reklam 1

24 Ağustos 2010 Salı

İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar, Epiktetos

Pıtırak gibi ardı ardına çıkan ve hemen hepsi aynı şeyi söyleyen, popüler kültürün son moda tüketim nesnesi, kişisel/ruhsal gelişim kitaplarına daha doğrusu bir sürü felsefenin karman çorman hallerinin yeni bir keşifmiş, sanki yaşamın anlamı bulunmuş gibi lanse edilmesine ya da birilerinin talihsizliklerle dolu hayatlarını nasıl düzene soktuğunu anlatarak, bunun senin için de geçerli olacağını iddia etmesine, istedikleri her şeye sahip olabilecekleri konusunda insanları yalan yanlış beklenti içine sokmasına ve en önemlisi bu yeni icadın, söylediğin ya da düşündüğün herhangi bir şeyin, hayatını kabusa çevirebileceği korkusuyla her kelimene dikkat etme mecburiyeti getirmesine ve bundan sorumlu merciye yani “evren” dedikleri ne olduğunu bir türlü anlayamadığım şeye sinir oluyorum. Ayrıca hiçbir temeli olmayan, "evren" kavramının böyle hemencecik kabul görmesine de inanamıyorum.Tanrının varlığı ispatlamak için yazılan binlerce metni hatırlayınca herhangi bir fikri kabul ettirmede kapitalistlerin filozoflardan ve hatta peygamberlerden çok daha başarılı olduklarını teslim etmek gerek. Tamam belki bu sayede okuma alışkanlığı olmayanlara bile yüzlerce kitap okutuldu ama üzerlerinde akıl yürütmeden onları oldukları gibi kabul etmenin, yaşadığımız çağa yakıştığını hiç sanmıyorum ve ne hayatın ne de insan denen canlının bu kitaplarda anlatılanlar kadar basit olduğunu zannetmiyorum. 

Belki de sırf bu türe hıncımdan dolayı, Kierkegaard’ın gerçekçiliğinden ya da evrencilerin deyimiyle söylersek olumsuzluğundan çok hoşlandım. Ondan sonra ne okusam diye düşünüp dururken bu küçücük kitaba rastladım. Kierkegaard’ın düşünceleri üzerinde biraz çalışarak ondan yaşam koçu yaratabilirsiniz ama Epiktetos hali hazırda bir yaşam koçu. Kendisi M.S. 50’ler de Pamukkale doğup 130’lar da ölmüş. Ve ne yazık ki öğrencisinin sekiz kitapta (Discourses) topladığı düşüncelerinden çok azı kalabilmiş bu zamanlara. Şimdiki yazarlar gibi çok çok paralar kazanmamış hatta zamanın imparatoru, artan etkilerinden çekindiği için diğer filozoflar gibi Epiktetos’u da sürgüne göndermiş. 

“İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar” aslında Discourses'dan sonra Epiktetos’un düşüncelerini içeren ikinci kitap olan "El Kitabı"nın bir yorumu ve hakkını vermek gerek benim Kierkegaard yorumumdan çok daha başarılı :)

Kitabı hazırlayan Sharon Labell, Epiktetos’un mutlu ve dolu dolu bir yaşama nasıl ulaşılabileceği ve nasıl iyi bir insan olunabileceği gibi iki soruya cevap aramayı hayatının amacı haline getirdiğini söylüyor. Epiktetos’a göre mutluluk ve tatmin edici bir hayat tamamen sizin yaptığınız doğru işlerin bir sonucu yani bugün sanıldığının aksine, sırf siz istediniz, olumlu sinyaller gönderdiniz diye evrenin size verdiği bir şey değil. İçsel huzura kavuşmanız, dolayısıyla özgürleşmeniz için yapmanız gerekenler ise oturup hayal etmek kadar kolay olmasa da kendinizi eğiterek ulaşabileceğiniz bir tür bilgelik. İşte mutluluk için Epiktetos’dan bazıları bana oldukça tanıdık gelen birkaç ders:

-Kontrol edebileceğiniz ve edemeyeceğiniz şeyleri öğrenin ve kontrolünüz dışındaki şeylerden dolayı endişelenmeyin. Kontrolünüz içinde olanlar sizin yapıp etmelerimizle ilgili şeylerdir. Kendi üzerinizde tartışılmaz bir etkiniz varken, dışındaki konularda zayıf, bağımlı ya da başkalarının geçici hevesleriyle çevrelenmiş durumdasınızdır. Kontrol edemeyeceğiz ya da değiştiremeyeceğiniz durumlarla uğraşmak yalnızca şiddetli acıya neden olur.

-Başkalarının işine karışarak boşa zaman harcamayın. Dikkatinizi gerçekten sizi ilgilendiren şeyler üzerine odaklayın. 

-Mutluluk ve özgürlüğe erişmek istiyorsanız zenginlik ve güç peşinde koşmaktan vazgeçin.

-Sizin kontrol alanınızın içindeki doğal halinize aykırı şeylerden sakınırsanız, gerçekten istemediğiniz hiçbir şeyi üstünüze çekmezsiniz. Bununla birlikte eğer hastalık, ölüm ya da talihsizlik gibi genel ve kaçınılmaz olan şeylerden sakınmaya çabalarsanız bunlar üzerinde gerçek bir kontrolünüz olmadığından, kendiniz ve çevreniz için acı üretirsiniz.

