reklam 1

29 Temmuz 2010 Perşembe

Lie to Me

“İntihar bombacısı veya bir evhanımı da olsak duygularımızı ifade edişimiz ortak, gerçek yüzümüze kazınmış” böyle diyor “Lie to Me” nin kahramanı Dr. Lightman (Tim Roth).

Dizinin danışmanlığını da yapan davranış bilimci Dr. Paul Ekman'ın hayatından esinlenerek yaratılan Carl Lightman, ekibiyle birlikte FBI, CIA gibi seçkin Amerikan kurumlarına, suçluları bulması için yardım ederken, ortada bir yalan varsa şıppadanak anlayıp olayı çözüyor. Her bölümünde farklı maceraların yaşandığı dizinin öğretici ve eğlenceli olan ilk sezonunda yalan konusunda uzmanlaşıp ikinci sezonda yalan söyleyeni kolayca anladığınızdan devamı biraz sıkıcı olsa da takip edilmeye değer bir dizi olduğunu söyleyebilirim.


“Gerçek mi?, Mutluluk mu? İkisi bir arada olmuyor Lightman’a göre. Tercih şansımızı genellikle mutluluktan yana kullanma eğilimimizin ağır bastığına inansam da arada bir gerçeğe ihtiyaç duyma ihtimalimize karşı Ligthman’dan birkaç öneriyi akılda tutmak faydalı olabilir düşüncesindeyim. “Mikro ifadeleri” izlemek, geniş bir kullanım alanına sahip. Özel ilişkilerde olduğu kadar daha genel konularda karar verirken de başvurulabilecek bir yöntem. Katil ya da teröristleri yakalamak gibi bir göreviniz olmasa da sevgilinizin, eşinizin ya da çocuğunuzun yalan söylediğini anlayabileceğiniz gibi şirket sahiplerinin açıklamalarını izleyerek yatırım yapıp, seçim konuşmalarına bakarak hangi politikacının daha samimi olduğuna karar verebiliyorsunuz. Ama herkes için aynı olsa da, öğrendiğime göre yüzümüzdeki 43 kas, kombinasyonla on bin farklı ifade ürettiğinden yöntem pek de öyle kolayca uygulanamıyor. Eğer dizideki gibi video kaydı yapamıyor, ses titreşimlerini analiz edemiyor ya da gizli dosyalara ulaşamıyorsanız başarılı yalan analizleri için daha fazla alıştırma yapmanız gerekiyor. İpuçları şöyle:



Öncelikle nedenini öğrenmeden birinin yalan söylediğini anlamak kolay değil. Elinizde yalana neden oluşturabilecek bir olay, en azından bir takım teoriler olması gerekli. Sonra da soruları dikkatli seçmeli, doğrudan sormalı ama korku verecek şekilde de davranmamalısınız ki deneğiniz tehdit altında olduğunu hissetmemeli. Çünkü nasıl sorulduğu, ne sorulduğu kadar önemli ve karşınızdakine sadece korku verirseniz yüzünde başka bir ifade oluşmadığından doğru söyleyip söylemediğini de anlayamıyorsunuz. Bu dengeyi kurduktan sonra ise hepimizde aynı olan mikro ifadelere başvurarak yalan ya da doğru söylediğini anlamanız kolaylaşıyor.

Bir soru karşısında gözlerini kaçırıyorsa bu onun olayı hatırlayıp doğruyu söylemek istediğini gösteriyor ki bence yalanla karıştırılması çok kolay bir ifade. Ama sanıldığının aksine yalan söyleyen insanların, yalanına inanılıp inanılmadığını anlamak için karşısındakiyle daha fazla göz teması kurduğu ilkesinden yola çıkarak gözlerini kaçıranların büyük ihtimalle yalan söylemiyor olduğunu akılda tutmak gerek.
Kesin ve kısa bir soruya uzun cevap vermek yalan belirtisi sayılıyor. Bu durumda eğer yalan söylediğinden eminseniz deneğinizden, söylediklerini tersten tekrar etmesini isteyerek sağlamasını yapma şansınız var. Çünkü insanlar önceden düşünüp hazırladıkları yalanları tersten, aynı sırayla söyleyemiyor.

 
Kalkık ve birbirine yaklaşmış kaşlar korku, yatık kaşlar üzüntü belirtisi ki bunlar, korktuğu ya da üzüldüğü için yalan söylediğinin anlaşılmasını sağlıyor. Kaşların yukarı kalkması ise aslında sorulan sorunun cevabını bildiğini ama doğruyu söylemediğini gösteriyor.

