uyumlu basitlik, insanı en karmaşık büyüden daha fazla etkileyen...”

14 Ocak 2011 Cuma

Cinnet, Vladimir Nabokov

















Karanlıkta Kahkaha ve Maşenka’dan sonra üçüncü Nabokov romanım Cinnet oldu. Yazarın  ilk romanı olan Maşenka 1926’da basılmış. Nabokov’un, yazdığı önsözden onun için  ilk roman olmanın ötesinde bir yeri olduğu anlaşılıyor. Maşenka, Berlin’de,  bir pansiyonda yaşayan Rus göçmenlerin  beklenti ve hayallerle geçen dört gününü anlatıyor. Ana karakterimiz Ganin’in ilk aşk macerasını (!!) o günlerin Rusyası eşliğinde takip ediyoruz (ya da tam tersi).

Cinnet’de yine Berlin’de yaşayan Rus göçmenleri görsek de Maşenka’dan farklı bir romanla karşılaşıyoruz. Roman, ancak sonlarına doğru öğreneceğimiz  bir cinayeti anlatıyor. Aslında, herşey olup bittikten sonra yazılan, olayların gidişatını izlememiz, bir sanatçının eserine gereken saygıyı göstermemiz için yapılan bir tür açıklama. Yaşadığı olayı, üslubu hakkındaki sorunları da dahil, okuyucuyla konuşur gibi, aralara kurgu hatıralar da serpiştirerek, edebiyat, Tanrı, kader, Marksizm, SSCB, felsefe ve daha birçok konu hakkındaki fikirlerini aktardığı bu roman, yeteneğinden kuşku duymayan hevesli yazarımız Hermann’ın ilk ve muhtemelen son eseri. 

Hermann, bir çikolata pazarlamacısı. Zeki ve güzel olmayan karısı ve karısının yeteneksiz bir ressam olan kuzeniyle geçirdiği çok sakin bir hayatı var. Ama bu sakin hayatın görünüşten ibaret olduğunu, yazarın yani anlatıcımız Hermann’ın iç dünyasının her an patlamaya hazır halini ilk sayfalardan itibaren anlıyoruz. Neyseki gerekli olan “ilham” fazla gecikmiyor ve Hermann iş için gittiği Prag’da dolaşırken kendisine tıpatıp benzeyen Felix’le karşılaşıyor. Neredeyse iflas etmek üzere olan ve yaşadığı tekdüze hayattan fena halde sıkılan yazarımızın aklına bir fikir geliyor. 

Nabokov romanlarından bahsetmek çok zor. (galiba her romanından sonra aynı cümleyi tekrarlayacağım). Ama sanırım gerçek sorun (bizim için)onun romanlarının bir iki cümleyle özetlenebilecek bir ana fikire sahip olmayışları ve bizim hayatımız boyunca tam tersi yönde bir eğitimden geçmemiz. Hiç de sıradışı olmayan bir hikâyeyi sıradışı biçimde anlatıyor ve karakterler yine Karanlıkta Kahkaha ve Maşenka’daki olduğu gibi Cinnet’te de sadece dışardan izlemenize izin verilen, bağ kurmanızın imkansız olduğu insanlardan oluşuyor. Ama bıraktıkları etkinin nedeni de işte bu özellikleri sayesinde Nabokov’un Cinnet’e yazdığı önsözden de anlaşıldığı gibi yazarın iyi edebiyat- iyi okur anlayışını romanlarına yansıtmadaki başarısından kaynaklanıyor.

Belki de Nabokov’un cümleleriyle Cinnet şöyle bir roman (değil) demek daha mantıklı olacak:

“Cinnet diğer kitaplarımın akrabasıdır ve onlar gibi ne bir toplumsal eleştiri içerir, ne de koşa koşa getirdiği ağzına sıkıştırılmış bir mesajı vardır. Ne insanın ruhsal organını uyarır ne de insanlığa doğru çıkış kapısını gösterir. Heyecanlı propagandayla yuhalanma arasındaki kısa yankı koridorunda öylesine kendinden geçerek alkışlanan ağır, kaba romanlardan daha az fikir içerir...” 