-Olaylar kendi kurallarına uygun olarak ortaya çıkarlar. İnsanlar oldukları gibi davranırlar. Şu anda gerçekten neyle karşılaşmışsanız onu kucaklayın. Şeyleri oldukları gibi görün. Sizin güç alanınız içindeki tek şey ona karşı takındığınız tutumdur; onu ya kabul edersiniz ya da öfkelenirsiniz. 

-Umutsuzluğa düşüren, dışımızdaki olayların kendileri değil, fakat sizin onlar hakkındaki düşüncenizdir. Sizi rahatsız eden şeyler değil onları yorumlama biçiminizdir. 

-Unutmayalım ki şeyler ve insanlar sizin, onların olmasını istediğiniz gibi değil oldukları gibidirler. 

-Dışsal koşularınızı kendiniz seçemezsiniz fakat onlara nasıl yanıt vereceğiniz sizin seçiminizdir.

-Şeyler basit şekilde ne ise odurlar. Öteki insanlar ne düşünecekse onları düşünecekler, bu bizi ilgilendirmez. Kimseyi ayıplamayın ve kimseyi suçlamayın.

-Siz izin vermedikçe hiçbir olay sizi etkileyemez. Başınıza bir şey geldiğinde bunu anımsayın.

-Neye sahip olduğunuzu bilin ve uygulayın, gerçekten sizin olan şeyin ne olduğunu bulun.

-Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok. Siz, “O şeyi kaybettim” demeyi bırakıp onun yerine “O şey geldiği yere döndü” dediğinizde içsel huzur başlar.

-Arzularınız tarafından hayal kırıklığına uğratılmamanız tamamen sizin kontrol alanınız içindedir. İsteklerinizin akıntısına kapılıp gitmek yerine onları olgulara uygun hale getirmelisiniz.

-Yaşamın sınırlarını ve kaçınılmazlığını kabullenerek, onlarla savaşmak yerine onlarla birlikte çalışarak özgür oluruz. 

-Şanslı olduğunuzu düşünüyorsanız şanslısınız. Eğer avantaj arayan bir gözle bakarsanız, her olay sizin için bir avantaj taşır. 

-Mutluluk içinizde. 

-Yaşamdaki en değerli amaç özgürlüktür. Bu özgürlük, kendi kontrol alanımızın dışındaki şeylere aldırmayarak, onları önemsemeyerek kazanılır. Eğer zihinlerimiz korku ve tutkuyla dolu kederli bir kazan gibiyse, hafif ve ışıklı bir kalbe sahip olamayız.

-Kendiniz dışında başka biri olmaya çalışmayın. Kendi kontrol alanınızda kalın. 

-Amacınızı gerşekleştirmek için gösterdiğiniz çabaya kendinizi tam olarak vermediğiniz sürece içi boş, samimi olmayan, sığ, yüzeysel bir insansınız demektir ve bu şekilde hiçbir zaman içimizde var olan, doğuştan getirdiğimiz yeteneklerimizi geliştiremeyiz. 

-Öncelikle kendi arzularınızın gerçek doğasını düşünün ve kendi yeterliliğinizi ölçün. Kendinize karşı dürüst olun. Güçlü ve zayıf yanlarınızı açık seçik şekilde değerlendirin. 

-Belirli bir alanda başarı kazanmak için çeşitli yetenekler gerektiği gibi bazı fedakarlıklarda yapmanız gerektiğini unutmayın. 

-Birçok insan, özgürlüğün, kendilerini iyi hissettikleri şeyleri yapmak ya da rahatlık ve kolaylık sağlayan şeyleri geliştirmek yolula geldiğini düşünerek yanlış yola yönelir. Akıllarını geçici duyguların emri altına veren insanlar aslında arzularının ve nefretlerinin kölesidir. 

-Yaşam rastlantısal olarak arka arkaya gelen anlamsız sahneler dizisi değil, fakat sonunda kavranabilir olan yasaları takip eden düzenli ve mükemmel bir bütündür. 

-Erdemli yaşam akıl üzerine kuruludur. Eğer siz aklınızı korursanız, aklınızda sizi korur. 

-Herşeyin iki kulpu vardır. Hangisinden tutacağınıza karar verin. 

-Yanlış adlandırmalardan sakının. Şeyleri doğru isimleriyle adlandırdığınızda, ek bilgi ya da yargı eklemeden, onları doğru olarak kavrarız. Durumu nasılsa öyle adlandırın. Durumu kendi yargılarınızla filtreden geçirmeyin. 

-Bu andan itibaren kendinizi düş kırıklığına uğratmaya son verin. Kendinizi kalabalıktan ayırın. Sıradan olmaya ve size dayatılanları yapmaya daha ne kadar dayanacaksınız. Kendiniz olmak için pek fazla zamanınız yok.