Elleri ovuşturmak, deneğinizin kendisini sakinleştirmeye çalıştığının göstergesiyken, tepkisel geri çekilme, konuşurken enseye, saate, küpeye, saça dokunmak bir nevi kalkan işlevi görüyor. Doğru söylerken ellerin kullanılması dizide görselleştirme olarak adlandırılıyor. Ellerini kullanarak sözcükleri görselleştirenler doğru söylerken, ellerini saçlarına enselerine küpe ya da yüzüklerine dokunduranların yalan söyledikleri düşünülüyor. Eğer deneğiniz parmaklarını dudaklarına bastırıyorsa ya da dudaklarını sıkı sıkı kapatıyorsa doğruyu söylememek için kendisini susturmaya çalışıyor, bakışları kaçırıp yere  çeviriyorsa suçluluk hissediyor demektir.

Bir şeyler uydurmaya çalışırken akıl çok karışıyor ve vücutla uyumlu hareket edemiyor. Bu durumda denek başını, evet derken hayır, hayır derken evet anlamında sallayabiliyor. Ya da şekilde görüldüğü gibi parmak bir yeri işaret ederken gözler başka tarafa bakıyor. Kısacası akılla vücut ayrılıyor, vücut hareketleriyle ağızdan çıkan kelimeler uyumsuz oluyor.

Siz tüm yalan belirtilerini görebilmek için sorular sorarken deneğinizin burun delikleri genişliyor, kaşları çatılıyor ise bunun kızgınlık ifadesi olduğunu akılda tutmak sanırım acemiler için faydalı olur ve bu durumda diğer deneklere geçmek de en mantıklı harekettir. Ama çalışmalarınız aksayacak diye üzülmeyin çünkü Lightman’ın söylediğine göre “istatistiki olarak sıradan biri on dakikalık konuşmada üç kez yalan söylüyor” muş ki bu da tecrübe edinmek için karşımıza çokça fırsat çıkacak demek.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Frankenstein, Mary Shelley

Orjinal adı “Frankenstein or Modern Prometheus” olan roman ilk olarak 1818 de basılmış. Yazarı, Mary Shelley, daha doğrusu “Mary Wollstonecraft Godwin Shelley” 1797 de Londra’da doğmuş. Feminist-yazar anne (Mary Wollstonecraft) ve yazar-düşünür-yayımcı babanın (William Godwin-Tales from Shakespeare'in de yayımcısı) çocuğu. Annesi doğum sırasında ölünce babası tarafından yetiştirilmiş. Şair Percy Shelley ile tanışmasından sonra evi terk ederek onunla birlikte yaşamaya başlamış.

1816’da, sevgilisiyle yaptığı yolculukta, kötü hava şartları nedeniyle şair Lord Byron’ın İsveç dağlarındaki evinden çıkamadıkları ve Alman hayalet hikâyelerine benzeyen hikâyeler tasarlayarak eğlendikleri günlerde yazmaya başlamış Frankenstein’ı. 1 Ocak 1818’ de yayımlanan romanda Mary Shelley’nin adı kullanılmamış, daha sonra ise 19 yaşında, böyle bir romanı yazabilmek için ne tür bir hayal gücünün olması gerektiği sıkça tartışma konusu yapılmış.

Romanın orjinal adından yola çıkarsak (Frankenstein or Modern Prometheus”), Yunan mitolojisinde Prometheus tanrıların adaletsizliğinden, keyfi davranışlarından nefret ettiği için Zeus’a inat olsun diye balçıktan insan (erkek) yaratıp, ona, tanrılardan çaldığı ateşi yani bilgiyi ve uygarlığı verdiğinden Zeus tarafından cezalandırılır. Victor Frankenstein’da annesinin ölümünden sonra doğaya ya da tanrıya karşı isyan bayrağını açar -bu şeytanca el kimden sevdiklerini koparmamıştı ki!-. İnsan ırkının aksine mutlu ve mükemmel bir tür yaratma hayaliyle kendini, cansız maddelere hayat verebilme amacına adar.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Animal Triste, Monika Maron

Nisan ayında Alef yayınlarından çıkan Animal Triste, 1941 doğumlu yazarın dördüncü romanıymış. Hakkında en ufak fikrim olmadan sadece kapağını ve adını beğenerek aldığım kitaplardan ve sanırım Monika Maron da okuduğum ilk Alman yazar.

