reklam 1

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ah bu rüzgâr...




















Yağmurlar yağsın sonra kış soğuğu gelsin bende evimde gönül rahatlığıyla oturmak için bunu bahane edeyim, salep-kestane gibi mevsim adetlerini keyifle yerine getireyim diye bekliyorum. Bu arada ne zaman kestane görsem, başımda  kartondan bir külahla ana okulundaki yerli malları haftası kutlamalarında hatırlıyorum kendimi. Acaba bu aylara mı rastlıyordu? Her neyse, sonunda dün gece, ana haber bültenlerinde dedikleri gibi “yazı aratmayan” günlerin işkencesi, yağmurun penceremizi çalmasıyla bitti, yani umarım bitmiştir. 


Rüzgârın, ne olduğu meçhul şeyleri kırıp döküp, önüne katıp sürüklerken çıkardığı tangur tungur seslerini dinlerken aklıma yazın yine böyle bol rüzgârlı günlerinde okuduğum, Katherine Mansfield’in, Can yayınlarının seçtiği öykülerinden oluşan kitabı geldi. Ah bu Rüzgâr, öykülerden birinin de ismi aynı zamanda.

Onun anlatımının büyülü olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. Söze dökmeye çalıştığınızda sizin için anlamını yitirecekmiş gibi gelen, çok zarif, çok gizemli, insanı derinlerinden vuran bir dili var Mansfield’in. Öykülerinin, zamanı- mekanı unutturan, sizi içine çeken havası; hızla gelip geçen, hiç üstünde durulmayan, bir kısmını belki hiç tanımadığınız ya da adını koyamadığınız, kıyıda köşede kalmış ve ancak böyle anlatılır dediğiniz duyguları yaşatıyor.

Ah Bu Rüzgâr'daki öykülerin hepsini çok sevdim ama belki de okurken bulunduğum ortamın biriktirdiği düşünceler yüzünden Sinek’in yeri benim için farklı oldu. Basit bir gerçeği anlatıyor aslında, diğer öykülerden çok daha düz bir akışla ama çok da etkileyici biçimde yapıyor bunu. Kısacık öykünün son satırlarını okurken anlıyorsunuz bir süredir (o süre ne kadar bilmiyorum) hipnozun etkisi altında olduğunuzu. Öykü bittiğinde karakterle aynı anda uyanıyor, aynı ruh hali içinde buluyorsunuz kendinizi. O anı yaşarken, bir saniye önce okuduklarınızı, onların çağrıştırdığı düşünceleri sanki bir satır öncesi yokmuş, hiç olmamış gibi sildiğinizi fark ediyorsunuz. Büyük acılar, küçük anların içinde kaybolup gidiyor. İşte hayat böyle devam ediyor. Bir de bu rüzgar olmasa.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Keyif Evi, Edith Wharton

“Gerçek nedir? Konu bir kadınsa en kolay inanılan şey hikâyedir” 



















Güzelliğiyle ünlü Lily Bart, New York sosyetesinin tanınmış simalarındandır. On sekiz yaşına kadar sürdürdüğü rahat yaşam, önce tüm servetini kaybeden babasının, sonrada sefalet içinde yaşamaya dayanamayan annesinin ölümüyle tamamen değişmiştir. Kimsesiz kalan Lily, yanına yerleştiği halasının arada bir verdiği parayla yaşamaya çalışır. Yetiştirilme tarzı farklı olsa belki de rahatça geçineceği bu miktar, Lily’nin sürdürmek zorunda olduğu hayatın ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemektedir. Şık giysiler alması, her zaman çok güzel görünmesi, balolarda boy göstermesi, haftasonlarını geçirdiği yazlık evlerdeki toplantılarda briç oynaması, bu topluluğun üyesi olarak kalması için yapması gereken şeylerden sadece birkaçıdır. Diğer bir zorunluluk ise tüm bunlara parası yetmediğinden ve en önemlisi toplum içindeki statüsünü koruyabilmek, daha rahat hareket edebilmek için evlenmek, üstelik zengin bir adamla evlenmek zorundadır. Sosyeteye tanıtıldığı gençlik günlerinde oldukça zengin ve ünvan sahibi taliplerini geri çeviren Lily artık yirmi dokuz yaşındadır ve gelen evlilik teklifleri de oldukça azalmıştır. 