(Alkım Yayınları)

20 Ağustos 2010 Cuma

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Soren Kierkegaard

-->
Soren Kierkegaard (1813-1855) varoluş felsefesinin babalarından sayılıyor. Bir dizge oluşturmadığı için filozoftan çok düşünür olarak adlandırılan Kierkegaard, geleneksel felsefenin tersine, bireysel varoluşun yakın plan incelemesine girişiyor. Varoluşunun tüm sorumluluğunu ben’e yüklerken insanoğlunun çektiği sıkıntıyı, kaygıyı, korkuyu ve umutsuzluğu  birey düzeyinde yorumluyor.  
Kierkegaard, hem edebi dili hem de fikirleri nedeniyle iki binli yılların hiç satan kişisel gelişim  yazarlarının en ünlüsü olabilirmiş bana kalırsa. İnsani kaygıları olumlu düşünmeyle yok eden, mutluluğu yaşam amacı haline getiren spiritüel yazarların tersine, Kierkegaard, umutsuzluğun ve korkunun en rahat gizlendikleri yerin mutluluğun derinlikleri olduğunu ve doğu bilgelerinin tersine ben’den uzaklaşmanın, istençsiz ve dolayısıyla bilinçsiz olmanın varoluştan kopmak olduğunu anlatıyor.
Not: Her ne kadar onun cümlelerinden oluşsa da aşağıdaki yazının Kierkegaard’ı anlatmak gibi bir amacı  yoktur. Eğer kişisel gelişim yazarı olsaydı Kierkegaard ne söylerdi fikrinden  yola çıkılarak “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” kitabı büyük oranda tahrip edilmiş, amaca uygun bölümler alıntılanarak birleştirilmiş, bir kısım cümlelerse yorumlanarak eklenmiştir.  
“Kendini Bil” der eski bilgeler, umutsuzluk  ise  kendi ben’ini sahiplenmenin tam tersidir ve  umutsuz kişiler üç farklı türe ayrılabilir.
Bir ben'i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi (bu gerçek bir umutsuzluk değildir) kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi ve kendisi olmak isteyen umutsuz kişi.
Birinci tür umutsuzluk bir ben’e sahip olduğunun bilinmeyişidir. İnsanlar genelde en üst değer olarak gerçeğe uygunluğu, gerçek karşısındaki kişisel durumunu  görmekten çok uzaktadır, onlarda çoğu zaman duyular, düşünsellikten çok daha üstündür. Duyulara saplanan insan gerçeği, ben’i önemsemez. Bu durumun insana ne zararı var diye düşünebiliriz ama umutsuzluğun kendisi bir olumsuzlukken umutsuzluğun bilinmemesi başka bir olumsuzluktur ve gerçeğin yolu bunların hepsinden geçer. İnsan, bu bilgisizlik içinde zihin olma bilincinin en düşük seviyesindedir. Umutsuzluk tam da bu bilinçsizliktir. Umutsuzluğunu bilmeyen umutsuzluk dünyada en sık rastlanandır.
Bir neden yüzünden umutsuzluğa düşen kişi bunu sadece bir an düşünür. Ve ardından gerçek umutsuzlukla yüzyüze gelir. Başlangıçta somut bir olaydan dolayı umutsuzluğa düşülmüş olsa da kişinin içine düştüğü umutsuzluğun derinliği daha sonra ortaya çıkar. O gerçekte kendinden umutsuzluğa düşmüştür ki bu ikinci tür umutsuzluktur. İnsan, kendinden kurtulmayı istemektedir. Bu her umutsuzluğun formülüdür. Çünkü bir nedenden dolayı umutsuzluğa düşen kişi aslında kendisi için umutsuzluğa düşer. Ve o zaman kendi ben’inden kurtulmaya çalışır. Ya Sezar olurum ya hiç diyen kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzdur. Diğer taraftan Sezar olamayan kendi ben’ine katlanamaz. Bu tür umutsuzlar için umutsuzluğa düşülen şey Sezar olamamak değil, hiçbir şekilde memnun olmadığı kendi ben’inden kurtulamamaktır. Sezar olabilseydi kendi ben’inden kurtulmuş olacaktı ama bunu yapamadığına göre umutsuz kişi ben’inden kurtulamaz ve umutsuzluğa düşer.
Üçüncü tür umutsuzluk ise kendi olmayı istemektir. Kendisinden kurtulmayı görünüşte istemese de bu tür umutsuzların olmak istedikleri ben, aslında olmadıkları ama yaratmak istedikleri ben’dir. Oysa, insana ait bir ayrıcalık olan ben’i kabullenmek umutsuzluğun tam karşıtıdır. Umutsuz kişi sürekli kendi ben’ini kaybetmeye çalışır. Ama sonuç her zaman kendinden kurtulamamanın işkencesidir. Ve sonunda insan hem sahip olduğu hem de kendisi olduğu varlık olan kendi ben’inden kurtulmanın bir hayal olduğunu anlar. Nefret ettiği erkeği lanetleyen aşık kadına bu lanetleme pek yardımcı olmaz ve onu daha bağımlı hale getirir. Aynı durum ben’ iyle karşı karşıya kalan umutsuz kişimiz içinde geçerlidir. Umutsuz insan yalnızca hayali şatolar yapar ve her zaman yel değirmenlerine yakalanır. Ben olan şey hiçbir zaman değişmeden kalmasa da, sonsuz bir değişmez olmasa da son noktada her zaman yalnızca ben vardır. Ben'i çoğaltarak ben'den ne fazlasını ne de azını elde edebiliriz. Bu anlamda ben, kendi olmak için gösterdiği umutsuz çaba içinde artık bir ben olamayacak noktaya kadar kendi zıddı içine dalar. Gitgide kendi olmayı başarmaktan uzaklaşarak gitgide daha çok varsayımsal bir ben haline gelir.