Ya da 

“Her ihtimale karşın, edebiyat “okulları” uzmanlarının bu sefer “Alman İzlenimcileri etkisi” ni rastgele işe karıştırmaktan geri durmaları gerektiğini ekleyeyim: Almanca bilmiyorum ve İzlenimcileri hiç okumadım- her kimseler. Öte yandan, Fransızca biliyorum ve birileri çıkıp da benim Hermann’a “varoluşçuluğun babası” diyecek mi diye merakla bekliyorum”

Sanat için Sanat!!! Kısacası son sayfalarını okur okumaz Cinnet ve Maşenka yeniden okunması gerekenler listemde birinci sıraya yükseldiler. Her iki roman, ama özellikle Cinnet çoğu kısmını tekrar tekrar okumama rağmen yine de takip edilmesi gereken izler, yepyeni tatlar bırakarak bitti. Çok çok eğlendim hatta bir sürü betimlemesine saatlerce güldüm. Nabokov’u, kurgu ve anlatım biçimi, sivri zekası, hayalgücü, kelimeleri kullanmadaki yeteneği ve özellikle mizah anlayışı sebebiyle bir kez daha çok sevdim. 


5 Aralık 2010 Pazar

Erken Kaybedenler, Emrah Serbes



















Tanımadığım yazarları, yeni çıkan kitapları denerken yarım bıraktıklarımında haddi hesabı olmuyor dolayısıyla, ama yine de bu aralar bir cesaret rafların arasında maceradan maceraya koşturuyorum. Gerçi bu yeni ruh halime rağmen Behzat Ç. dizi olmasaydı ve yazarını öğrenmemiş olsaydım bu kitabı okumayı istermiydim çok da emin değilim. Dördüncü baskısını yapmış olduğunu da göz önüne alınca belki ancak altı, yedi hatta sekizinci baskıda alıp okurdum, gerçi o bile şüpheli ya neyse.  

İlk bakışta, konusu itibariyle, yani ergenler özellikle de erkek ergenler hakkında bir şeyler okumak pek de iç açıcı değildi benim için. Erkek kardeşle büyüyenler anlarlar bu durumu. O dönemleri hiç de sevimli değildir. Hayatınızı zehir eder, ailenin tüm ilgisini üzerine çeker, bir huzur vermezler. Kız evlat olarak sürekli “ne olacak bu çocuğun hali” muhabbetine maruz kalır, aranızdaki yaş farkı az olmasına ve aslında siz de ergenlik denen garip ruh hali içinde bulunmanıza rağmen bir acele  büyümek zorunda bırakılıp, onun sorumluluğunu da taşırsınız. Kavgalarda hep alttan almak durumunda kaldığınız yetmezmiş gibi  bir de anne- babayla,  hiç de hoşlanmadığınız bu yarı vahşi kişi arasında ara buluculuk yapmak gibi görev yüklenir üstünüze.

İşte böyle, evdeki erkek ergen meselesi düşündükçe hala sinir bozan bir durum olsa da Erken Kaybedenleri okurken, sekiz yaşından on yedisine, karakterlerin birinci tekilden anlattıkları hikayeleriyle çok eğlendim ama sanırım biraz da intikam hissiyle hiç de üzülemedim hallerine. (tamam peki üzüldüm ama çok değil).  