Aslında insanların olduğuna inandıklarından farklı biridir Lily. Lükse ve rahat yaşama olan tutkusunu görüp  zengin koca avında olduğunu düşünenlerin tersine sadece parası için biriyle evlenmeyi davranışlarıyla değilse bile bilinçaltıyla reddeder. Tam da onun istediği soruyu soracak damat  adayıyla olan randevusuna gideceği yerde, gerçekten hoşlandığı ama yeterince zengin olmadığı için evliliğe uygun görülmeyen ayrıca kendisiyle evlenmeyi düşünmediğini de bildiği Lawrence Selden’le yürüyüşe çıkar. Ama Lily hep böyledir, “ Toprağı hazırlamak ve tohumları ekmek için köle gibi çalışır, ama hasadı kaldırma günü gelince ya uyuyakalır ya da pikniğe gider.” Nitekim uygun adayı dalavereler çeviren bir başka kadına kaptırır. Zengin talibinin koşarak kaçmasına neden olan bir takım dedikodular yayılmıştır ama karşılığında Lily’nin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Lily, dost görünen ama kendi çıkarları ya da kıskançlıkları yüzünden çamur atan insanlardan çeker en çok. Kocasını aldatan arkadaşının kendisini kurtarmak için tüm sosyeteyi  ona karşı doldurması Lily’nin giderek dışlanmasına neden olan olayların son noktası olur. “Sen benden gerçeği istedin, bir kız hakkındaki gerçek şudur: hakkında konuşulursa işi bitmiştir, durumunu ne kadar çok açıklarsa o kadar kötü görünür göze.” derken o anda ve daha sonrasında hayatını altüst edecek davranışlara  cevap verme çabasına neden hiç girmediğini anlarız. Ama o sessiz kaldıkça durumundan faydalanmak isteyenlerin sayısıda o ölçüde artar. 

Yazar, Lily Bart’ın lükse düşkünlüğü üzerinde durduğu kadar onun yetiştirilme tarzından da bahseder romanda. Dönemin kadını tek  bir amaç için yetiştirilmektedir. Selden’ın, “Evlilik sizin mesleğiniz değil mi? hepiniz bunun için yetiştirilmiyor musunuz?” sözlerinde de, Lily’nin zengin ama aynı oranda sıkıcı ve kibirli koca adayı için söylediklerinde de-“Bunları da, o adamın ömür boyu canının sıkılması onurunu kendisine bahşetmeye sonunda karar verebilmesi olasılığı uğruna yapacaktı. Korkunç bir kaderdi bu ama nasıl kaçabilirdi ki? Başka seçeneği var mıydı?”- görürüz. Lily’nin evlilik üzerine hayalleri, Jane Austen'in, kadınlar için benzer şartların geçerli olduğu dönemde yazdığı mutlu sonla biten romanlarını hatırlatır. 

“Aslında kurduğu hayallerin evlilik sözü verdiği günden öteye gitmesine izin vermiyordu. O günden sonrası maddi rahatlamanın sisleri içinde kayboluyordu ve kendine kol kanat geren kişinin kimliği çok şükür ki belirsiz kalıyordu.”