Aslında, hem insanı hayvandan ayıran, insanın tinselliğini ortaya koyan,  hem de insanın mahvolmasına neden olan umutsuzluk bir hastalıktır. Umutsuz insan tüm geçmişi şimdide taşır. Geçmiş, kişiyi, umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtulabildiği ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşürmektedir ve umutsuzluğun bu üç tipinden birine rastlamak için şansa ihtiyaç yoktur. Kendini dünyada biricik, yalnız olarak duyumsayan umutsuzların düşüncesinin aksine umutsuzluk evrenseldir. İnsan türü içinde, tedirgin edici bir duygunun, uyumsuzluğun, kaynağı bilinmeyen hatta öğrenilmeye cesaret edilemeyen bir korkunun bulunmadığı, umutsuzluktan uzak tek bir insanın olmadığı söylenebilir. Sıradan insanın umutsuzluğu istisna olarak görmesi büyük hatadır çünkü umutsuzluk bir kuraldır.
Kimi zaman umutsuz görünmemek için umutsuz olunmadığına inanılması yeterlidir. Böylece aslında evrensel olan umutsuzluk seyrekleştirilir. Ama malesef seyrek olan umutsuz olmak değil, gerçekten umutsuz olmamaktır. Diğer taraftan umutsuz olduklarını söyleyenlerin de her zaman öyle olmadıklarını hatırlamak gerekir. Umutsuzluk kolayca taklit edilebilir. Ruhsal çöküntülerin ve gelip geçici sorunların hepsi umutsuzluk olarak düşünülebilir. Sakin ve kaygısız olmak umutsuz olmak anlamına gelebileceği gibi umutsuzluğun aşıldığının göstergesi de olabilir veya  zaman zaman umutsuz olmamak tam da umutsuz olunduğunun belirtisi olabilir.
İnsanların göremediği şey umutsuz olmamaktan çok umutsuzluğun bilincinde olmamaktan ortaya çıkan umutsuzluk biçiminin olduğudur. Yaşamda, düşüncenin, yokluktan oluşturduklarından daha etkili ve sağlam tuzaklara rastlanmaz ve sadece keskin bir düşünce bu yokluğu araştırmaya katlanabilir. Oysa, insanların çoğunun kendi ben’lerinin farkında olmadan yaşadıkları bir gerçektir. Umutsuzluğun ta kendisi olan sahte tasasızlık, tüm bu sahte yaşamdan tatmin, bundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, yaşamın sonuna kadar elimizde yalnızca mutluluk varsa pek ileri gidemeyiz çünkü umutsuzluk bu noktadadır ve bazen en değerli yerini sadece mutluluğun derinliklerinde bulur. Sadece gündelik yaşamın sevinçlerinin ve acılarının aldattığı varlık boşa gider. Bu varlık hiçbir zaman farkına varmadığı umutsuzluğun ötesine geçemezken bir ben olma bilincine de ulaşamaz. Ama iyi haber şudur ki umutsuz olduklarını söyleyenlerden bazıları ben’lerinin bilincine varabilecek derinliğe sahip oldukları için umutsuzdurlar. Bu durumda en kötüsünün umutsuzluğa sahip olmamak olduğu da söylenebilir. İnsana, kendi ben’ini farkettirmeye başladığında umutsuzluk bir şanstır, bunun dışında ise tam bir sefalettir. 
Ayrıca, sanılanın aksine, ben’in bilincine ulaşmanın yaşla bir ilişkisi olmadığını belirtmek gerekir. Umutsuzluk sadece gençlerde bulunan ve büyürken bizi terk eden bir şey değildir. Bir genç kadar çocuksu yanılsamalarla dolu bir sürü erkek, kadın ve yaşlı insan vardır. Aslında biri umudun diğeri de hatıranın olmak üzere iki tür yanılsamaya kapılırlar. Gençlerin umut yanılsaması, yaşlıların ise anı yanılsaması vardır. Gençlik kendinin ve yaşamın olağanüstülüğünü beklerken yanılsamanın içinde yaşar. Buna karşılık yaşlılarda yanılsama çoğu  zaman gençliklerini hatırlama biçimlerindedir. Her ikisinde de yalan ya da şiir vardır. Genel olarak zihnin yapısını yanlış anlamaktan ve insanın yalnızca basit bir hayvansı yaratık olmayıp ayrıca zihin de olduğunu bilmemekten başka bilgeliğin yıllarla birlikte, dişlerin, sakalın çıkması gibi yavaş yavaş kendiliğinden oluştuğunu düşünmek aptallıktır. Eğer yaşlı bir insanla, genç bir insanın umutsuzluğu arasında fark varsa bu tamamen rastlantısaldır. Genç gelecekten; gelecekteki bir şimdi gibi umutsuz olur. Gelecekte yüklenmek istemediği ve bunun aracılığıyla kendi olmak istemediği bir şey vardır. Yaşlı insan geçmişten, geçmiş gibi sürmeyen geçmişteki bir şimdi gibi umutsuz olur. Her iki durumda da bilinç olarak ben’in içindeki dönüşüm gerçekleşmez ve umutsuzluk durumundan çıkılamaz.
Düş gücünün yanılsamasıyla da ben üretebilir ve bu yüzden eğer ben’in gerçekten kendi haline gelmesi gerekiyorsa bilginin, bilinçle beraber yürümesi gerekir. Ve ben ne kadar bilirse, kendini o kadar tanır. Tersi durumda, bilgi geliştiği ölçüde içinde inşa edilecek insanın kendi ben’ini harcadığı korkunç bir bilgiye döner. Ayrıca insanın etkinliklerinden biri -istemek, bilmek ve duyumsamak- düş gücünü benimsemişse tüm ben’de onun yolundan gitme riskini taşır. Kendinden çok, bu hayalin içine atlar veya bu hayalin kendini sürüklemesine izin verir. Her iki durumda da sorumludur. Bu şekilde soyutlaşarak veya elden daha fazla uzaklaşmaktan başka bir şeyin gelmediği ben’ inden her zaman yoksun soyutun içine kapanarak hayali bir varoluş sürdürür. Böylece düş gücüne tutsak olmuş biri, yani bir umutsuz için yaşam, çoğu zaman farkında olsa da, herkesin yaşamına benzer biçimde geçicilikle, aşkla ve beğenilerle dolu olarak kendi yolunu izlese de, bu insanda ben’in eksik olduğu farkedilmez. Çünkü ben, hiçbir biçimde dünya da önem verilen şeylerden biri değildir. Aslında ben, en az merak edilen ve sahip olunduğunun görülmesine izin verilmesi en sakıncalı şeydir. Tehlikenin en büyüğü olan ben’in kaybı aramızda hiçbir şey olmamış gibi farkedilmeden gerçekleşebilir ve hiçbir şey bu kadar az gürültü yapamaz.