Sekiz hikaye var kitapta. Tabi ki karakterlerin o büyümüş de küçülmüş hallerinin, erkek ergen tabiatını bu konuda genellemeye gidecek kadar yansıtıp yansıtmadığını bilemem ama kimi zaman yaşlarıyla pek de bağdaştıramadığımdan, yedisinde neyse yetmişinde de o diye düşünmekten kendimi alamadığım cümlelerde, özellikle de kadınlar hakkındaki sabit fikirlerin benzerliğini gördükçe bunların ergenlikle değil de erkek olmakla mı bir ilgisi var acaba sorusu da aklıma gelmedi değil. Bir de, futbol oynayan çocukların yedinci kattaki evimize kadar duyurdukları küfürlerden olsa gerek kitaptaki küfür durumunu bile yadırgamadım ama on üç yaşında bir erkek çocuk,

“Böyle kızlar çıtı pıtı oluyorlar, güzelliklerinin bilincine tam olarak varamamaktan kaynaklanan bir şaşkınlıkla bakıyorlar ya çevrelerine, bitiyorum. Denizden yeni çıkmış Tanrıçalar misali, bunların mitolojileri bile ayrı bir güzel oluyor” 

gibi bir cümle sarfettiğinde, açıkçası bunu hayal bile edemediğimden, hatta duyacak olsam fena halde korkacağıma emin olduğumdan bana biraz fazla geldi. Neyse, belki de ben yaşlandım ve gençler artık böyle konuşuyorlar bilemiyorum. Gerçi, anlatımı çok akıcı olduğundan bu tür detaylara takılmadan, çok da severek okudum kitabı. Ve hormonları tarafından yönetilen, çocuk muamelesi görmesine rağmen yetişkin gibi davranması beklenen, erkek olmakla birey olmak arasında bir yerlerde takılıp kalmış, maço tavırların altında kırılgan ruhlar taşıyan, bu yalnız, küçük adamların komik ama aynı zamanda hüzünlü hikayeleri bir miktar sempati bile yarattı diyebilirim.

Tereddüt edenler için bir tür teşvik olarak, Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını okuyup sevenlerin, Erken Kaybedenler’den de, Emrah Serbes’in tarzından ve eğlenceli karakterlerinden de çok keyif alacağını söyleyebilirim.

5 Kasım 2010 Cuma

Karanlıkta Kahkaha, Vladimir Nabokov













“Bir zamanlar, Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi, saygındı, mutluydu; günün birinde gencecik bir metres uğruna karısını terketti; sevdi, sevilmedi; ve yaşamı felaketle son buldu.”
cümleleriyle başlayan roman hakkında daha fazla spoiler vermeden ne söylenebilir ki? İnsan neden okur sonunu bildiği bir romanı? Çünkü
bu cümlelerin devamında Nabokov’un yazdığı gibi;“...her ne kadar bir insan yaşamının özeti, yosunla çerçevelenmiş olarak, bir mezar taşının üstüne kolayca sığarsa da, ayrıntılar her zaman hoşa gider.” Ve böyle bir girişten sonra, okuyucu (yani ben), gayet orijinal bir yazarla karşı karşıya olduğunu sezer ve sayfalar ilerledikçe bunun sadece bir başlangıç olduğunu anlar. 

Nabokov bir türlü cesaret edip de okuyamadığım yazarlar listemdeydi. On yıllar sonra üşengeçliğimi yenip gittiğim Tüyap’da  gıcır gıcır, fırından yeni  çıkmış gibi duran kitaplarına rastlayınca, arka kapaktaki -“Nabokov’un insan yalnızlığı konusundaki en soğuk romanlardan biridir”- yoruma rağmen, ismine bakıp, belki de komiktir diyerek aldım Karanlıkta Kahkaha'yı. Ve, hani derler ya  “bir solukta” okuduktan sonra Nabokov romanlarının hepsini  toplayıp eve getirmediğime pişman oldum.  