Sonuçta kadın için evlenmeden önce en basit özgürlük düşlerinin gerçekleşmesi bile mümkün değildir. Selden’ın küçük dairesini gördüğünde, evlenmeden,  kendi zevkine göre döşeyeceği bir eve asla sahip olamayacağını söylemesi de; halasının evindeki odasını bile düzenleyebilse daha iyi bir insan olacağına inanması da benzer bir durumu işaret eder. Çalışıp para kazanmak da hiçbir deneyimi ya da eğitimi olmayan Lily için aynı derecede imkansızdır. Sonunda içine düştüğü durumdan kurtulmak için yapabileceği tek şey hiç hoşlanmasa da, çok zengin bir adam olan Rosedale’le evlenmektir. Ama Lily’yi sosyeteye giriş bileti olarak gördüğü için evlenme teklif eden bu adam da artık Lily’den fayda görmeyeceğini bildiğinden onu reddeder. Yalnız bırakılan Lily, çıkış noktası olarak sarıldığı her umudun onu, çukurun daha derinlerine çektiğinin farkındadır ve durumunu görenlerin sık sık  “keşke sana yardım edebilsem” sözlerinde toplumun koyduğu kurallar karşısındaki çaresizlik hissedilir. 

Lily’nin aşık olduğu, (dönem romanlarında sık rastlanan eğitici erkek) “Bu teklifi yapma hakkım, bir erkeğin, farkında olmadan yanlış bir konuma gelmiş bir kadını aydınlatması konusundaki evrensel haktır.” diyen kurtarıcı rolündeki Selden’ın, bir taraftan kendisinin de yakından tanıdığı Lily’nin çevresini ve hayat tarzını eleştirirken diğer taraftan erkekçe şüphelerden ve iki yüzlülüklerini gayet iyi bildiği toplumun en basit ön yargılarından kendisini bile kurtaramamış olması ama buna karşılık Lily’nin, hayatını eski durumuna getirecek mektupları, Selden’ı zor duruma sokmamak için kullanmaması; arada sırada kadının da erkeği kurtarması gibi bir durumun inanması zor olsa da  gerçekleşebileceği ihtimalini ortaya koyan ve romanın geneline hakim aykırı tavrın bir parçası olarak görülebilir. 

Kadının toplum içindeki yalnız konumu dönem romanlarında sıkça işlense de Edith Wharton’ın detaylı gözlemlerini, iğneleyici yorumlarını ve her satırı dolu dolu romanın içinde barındırdığı çok sayıdaki karakteri, başarılı betimlemelerle kanlı canlı gözünüzün önünde getiren anlatımını, romanın bana fazlaca acıklı gelen son sayfaları dışında – sanki anlatımın tonu birden değişiyor- her yönüyle çok çok beğendiğimi de söylemeden geçemeyeceğim.

12 Kasım 2010 Cuma

Aspern’in Mektupları, Henry James

















Ölümünden yıllar sonra eserleri yeniden keşfedilen şair Jeffrey Aspern’in sırlarını çözmeye kendini adamış Amerikalı edebiyat eleştirmeni, onun izlerini, Venedik’e kadar sürmüştür. Şairin bir zamanlar aşık olduğu Juliana Bordereau, yeğeniyle birlikte bu şehirde yaşamaktadır. Aspern’in hayatının, yaşayan tek tanığıyla konuşmak ve şairin ona yazdığı mektupları elde etmek için eleştirmenin yapamayacağı şey yoktur. Ama daha önceki denemelerinden de öğrendiği  kadarıyla uzun süredir inzivada olan Juliana Bordereau’ya normal yollardan ulaşmak mümkün değildir. Tek şansı para sıkıntısı çeken iki kadının yaşadığı eve kiracı olarak yerleşebilmek ve niyetini açıklamadan önce onların güvenini kazanmaktır.  

Nitekim yaşlı kadın, yıllardır kendisiyle birlikte yaşayan ve dışardaki hayat hakkında hiçbir şey bilmeyen yeğenine, kendisi öldükten sonra geçinmesi için para bırakmak amacıyla, Amerikalı eleştirmenin çok yüksek bir kira karşılığında eve yerleşmesine izin verir. Ama Jeffrey Aspern’in hayatının gizleri, eleştirmenin henüz çok uzağındadır. Yaşlı kadın ve yeğeni, evin kendilerine ait odalarından çıkmamakta, kiracılarıyla hiç iletişim kurmamaktadır. Eleştirmenimiz ise kapalı kapılar ardında ne tür sırlar olabileceği üzerine kafa patlatmakta, ev sahibesine ulaşma  yollarını düşünürken onların karakterleri üzerine de yorumlar yapmaktadır. Bu sırada Venedik’te geçireceği zaman hızla tükenmektedir. Eleştirmen amacına ulaşmak için Bayan Bordereau’nun orta yaşı geçmiş, hiç evlenmemiş ve oldukça saf görünen yeğenini kendi tarafına çekerek, teyzesinin ölmeden önce mektupları yok etmesine engel olmasını sağlamaya ve mektupları onun yardımıyla elde etmeye çalışır ama işler pek de umduğu gibi gitmez. 