Bilmemiz gereken başka bir şey de ben’in, olabilirin ve zorunluluğun sentezi olduğudur. Ben’in oluşumunda bu iki kavrama eşit olarak ihtiyacı vardır. Kişi, zorunluluk eksikliğinden olduğu kadar olabilirin eksikliğinden de umutsuzluğa düşer. Ben zorunluluk kadar olasılık taşır. Çünkü pekala kendisidir ve olabilirdir aynı zamanda kendisi haline gelmek zorundadır. Eğer olabilir zorunluluğun önüne geçerse, ben, zorunlulukla bağlarını kopartırsa olabilecek olanın umutsuzluğu ben’i sarar. Ama olasılığın alanında hiçbir gerçek oluşmaz. Bir an bir olabilir ortaya çıkar çıkmaz hemen diğer bir olabilirlik ortaya çıkar, sonuç olarak tüm bu görüntüler o kadar hızlı geçerlerki herşey bize mümkün görünür ve böylece ben’in artık yalnızca bir serap olduğu en uç ana ulaşırız. Olabilirin yönettiği ben’de eksik olan aslında içimizde bulunan zorunluluğa içsel sınırlarımız olarak adlandırılabilecek şeye uyma gücüdür. Kendine öz olabilirliği içinde bakan bir ben ancak yarı yarıya gerçektir; çünkü bu olabilirlik içinde hala kendi olmaktan çok uzaktadır veya ancak yarı yarıya kendidir. Olabilirlik gerçekten tüm olasılıkları böylece tüm yanılgıları, biri istek ve özlem biçiminde, diğeri hayali melankoli (umut, tedirginlik, korku)  olan yanılgıyı taşır. Sadece zorunluluğun olması da yalnızca sessiz harfleri olan bir kelime gibidir, onları telaffuz etmek için olabilirlik gereklidir. Olabilirliğin eksik kaldığı varlık umutsuzluğa düşer ve olabilirin eksik kaldığı her an umutsuz olur. Umutsuzluğa düşen biri için olanak, olanak diye haykırılır. Umutsuz kişi ancak olanakla kurtarılabilir. Bir olanak ve umutsuz kişimiz tekrar nefes alır, yeniden yaşamaya başlar. Çünkü olanak olmadan nefes alınamaz diyebiliriz.
Ben daima kendi haline gelmek eğilimindedir. Ben’in, başkasından korku nedeniyle ne kendi olmayı reddetmesi ne de tüm benzersizliği içinde kendi olmaya cesaret etmemesi hiçbir şekilde düşünülemez. Ama başkası tarafından ben’inden yoksun bırakılmaya razı olan umutsuzlar vardır. Kalabalıkların içinde, dünyanın gidişatını anlamaya çalışırken, insansal işleri yüklenmekle kişi kendini unutur, ben’ini unutur. Artık kendine inanmaya cesaret edemez ve kendi olmayı çok güç bir olay gibi görür. Ve diğerlerine benzemeyi, bir taklitçi, yığın içinde kaybolan bir numara olmayı daha basit ve güvenli bulur. Umutsuzluğun bu biçimi genelde insanların gözünden kaçar. Ben’ini bu şekilde unutan umutsuz kişi dünyada, başarmak, uygun olmak için belirsiz bir yeteneğe kavuşur. Kaydırak taşı gibi pürüzsüz olan insanımız her yerde tedavüldeki para gibi dolaşır. Umutsuz olarak düşünülmesi bir yana tam da istenilen insan olarak gösterilir. Buradan  insanların genelde korkulacak şeyin ne olduğunu bilmediğini söyleyebiliriz. Yaşamı engellemek yerine kolaylaştıran ve sizi keyifle dolduran bu umutsuzluk doğal olarak umutsuzluk gibi algılanmaz. Bu insanların gözünde tehlike, kaybetme olasılığı nedeniyle riske girmemektir. Hiç riskin olmayışı, işte bilgelik! Hiç riske girmemek bu kadar kolay birşeymiş gibi görünmesine rağmen riske girmeyerek kaybedilmeyecek şeyi kaybetmek korkunç derecede kolaydır. Kaybedilen nedir? Kendin! Hiçbir şey riske atılmadığım sürece bu dünyanın tüm olanaklarına kavuşurum ve ben’imi kaybederim.
Kısacası, milyonlarca benzerinden her biri için olduğu gibi senin içinde geçerli olan, yaşamının umutsuz olup olmadığı ve umutsuzsa bunu bilip bilmediğin, bu umutsuzluğu bir korku gibi saklayıp saklamadığın veya umutsuz olarak ve diğerlerine nefret duyarak öfkeye kapılıp kapılmadığın konusundaki bu farkındalığa ulaşmaktır. Ve eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur. İster zaferler, isterse yenilgiler söz konusu olsun, senin için herşey kaybedilmiştir. Bu varoluşa ulaşamamaktır, onu hiç tanımamaktır veya daha da kötüsü  senin kendi ben'ine umutsuzluğun ben'ine çivilenmiş olmandır. Ben varoluşun içinde oluşum halindedir. Çünkü o gerçekten var değil kendisi olması gerekendir. Dolayısıyla kendi haline gelmeyi başaramadığı sürece ben kendi değildir ve kendi olmamak umutsuzluktur. Farkındalık “Ben” bilincinin  ölçüsünü verir. Ne kadar bilinç varsa o kadar ben vardır. Ve bilinç ne kadar artarsa istenç o kadar gelişir, ne kadar istenç varsa o kadar ben vardır. İstençsiz insanda ben yoktur ama ne kadar ben’ inin farkındaysa aynı şekilde kendinin o kadar bilincindedir.
(DoğuBatı yayınları)