Temelde bir aşk hikâyesi anlatsa da sayfa sayısından beklenmeyecek zenginliğine sahip ve farklı pek çok açıdan okunabilecek romanı ne kadar çok sevdiğimi anlatabilmenin yolunu bir türlü bulamadım. Ne yazarsam yazayım anlatının güzelliğini hissettiğim gibi aktaramama korkusuyla iki kelimeyi bir araya getiremiyorum. Konusu hemen hemen şöyle bir şey:

İsmini bilmediğimiz anlatıcı, yüz belki de doksan yaşlarında bir kadın. Çocukluk
çağı, İkinci dünya savaşının sonlarına rastlamış. Doğu Almanya’da geçen gençlik ve yetişkinlik yılları sonrasında duvarın yıkılmasıyla başlayan değişime tanıklık etmiş. Yaşayamadığı gençlik aşkıyla, bu sıralarda, “hayatta aşktan başka kaçırılacak bir şey olmadığını” anladığı bir dönemde karşılaşmış. 

Unutmak ruhun bayılmasıdır diyor anlatıcı, hatırlamanınsa, yaşananları yeniden icat etmek olduğunu söylüyor tıpkı çalıştığı müzedeki dinazor Brachiosaurus’un şans eseri bulunan birkaç kemik parçası sayesine yeniden yaratılması gibi o da hayatını, aşık olduğu adamla yaşadığı anları bir araya getirerek oluşturuyor. Hatırlamaya değer gördükleri sadece onunla ilgili olanlar diğer her şeyi unutmuş, kızını, kocasını, hatta kendi yaşını. Sevgilisinin çıkıp gittiği sonbahar akşamından beri, son kırk ya da elli yılını, döneceğini umut etmeden bekleyerek, bu aşkı tekrar tekrar üreterek, hatırlayarak, yeniden üreterek geçirmiş. Ve son kez hatırlamak, her şeyi hatırlamak istiyor. 

Diyor ki;

“Mümkün olanı gerçekleşmiş olandan ayırmak zor geliyor bana. Yıllar boyunca mümkün olan her şeyi gerçekleşmiş olan her şeyle karıştırdım ve birleştirdim, düşünülmüş olanı söylenmiş olanla, gelecektekini hiç unutulmamış olanla, umut edilmiş olanı korkulmuş olanla, ama yine hep aynı hikâye kaldı geride. Son çok açıktır ve her şeyi belirler, son düzeltilemez. Bu yüzden unuttum onu.”

Romanda, hatırlamak için çaba gösterdiği de işte bu açık, düzeltilemez son. Anlatıcı nihai noktaya yine olabilecek olanı, olmuş olanı ve olması gerekeni birleştirerek ulaşırken okuyucuyu da kesintisiz bir merak ve zevkle hikâyesine katıyor. Savaşı, çocukluğu, babaların eve dönüşünü, kadın olmayı, evliliği, anneliği, yaşlılığı, karıncaları ve dinazorları, doğuyu, batıyı, kıskançlığı, aşkı, insanca ama daha çok kadınca bir bakışla anlatıyor. 

Acaba aşk, nesnesi olmadan daha mı yaşanası? yazarın söylediği gibi "içimizdeki son tabiat kalıntısı" uygar dünya ile bağdaşmayan bir kavram mı?, girişi olan, çıkışı olmayan yer mi? Bir cümle ile yıkılabilecek kadar naif ama bizi sınırlara sürükleyecek kadar güçlü mü? Belki evet belki hayır. Belki yaşayıp görmek ama kesinlikle bu romanı okumak gerek.

7 Mayıs 2010 Cuma

Hıdrellez



Şenliklere galiba en son üç yıl önce gitmiştim o zaman Ahırkapı sokaklarında yapılıyordu. Biraz ezilmiş, pek fazla bir şey duyamamış, aç kalmış, yine de çok eğlenmiştim. Epeyce bir aradan sonra bu yıl, güzel havanın ama daha çok çalışmıyor olmanın getirdiği hevesle attım kendimi sokaklara. Akşamüzeri, Sultanahmet meydanına gelen müzik gruplarıyla birlikte Ahırkapı'ya doğru yürürken kendimi masaldaki kavalcının peşine takılmış çocuklardan biri gibi hissettim. Alan çok genişti, muhtemelen bazı köşeleri göremedim bile. Çok neşeli, çok müzikli ve çooookk kalabalıktı. Biliyorum, çimlerde rahat rahat oturmanın, itişip kakışmadan ferah ferah müzik dinlemenin ve eğlenmenin konforu başka ve eminim ki o kalabalık, o daracık sokaklara asla sığmazdı ama yine de aması var, malesef ilk gittiğim yılın tadını pek bulamadım, hıdrellezden çok üniversitelerin bahar şenliklerine benzettim, ruhunu Ahırkapı’nın sokaklarında bırakmış, steril bir organizasyon havasındaydı. 11. Hıdrellez şenliğiyle, henüz tahmin ettiğim kadar yaşlanmadığımı, eğlencenin hakkını vermek için bir parça sefalet çekmeye razı olduğumu anladım (insanoğluna yaranılmıyor işte), bu arada dilek dilemeyi unuttuğumdan hayaller de gelecek yıla kaldı.



