Evet, Karanlıkta Kahkaha okuduğum en soğuk romanlardan, Nabokov ise en acımasız yazarlardan biri. Bol bol eleştirilen Flaubert bile Emma’ya bu kadar kötü davranmamış, arada bir şefkat göstermişken, Nabokov, ne kendisi yaklaşıyor karakterlerine ne de sizin onlarla duygusal bağ kurmanıza izin veriyor. Karakterlerinin hiç birini sevmiyor, nefret etmiyor  ya da acımıyorsunuz çünkü yazarda onlara karşı bu türden hisler beslemiyor. Ola ki birine acımaya başladınız, hemen onunla dalga geçiyor; zeki ve dolayısıyla çekici karakter rezil biçimde kötü, iyi olan beceriksiz ve saf  görünüyor.  Ayrıca garip biçimde romanın geneline hakim olan bir tür duygu eksikliği fark ediliyor. Sadece karakterlerle değil anlatım diliyle de, onların hislerine, aradaki mesafeyi kapatacak kadar yani gerektiğinden fazla yoğunlaşmanıza engel oluyor.

İnsanoğlunun çelişkilerini, zayıflıklarını, kötülüğünü bir bir  ortaya dökerken parantez içi yorumlarla da sadece izleyici olduğunuzu hatırlatıyor, sizi hikâyenin dışında bırakarak tarafsızlığınızı korumaya zorluyor. Belki de, Nabokov’un, karakterlerin ne hissettiğinden çok ne düşündüklerini gösteren bu tavrı  romanı böyle ironik, acımasız ve eğlenceli yapıyor.  

Henüz diğer romanlarını okumadım ama sanırım Nabokov kendi edebiyat anlayışını  ve romandaki soğukluğun altında yatan düşünceyi, karakterleri aracılığıyla ortaya koyuyor. Meselâ Albinus, bir sohbet sırasında yazar Conrad’ın romanlarını;

Büyük, evrensel bir yazar olmamasının tek sebebi-...- toplumsal sorunları göz ardı etmesi, dikkate almaması. Oysa müthiş toplumsal değişimlerin yaşandığı çağımızda bu, utanç verici, hatta günah sayılabilecek bir şey”  

cümleleriyle eleştirirken, romanlar üstüne tartıştıkları bölümde, Conrad’ın, kendi romanlarını;

“Bir edebiyat hemen hemen yalnızca Yaşam’dan ve Yaşamlar’dan besleniyorsa, ölmeye yüz tutmuş demektir. Freud’a bağlı kalan romanlardan ya da sakin kır yaşamını resmeden romanlardan hiç hazzetmiyorum”

diyerek savunması Karanlıkta Kahkaha’nın psikolojiden ve toplumsal devinimden uzak yapısının nedenini açıklıyor.  

Ayrıca Nabokov’un yaşamı da, onun bu romanındaki karakterlerin birden fazlasıyla arasında benzerlikler olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Varlıklı, aristokrat bir aileden gelen, iyi eğitimli, kültürlü yazarımız, hayatın gerçeklerinden nasibini almamış, kendi kozasında yaşayan ama bulunduğu çevrenin ahlaki değerlerine uygun düşmeyen tutkulara sahip sanat eleştirmeni Albinus karakteriyle, kendisinin de bir parçası olduğu değerler sistemini gülünç duruma düşürüyor. Sanat çevresine karşı alaycı, küçümseyici olan Rex karakteri ise romanın daha doğrusu yazarının anlatı boyunca sergilediği tarza çok yakın olduğundan ister istemez Nabokov’un bu topluluğa bakışı hakkında tahmin yürütmenize sebep oluyor.  

Karanlıkta Kahkaha, önce Rusça olarak Kamera Obskura adıyla yayımlanmış, sonraki yıllarda bir parça değiştirilerek yine Nabokov tarafından İngilizceye çevrilmiş. Bizde ise İletişim yayınlarından çıkan son baskısının gayet akıcı ve keyifli çevirisini Pınar Kür yapmış (ama belki bisiklet didonu yerine gidonu, ahçı yerine aşçı kelimesi kullanılsa daha iyi olurmuş). Daha çok ona ün kazandıran Lolita romanıyla tanınan Nabokov,  sayamadığım kadar çok roman, şiir, eleştiri yazmış. Zooloji eğitimi alan yazar kelebek uzmanı olmasıyla ve satranç bilmecelerine ilgisiyle ünlüymüş. 1899’da Rusyada başlayan hayatı, İngiltere, Almanya ve Amerika’dan sonra yerleştiği İsviçre’de 1977 yılında sona ermiş.