29 Temmuz 2010 Perşembe

Lie to Me

“İntihar bombacısı veya bir evhanımı da olsak duygularımızı ifade edişimiz ortak, gerçek yüzümüze kazınmış” böyle diyor “Lie to Me” nin kahramanı Dr. Lightman (Tim Roth).

Dizinin danışmanlığını da yapan davranış bilimci Dr. Paul Ekman'ın hayatından esinlenerek yaratılan Carl Lightman, ekibiyle birlikte FBI, CIA gibi seçkin Amerikan kurumlarına, suçluları bulması için yardım ederken, ortada bir yalan varsa şıppadanak anlayıp olayı çözüyor. Her bölümünde farklı maceraların yaşandığı dizinin öğretici ve eğlenceli olan ilk sezonunda yalan konusunda uzmanlaşıp ikinci sezonda yalan söyleyeni kolayca anladığınızdan devamı biraz sıkıcı olsa da takip edilmeye değer bir dizi olduğunu söyleyebilirim.


“Gerçek mi?, Mutluluk mu? İkisi bir arada olmuyor Lightman’a göre. Tercih şansımızı genellikle mutluluktan yana kullanma eğilimimizin ağır bastığına inansam da arada bir gerçeğe ihtiyaç duyma ihtimalimize karşı Ligthman’dan birkaç öneriyi akılda tutmak faydalı olabilir düşüncesindeyim. “Mikro ifadeleri” izlemek, geniş bir kullanım alanına sahip. Özel ilişkilerde olduğu kadar daha genel konularda karar verirken de başvurulabilecek bir yöntem. Katil ya da teröristleri yakalamak gibi bir göreviniz olmasa da sevgilinizin, eşinizin ya da çocuğunuzun yalan söylediğini anlayabileceğiniz gibi şirket sahiplerinin açıklamalarını izleyerek yatırım yapıp, seçim konuşmalarına bakarak hangi politikacının daha samimi olduğuna karar verebiliyorsunuz. Ama herkes için aynı olsa da, öğrendiğime göre yüzümüzdeki 43 kas, kombinasyonla on bin farklı ifade ürettiğinden yöntem pek de öyle kolayca uygulanamıyor. Eğer dizideki gibi video kaydı yapamıyor, ses titreşimlerini analiz edemiyor ya da gizli dosyalara ulaşamıyorsanız başarılı yalan analizleri için daha fazla alıştırma yapmanız gerekiyor. İpuçları şöyle:



Öncelikle nedenini öğrenmeden birinin yalan söylediğini anlamak kolay değil. Elinizde yalana neden oluşturabilecek bir olay, en azından bir takım teoriler olması gerekli. Sonra da soruları dikkatli seçmeli, doğrudan sormalı ama korku verecek şekilde de davranmamalısınız ki deneğiniz tehdit altında olduğunu hissetmemeli. Çünkü nasıl sorulduğu, ne sorulduğu kadar önemli ve karşınızdakine sadece korku verirseniz yüzünde başka bir ifade oluşmadığından doğru söyleyip söylemediğini de anlayamıyorsunuz. Bu dengeyi kurduktan sonra ise hepimizde aynı olan mikro ifadelere başvurarak yalan ya da doğru söylediğini anlamanız kolaylaşıyor.