19 Nisan 2010 Pazartesi

Fidel’in Yüzünden, Julie Gavras


2006 yapımı “Fidel’in Yüzünden” Fransız-İtalyan ortak çalışması. Ünlü yönetmen Costa Gavras’ın kızı Julie Gavras, ilk filminde, arkadaşı Domitilla Calamai’nin aynı isimli romanını sinemaya aktarmış. Julie Depardieu ve Stefano Accorsi’nin de rol aldığı filmin başarısında, binlerce aday arasından seçilen ve sergiledikleri oyunculukla hayranlık uyandıran Nina Kervel-Bey (Anna) ve Benjamin Feuillet’in de(François) büyük payı var.

70’li yıllarda Fransa’da geçen hikâye, dönemin politik ve sosyal hareketlerin ortasında kalan, sekiz yaşındaki Anna’nın yaşadığı değişimi anlatıyor.

Katolik eğitimi alan ve burjuva standartlarıyla büyüyen Anna, anne ve babasının komünist olmasıyla başlayan yeni yaşantısını anlamaya çalışırken alışkanlıklarına veda etmek, doğru bildiklerini yeniden sorgulamak ve yeni yeni kavramlar öğrenmek zorunda kalıyor.

Mickey Mouse ve Pamuk Prenses faşist mi, din derslerine girmeli mi girmemeli mi, topluluk ruhuyla koyun davranışının farkı ne, kürtaj ne demek, komünistler kim, iyi olan Allende miydi, Franco mu, kim nükleer savaş istiyor, itaat mi özgürlük mü, bazı şeyler gizli mi kalmalı yoksa her şey konuşmalı mı, zenginlikler bölüşülmeli mi, bire alıp beşe satmak kötü müdür? Ve başka başka sorular Anna’nın aklını karıştırıyor, düzenli hayatını değiştirmek zorunda kalmak onu kızdırıyor.


Anna, tutunacak bir şeyler aramaktadır ama etrafındaki insanların farklı yorumları işini hiç de kolaylaştırmaz. Anneannesi ve dedesi, anne ve babasından farklı düşüncelere sahiptir. Ailedeki politik değişimi de yansıtan dadıları, birbirinden çok farklıdır; İlki, ülkesi, Küba’dan ayrılmak zorunda kalmasından dolayı Fidel’i ve komünistleri suçlarken, ikinci dadısı Yunanistan’dan ve üçüncüsü de Vietnam’dan, komünist oldukları için kaçmak zorunda kalan kadınlardır. Dünyanın oluşumu gibi temel bir konu hakkında bile okuldaki öğretmenleri de dahil herkesin farklı bir hikâyesi vardır. Kim haklıdır, doğruyu kim söylemektedir ?

Peki 68 hareketine katılmayan babası neden şimdi Şili'ye destek vermektedir? Daha önce yanılmış mıdır ya da bu kez yanılmadığını, değiştirilmesi gereken şeyler olduğunu nereden bilmekte ve bildiklerinin doğruluğundan nasıl emin olmaktadır?

Yetişkinler olarak, kendimize sıkça sormaya ihtiyaç duyduğumuz bir soru sayılmaz bu son cümle. Büyük ihtimalle bir çoğumuz, Anna gibi alışkanlıklar üzerine kurduğumuz dünyamız yıkılsa ve hatta işin acı tarafı, kocaman insanlar olarak, Anna’nın babasının yaşadığı gibi bizi etkileyen bir olay karşısında hayatımızı değiştirmeye karar versek dahi bu soruyu sorma gereği duymayacağız.

16 Nisan 2010 Cuma

Bir Delinin Anıları, Gustave Flaubert


On yedi yaşında bir gencin anılarından ne beklenir? Yazarı Flaubert olunca elbette pek çok şey. Klasik bir roman sayılmaz “Bir delinin anıları”, biraz düşünceler, biraz yorumlar, anılar ve çağının gidişatına dair eleştiriler var içinde.