Sonuç olarak, yazarın en popüler romanlarından değilse de, okunası, gülünesi ve ibret alınası bir eser olan Karanlıkta Kahkaha’yı, her kitaba böyle ilgi göstermeyen kedicim Şeker de şiddetle tavsiye ediyor.

22 Şubat 2010 Pazartesi

BARBARA PYM’ in KADINLARI

Barbara Pym'in "Kusursuz Kadınlar" ını ilk okuduğumda mükemmel bir film olurdu diye düşünmüştüm. Aradan epey zaman ve bolca roman geçmesine rağmen diyalogların daha doğrusu Mildred'ın monologlarının çoğunu hala hatırlayabiliyor, karakterleri, sahneleri gözümde canlandırabiliyorum. İyi roman bu tür bir etki mi yaratmalı bilemem ama Kusursuz Kadınlar böyle bir roman. Birkaç gün önce, Barbara Pym'in diğer kadın karakterleri ile tanışmamı sağlayan iki romanını, "Karşılık Görmeyen Aşklar" ve "Sonbahar Kuarteti" ni buldum. Favorim hala Kusursuz Kadınlar olsa da her iki romanıda çok sevdim.

"Kusursuz Kadınlar", Barbara Pym'in yayımlanan ikinci romanı. Savaş sırasında katıldığı donanmadaki kadın subaylar ile savaştan sonra çalıştığı Afrika enstitüsünde karşılaştığı antropologlar hakkındaki gözlemlerinden oldukça yararlanmış bu romanında. Ana karakterimiz Mildred, 30 yaşını geçmiş, hiç evlenmemiş, ailevi bağı bulunmayan, gününün yarısını muhtaç kadınlara yardım derneğinde, kalan zamanını da kilisedeki işlerle geçiren, kimseden bir beklentisi olmayan ya da öyleymiş gibi görünen ama ihtiyaç duyulduğunda daima orada olduğu bilinen "kusursuz" kadınlardan. Romanın ikinci sayfasında, kendisini "sıradan kadınlara ümit veren", "hikâyelerini birinci tekil şahıs kullanarak anlatan Jane Eyre'den" ayırsa da bence anlatıyı diğerlerinden farklı ve eğlenceli yapan en önemli özelliği birinci tekil şahıs kullanılarak yazılmış olması. Bir tarafta Mildred'ın sakin görüntüsü diğer tarafta samimi itirafları ve ironik bir dille aktardığı isabetli yorumları tam bir zıtlık yaratıyor.


Karşılık Görmeyen Aşklar 1961’ de yayımlanmış. Dulcie, 30'lu yaşları geçmiş, “kendisinden daha zeki insanlar için basit, takdir görmeyen” işler yaparak geçinen, evliliğin kapısından dönmüş ve Mildred gibi "ihtiyaç duyulduğunda" akla gelen "kusursuz" bir kadın. Başkalarının hayatını yaşamanın daha güvenli ve rahat olduğuna kendini inandırmaya çalışsa da aşkı, evliliği, ilişkileri, kadınları ve erkekleri araştırmacı bakış açısıyla sorgulamaktan vazgeçemiyor.