Aspern'in Mektupları; eleştirmenin aradığı mektuplar gerçekten var mıdır? Juliana Bordereau, eleştirmenin amacını anlamış ve yeğeninin geleceğini garanti altına almak için mektupları mı kullanmaktadır? Yeğen Tina üzerindeki etkisi eleştirmenin işine yarayacak mıdır? Eleştirmen mektuplara ulaşmak için ne kadar ileriye gidebilir? Juliana, odasında şair Aspern’e ait başka gizler de saklamakta mıdır? gibi romanın sonunda bile şüphe uyandırmaya devam edecek sorularla başbaşa bırakıyor okuyucuyu.  

Daha önce okuduğum Yürek Burgusu’nda olduğu gibi Aspern’in Mektupları’nda  da Henry James hikâyeyi, birinci tekil anlatıcının iç konuşmalarıyla aktarıyor. Ama anlatıcının düşüncelerine bu kadar yakın olmamız ondan çok emin olacağımız anlamına gelmiyor çünkü Henry James’in karakterleri okuyucu üzerinde tam tersi bir etki  yaratıyor. Yürek Burgusu’nda kendi kendinizden korkmanıza neden olan yazar, Aspern’in Mektuplarında şüphenin, belirsizliğin sınırlarına sürüklüyor, hırsın, insanı götürebileceği  uç noktalara işaret ederken, ahlaki değer yargılarının kırılgan yapısını ortaya çıkarıyor.

Edebiyata kendi tarzıyla damgasını vuran Henry James’in günümüz okuyucusuna biraz farklı gelecek bir anlatımı olduğunu söylemek gerek. Aksiyon yerine karakterin zihnini okuduğumuz, sırrını hala çözemediğim bir biçimde yavaş yavaş ele geçiren, okuyucuyu kendi içine döndüren, onun üzerinde hikâyeden bağımsız etki yaratan romanlar bunlar. Okudukça “bunu nasıl yapıyor?” sorusunu sürekli gündemde tutan, aramızdaki çağ farkına rağmen psikolojimizle oynamayı başarabilen müthiş bir yazar.

5 Kasım 2010 Cuma

Karanlıkta Kahkaha, Vladimir Nabokov













“Bir zamanlar, Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi, saygındı, mutluydu; günün birinde gencecik bir metres uğruna karısını terketti; sevdi, sevilmedi; ve yaşamı felaketle son buldu.”
cümleleriyle başlayan roman hakkında daha fazla spoiler vermeden ne söylenebilir ki? İnsan neden okur sonunu bildiği bir romanı? Çünkü
bu cümlelerin devamında Nabokov’un yazdığı gibi;“...her ne kadar bir insan yaşamının özeti, yosunla çerçevelenmiş olarak, bir mezar taşının üstüne kolayca sığarsa da, ayrıntılar her zaman hoşa gider.” Ve böyle bir girişten sonra, okuyucu (yani ben), gayet orijinal bir yazarla karşı karşıya olduğunu sezer ve sayfalar ilerledikçe bunun sadece bir başlangıç olduğunu anlar. 

Nabokov bir türlü cesaret edip de okuyamadığım yazarlar listemdeydi. On yıllar sonra üşengeçliğimi yenip gittiğim Tüyap’da  gıcır gıcır, fırından yeni  çıkmış gibi duran kitaplarına rastlayınca, arka kapaktaki -“Nabokov’un insan yalnızlığı konusundaki en soğuk romanlardan biridir”- yoruma rağmen, ismine bakıp, belki de komiktir diyerek aldım Karanlıkta Kahkaha'yı. Ve, hani derler ya  “bir solukta” okuduktan sonra Nabokov romanlarının hepsini  toplayıp eve getirmediğime pişman oldum.  