Bir soru karşısında gözlerini kaçırıyorsa bu onun olayı hatırlayıp doğruyu söylemek istediğini gösteriyor ki bence yalanla karıştırılması çok kolay bir ifade. Ama sanıldığının aksine yalan söyleyen insanların, yalanına inanılıp inanılmadığını anlamak için karşısındakiyle daha fazla göz teması kurduğu ilkesinden yola çıkarak gözlerini kaçıranların büyük ihtimalle yalan söylemiyor olduğunu akılda tutmak gerek.
Kesin ve kısa bir soruya uzun cevap vermek yalan belirtisi sayılıyor. Bu durumda eğer yalan söylediğinden eminseniz deneğinizden, söylediklerini tersten tekrar etmesini isteyerek sağlamasını yapma şansınız var. Çünkü insanlar önceden düşünüp hazırladıkları yalanları tersten, aynı sırayla söyleyemiyor.

 
Kalkık ve birbirine yaklaşmış kaşlar korku, yatık kaşlar üzüntü belirtisi ki bunlar, korktuğu ya da üzüldüğü için yalan söylediğinin anlaşılmasını sağlıyor. Kaşların yukarı kalkması ise aslında sorulan sorunun cevabını bildiğini ama doğruyu söylemediğini gösteriyor.

Elleri ovuşturmak, deneğinizin kendisini sakinleştirmeye çalıştığının göstergesiyken, tepkisel geri çekilme, konuşurken enseye, saate, küpeye, saça dokunmak bir nevi kalkan işlevi görüyor. Doğru söylerken ellerin kullanılması dizide görselleştirme olarak adlandırılıyor. Ellerini kullanarak sözcükleri görselleştirenler doğru söylerken, ellerini saçlarına enselerine küpe ya da yüzüklerine dokunduranların yalan söyledikleri düşünülüyor. Eğer deneğiniz parmaklarını dudaklarına bastırıyorsa ya da dudaklarını sıkı sıkı kapatıyorsa doğruyu söylememek için kendisini susturmaya çalışıyor, bakışları kaçırıp yere  çeviriyorsa suçluluk hissediyor demektir.

Bir şeyler uydurmaya çalışırken akıl çok karışıyor ve vücutla uyumlu hareket edemiyor. Bu durumda denek başını, evet derken hayır, hayır derken evet anlamında sallayabiliyor. Ya da şekilde görüldüğü gibi parmak bir yeri işaret ederken gözler başka tarafa bakıyor. Kısacası akılla vücut ayrılıyor, vücut hareketleriyle ağızdan çıkan kelimeler uyumsuz oluyor.

Siz tüm yalan belirtilerini görebilmek için sorular sorarken deneğinizin burun delikleri genişliyor, kaşları çatılıyor ise bunun kızgınlık ifadesi olduğunu akılda tutmak sanırım acemiler için faydalı olur ve bu durumda diğer deneklere geçmek de en mantıklı harekettir. Ama çalışmalarınız aksayacak diye üzülmeyin çünkü Lightman’ın söylediğine göre “istatistiki olarak sıradan biri on dakikalık konuşmada üç kez yalan söylüyor” muş ki bu da tecrübe edinmek için karşımıza çokça fırsat çıkacak demek.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Frankenstein, Mary Shelley

Orjinal adı “Frankenstein or Modern Prometheus” olan roman ilk olarak 1818 de basılmış. Yazarı, Mary Shelley, daha doğrusu “Mary Wollstonecraft Godwin Shelley” 1797 de Londra’da doğmuş. Feminist-yazar anne (Mary Wollstonecraft) ve yazar-düşünür-yayımcı babanın (William Godwin-Tales from Shakespeare'in de yayımcısı) çocuğu. Annesi doğum sırasında ölünce babası tarafından yetiştirilmiş. Şair Percy Shelley ile tanışmasından sonra evi terk ederek onunla birlikte yaşamaya başlamış.

1816’da, sevgilisiyle yaptığı yolculukta, kötü hava şartları nedeniyle şair Lord Byron’ın İsveç dağlarındaki evinden çıkamadıkları ve Alman hayalet hikâyelerine benzeyen hikâyeler tasarlayarak eğlendikleri günlerde yazmaya başlamış Frankenstein’ı. 1 Ocak 1818’ de yayımlanan romanda Mary Shelley’nin adı kullanılmamış, daha sonra ise 19 yaşında, böyle bir romanı yazabilmek için ne tür bir hayal gücünün olması gerektiği sıkça tartışma konusu yapılmış.

Romanın orjinal adından yola çıkarsak (Frankenstein or Modern Prometheus”), Yunan mitolojisinde Prometheus tanrıların adaletsizliğinden, keyfi davranışlarından nefret ettiği için Zeus’a inat olsun diye balçıktan insan (erkek) yaratıp, ona, tanrılardan çaldığı ateşi yani bilgiyi ve uygarlığı verdiğinden Zeus tarafından cezalandırılır. Victor Frankenstein’da annesinin ölümünden sonra doğaya ya da tanrıya karşı isyan bayrağını açar -bu şeytanca el kimden sevdiklerini koparmamıştı ki!-. İnsan ırkının aksine mutlu ve mükemmel bir tür yaratma hayaliyle kendini, cansız maddelere hayat verebilme amacına adar.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Animal Triste, Monika Maron

Nisan ayında Alef yayınlarından çıkan Animal Triste, 1941 doğumlu yazarın dördüncü romanıymış. Hakkında en ufak fikrim olmadan sadece kapağını ve adını beğenerek aldığım kitaplardan ve sanırım Monika Maron da okuduğum ilk Alman yazar.