Şimdi saçmalayarak kendimi oyalamam gerekiyor. Flaubert hakkında yazmanın zor yanı onun romanlarından bahsetmekten çok her cümlesini yeniden yeniden yazmak, yazarken onların tınısını tekrar duymak üzerlerinde tekrar düşünmek istemem. Korkuyorum çünkü bir kere yazmaya başlarsam biliyorum arkası gelecek ve bütün kitabı buraya alıntılayıvereceğim. Nietzsche, doğmadan altı yıl önce yazmış Flaubert “Bir delinin anıları” nı. Roman yazmaya karar vermeseymiş, Nietzsche’nin tahtında bugün Flaubert’i görmemiz hiç de sürpriz olmazmış. Gerçi öyle bir durumda onun yerinde oturacak başka biri çıkarmıymış çok emin değilim.

(saçmalamaya devam...) Süslü, tumturaklı laflara, beş kez okusamda bir anlam çıkartamadığım cümlelere romanlarda sık sık rastlarım. Ahenkli ama boşturlar hatta çoğu zaman bir mana vermeye çalışmaktan yorgun düşer o satırları atlarım. Galiba bazıları, şimdi benim yaptığıma benzer şekilde sayfayı doldurmaya çalışırken söyleyecek bir şey bulamadıklarını saklayabilmek için ya da söylemek istediklerini nasıl ifade edeceklerini bilemediklerinden lafı dolandırır dururlar. Düşünce sahibi olmak yazın insanı olmanın birinci koşulu olmalı. Bir iki karakter yaratıp onları belli kalıplar içinde birbirleriyle çarpıştırırken, araya birkaç şık ama fikirsiz, kerameti kendinden menkul, ucu bir yerlere dokunmayan cümleler eklemek ve buna roman demek okuyucuyu yani beni kendimden şüpheye düşürmek büyük haksızlık oluyor. Her kim bir fikrim var diyorsa açık açık yazmalı ama ya roman olmalı bunlar ya da şiir. İkisi birbirine karışmamalı. Ne bileyim romanın içine şiir yakışmıyor sanki.

Flaubert hem fikir hem cümle sahibi yazarlardandır. Cümlelerini oluşturan her kelimenin tınısı diğerleriyle uyumludur özenle seçilmiş gibidir. Yüksek sesle okuduğunuzda kulağınızı tırmalayan tek kelimeye rastlamazsınız. Malesef çeviri hataları da bu yüzden çok göze batar. Cümleleri ahenklidir ama romanın içine eklenmiş şiirler gibi, duygusal bir yazarın arada bir coşup taşmaları gibi değildir. Hepsinin hedefi bellidir, içleri öyle doludur ki takılıp kalırsınız. Kırk yıl düşünsem bunu böyle anlatamam dersiniz. Her satırda, yazarın, özen, dikkat, emek ve zekasının izleri görülür. Romanlarının karakterleri ve kurgusu üstüne de sayfalarca konuşulabilir, cümlelerindeki özen kurguda da kendini gösterir. Karakterleri, bu çok katlı yapının içinde bir birleşir bir ayrılırlar. İşte böyle severim kendisini.

Flaubert’in ilk romanını da aynı beklentiyle okudum. Bir iki yerde kendisini tekrar etmiş olsa da anlatıda olgun Flaubert’in cümlelerinin izini sürmek mümkün ama benim için ilk romanı okumanın getirisi, onun insanlık kavramını çözümleyiş biçimini ve diğer romanlarındaki karakterleri oluştururken bu çözümlemeleri nasıl kullandığını keşfetmenin verdiği zevk oldu. Her roman yazarının derdi vardır insanla, en azından ben öyle umuyorum ama Flaubert tek tek insan örneklerini değil insanlığı eritir karakterlerinin içinde, yumurtayı, şekeri, unu karıştırır sonra onu istediği kalıba döker, bu bazen Emma olur bazen Frédéric ama aslında birbirine benzerdirler çünkü her ikisi de insanlıktan nasibini almıştır.

“Demek ki insanın etrafında sadece karanlıklar vardır;her şeyin içi boştur ve o sabit bir şey ister; bu devasa belirsizlikte kendi kendine yuvarlanır ve durmak ister; her şeye tutunur ve her şeyi eksiktir:Vatan, özgürlük, iman, Tanrı, erdem; bunların hepsini almıştır ve bütün bunlar elinden düşmüştür;kristal bir bardağı elinden düşüren ve sebep olduğu parçalara gülen bir deli gibidir.”