Barbara Pym,1971'de göğüs kanseri olduğunu öğrendikten sonra yazmış Sonbahar Kuarteti'ni. Aynı ofiste çalışan, altmış yaşlarında, yalnız yaşayan ve yakın akrabaları olmayan, çalıştıkları yıllar içinde birlikte öğle yemeği bile yemeyen, birbirlerinin hayatına belirli bir mesafeden bakmayı görev bilen iki erkek ve iki kadın. Romanın kadın kahramanları, Letty ve Marcia, emekli olduktan sonra yeni hayatlarına alışmaya çalışırken, yalnızlıkla ve ölümle pek de kendilerinden beklenmeyecek bir şekilde yüzleşiyorlar.

Birçok açıdan Jane Austen'e benzetiliyor Barbara Pym. Her ikisininde romanlarında yaşantı ve gözlemlerin yeri büyük, kullandıkları ironik dil de diğer bir ortak nokta. Barbara Pym’de Jane Austen gibi "sıradan hayatların" yazarı olarak biliniyor. Bence aralarındaki en büyük fark roman karakterleri. Pym'in kadınları orta yaşı geçene kadar romantik hayallerle yaşarken, Austen kadınları gerçeğe daha erken yaşlarda vakıf oluyorlar. Belki bu yüzden, Austen romanları "mutlu sonlarla" biterken, Pym'in romanları geride sadece bir takım ihtimaller bırakıyor. Sonbahar Kuarteti' nde Letty' nin de söylediği gibi "... hayatın hala değişim yönünde sonsuz olasılıklar sunabileceğini" hissettiriyorlar. Diğer romanlarının çevirilerininde yapılması dileğiyle...

Yazar Hakkında:

Barbara Pym, 1913'de doğmuş. İlk romanı "Young Men in Fancy Dress" i on altı yaşında yazmış. On sekiz yaşında Oxford, St. Hilda kolejde İngiliz edebiyatı okumaya başlamış. Okulu bitirdikten sonra İkinci dünya savaşı sırasında deniz kuvvetlerinde çalışmış. Savaştan sonra Uluslararası Afrika Enstitüsünde işe başlamış ve kısa süre sonra burada yayımlanan derginin editör yardımcısı olmuş. 1950'de "Some Tame Gazelle" in basımıyla yazar olarak tanınmaya başlamış. 1952'de "Kusursuz Kadınlar" (Excellent Women), 1953'de "Jane and Prudence" 1955'de "Less Than Angels" 1958'de "A Glass of Blessings" ve 1961'de Karşılık Görmeyen Aşklar" (No Fond Return of Love) yayımlanmış. 1963'de yazdığı "Unsuitable Attachment" zamanın gerisinde kaldığı, gerekçesiyle sadece kendi yayıncısı değil kitabı gönderdiği diğer yirmi yayıncı tarafından da reddedilmiş. Pym, yazdıklarından kimsenin hoşlanmayacağını düşünse de roman yazmaya devam etmiş. Kendisinden on yedi yaş küçük birisiyle yaşadığı ilişkiden esinlenerek yazdığı "The Sweet Dove Died" da yayımlanamamış. 1971'de göğüs kanseri olduğunu öğrenmiş ve ameliyattan sonra enstitüden emekli olup kız kardeşiyle şehir dışında yaşamaya başlamış. "Sonbahar Kuarteti"ni de (Quartet in Autumn) bu dönemde yazmış ama yine reddedilmiş. Kaderi 1977'de Times Literary Supplement'de önemli eleştirmenlerce "yüzyılın değeri bilinmeyen yazarı" olarak adlandırılmasından sonra değişmiş. Önce "Sonbahar Kuarteti" ardından "The Sweet Dove Died" basılmış her iki romanda eleştirmenlerden büyük övgü almış ve sonra tüm romanları yeniden yayımlanıp birçok dile çevrilmiş. Ama kadere bakın ki kanser tekrar ortaya çıkmış ve tedaviye cevap vermemiş. Son romanı "A Few Green Leaves"i ölümünden kısa bir süre önce bitirebilmiş. Barbara Pym 1980'de altmış altı yaşında göğüs kanserinden ölmüş.