Temelde bir aşk hikâyesi anlatsa da sayfa sayısından beklenmeyecek zenginliğine sahip ve farklı pek çok açıdan okunabilecek romanı ne kadar çok sevdiğimi anlatabilmenin yolunu bir türlü bulamadım. Ne yazarsam yazayım anlatının güzelliğini hissettiğim gibi aktaramama korkusuyla iki kelimeyi bir araya getiremiyorum. Konusu hemen hemen şöyle bir şey:

İsmini bilmediğimiz anlatıcı, yüz belki de doksan yaşlarında bir kadın. Çocukluk
çağı, İkinci dünya savaşının sonlarına rastlamış. Doğu Almanya’da geçen gençlik ve yetişkinlik yılları sonrasında duvarın yıkılmasıyla başlayan değişime tanıklık etmiş. Yaşayamadığı gençlik aşkıyla, bu sıralarda, “hayatta aşktan başka kaçırılacak bir şey olmadığını” anladığı bir dönemde karşılaşmış. 

Unutmak ruhun bayılmasıdır diyor anlatıcı, hatırlamanınsa, yaşananları yeniden icat etmek olduğunu söylüyor tıpkı çalıştığı müzedeki dinazor Brachiosaurus’un şans eseri bulunan birkaç kemik parçası sayesine yeniden yaratılması gibi o da hayatını, aşık olduğu adamla yaşadığı anları bir araya getirerek oluşturuyor. Hatırlamaya değer gördükleri sadece onunla ilgili olanlar diğer her şeyi unutmuş, kızını, kocasını, hatta kendi yaşını. Sevgilisinin çıkıp gittiği sonbahar akşamından beri, son kırk ya da elli yılını, döneceğini umut etmeden bekleyerek, bu aşkı tekrar tekrar üreterek, hatırlayarak, yeniden üreterek geçirmiş. Ve son kez hatırlamak, her şeyi hatırlamak istiyor. 

Diyor ki;

“Mümkün olanı gerçekleşmiş olandan ayırmak zor geliyor bana. Yıllar boyunca mümkün olan her şeyi gerçekleşmiş olan her şeyle karıştırdım ve birleştirdim, düşünülmüş olanı söylenmiş olanla, gelecektekini hiç unutulmamış olanla, umut edilmiş olanı korkulmuş olanla, ama yine hep aynı hikâye kaldı geride. Son çok açıktır ve her şeyi belirler, son düzeltilemez. Bu yüzden unuttum onu.”

Romanda, hatırlamak için çaba gösterdiği de işte bu açık, düzeltilemez son. Anlatıcı nihai noktaya yine olabilecek olanı, olmuş olanı ve olması gerekeni birleştirerek ulaşırken okuyucuyu da kesintisiz bir merak ve zevkle hikâyesine katıyor. Savaşı, çocukluğu, babaların eve dönüşünü, kadın olmayı, evliliği, anneliği, yaşlılığı, karıncaları ve dinazorları, doğuyu, batıyı, kıskançlığı, aşkı, insanca ama daha çok kadınca bir bakışla anlatıyor. 

Acaba aşk, nesnesi olmadan daha mı yaşanası? yazarın söylediği gibi "içimizdeki son tabiat kalıntısı" uygar dünya ile bağdaşmayan bir kavram mı?, girişi olan, çıkışı olmayan yer mi? Bir cümle ile yıkılabilecek kadar naif ama bizi sınırlara sürükleyecek kadar güçlü mü? Belki evet belki hayır. Belki yaşayıp görmek ama kesinlikle bu romanı okumak gerek.

7 Mayıs 2010 Cuma

Hıdrellez



Şenliklere galiba en son üç yıl önce gitmiştim o zaman Ahırkapı sokaklarında yapılıyordu. Biraz ezilmiş, pek fazla bir şey duyamamış, aç kalmış, yine de çok eğlenmiştim. Epeyce bir aradan sonra bu yıl, güzel havanın ama daha çok çalışmıyor olmanın getirdiği hevesle attım kendimi sokaklara. Akşamüzeri, Sultanahmet meydanına gelen müzik gruplarıyla birlikte Ahırkapı'ya doğru yürürken kendimi masaldaki kavalcının peşine takılmış çocuklardan biri gibi hissettim. Alan çok genişti, muhtemelen bazı köşeleri göremedim bile. Çok neşeli, çok müzikli ve çooookk kalabalıktı. Biliyorum, çimlerde rahat rahat oturmanın, itişip kakışmadan ferah ferah müzik dinlemenin ve eğlenmenin konforu başka ve eminim ki o kalabalık, o daracık sokaklara asla sığmazdı ama yine de aması var, malesef ilk gittiğim yılın tadını pek bulamadım, hıdrellezden çok üniversitelerin bahar şenliklerine benzettim, ruhunu Ahırkapı’nın sokaklarında bırakmış, steril bir organizasyon havasındaydı. 11. Hıdrellez şenliğiyle, henüz tahmin ettiğim kadar yaşlanmadığımı, eğlencenin hakkını vermek için bir parça sefalet çekmeye razı olduğumu anladım (insanoğluna yaranılmıyor işte), bu arada dilek dilemeyi unuttuğumdan hayaller de gelecek yıla kaldı.