Evet, Karanlıkta Kahkaha okuduğum en soğuk romanlardan, Nabokov ise en acımasız yazarlardan biri. Bol bol eleştirilen Flaubert bile Emma’ya bu kadar kötü davranmamış, arada bir şefkat göstermişken, Nabokov, ne kendisi yaklaşıyor karakterlerine ne de sizin onlarla duygusal bağ kurmanıza izin veriyor. Karakterlerinin hiç birini sevmiyor, nefret etmiyor  ya da acımıyorsunuz çünkü yazarda onlara karşı bu türden hisler beslemiyor. Ola ki birine acımaya başladınız, hemen onunla dalga geçiyor; zeki ve dolayısıyla çekici karakter rezil biçimde kötü, iyi olan beceriksiz ve saf  görünüyor.  Ayrıca garip biçimde romanın geneline hakim olan bir tür duygu eksikliği fark ediliyor. Sadece karakterlerle değil anlatım diliyle de, onların hislerine, aradaki mesafeyi kapatacak kadar yani gerektiğinden fazla yoğunlaşmanıza engel oluyor.

İnsanoğlunun çelişkilerini, zayıflıklarını, kötülüğünü bir bir  ortaya dökerken parantez içi yorumlarla da sadece izleyici olduğunuzu hatırlatıyor, sizi hikâyenin dışında bırakarak tarafsızlığınızı korumaya zorluyor. Belki de, Nabokov’un, karakterlerin ne hissettiğinden çok ne düşündüklerini gösteren bu tavrı  romanı böyle ironik, acımasız ve eğlenceli yapıyor.  

Henüz diğer romanlarını okumadım ama sanırım Nabokov kendi edebiyat anlayışını  ve romandaki soğukluğun altında yatan düşünceyi, karakterleri aracılığıyla ortaya koyuyor. Meselâ Albinus, bir sohbet sırasında yazar Conrad’ın romanlarını;

Büyük, evrensel bir yazar olmamasının tek sebebi-...- toplumsal sorunları göz ardı etmesi, dikkate almaması. Oysa müthiş toplumsal değişimlerin yaşandığı çağımızda bu, utanç verici, hatta günah sayılabilecek bir şey”  

cümleleriyle eleştirirken, romanlar üstüne tartıştıkları bölümde, Conrad’ın, kendi romanlarını;

“Bir edebiyat hemen hemen yalnızca Yaşam’dan ve Yaşamlar’dan besleniyorsa, ölmeye yüz tutmuş demektir. Freud’a bağlı kalan romanlardan ya da sakin kır yaşamını resmeden romanlardan hiç hazzetmiyorum”

diyerek savunması Karanlıkta Kahkaha’nın psikolojiden ve toplumsal devinimden uzak yapısının nedenini açıklıyor.  

Ayrıca Nabokov’un yaşamı da, onun bu romanındaki karakterlerin birden fazlasıyla arasında benzerlikler olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Varlıklı, aristokrat bir aileden gelen, iyi eğitimli, kültürlü yazarımız, hayatın gerçeklerinden nasibini almamış, kendi kozasında yaşayan ama bulunduğu çevrenin ahlaki değerlerine uygun düşmeyen tutkulara sahip sanat eleştirmeni Albinus karakteriyle, kendisinin de bir parçası olduğu değerler sistemini gülünç duruma düşürüyor. Sanat çevresine karşı alaycı, küçümseyici olan Rex karakteri ise romanın daha doğrusu yazarının anlatı boyunca sergilediği tarza çok yakın olduğundan ister istemez Nabokov’un bu topluluğa bakışı hakkında tahmin yürütmenize sebep oluyor.  

Karanlıkta Kahkaha, önce Rusça olarak Kamera Obskura adıyla yayımlanmış, sonraki yıllarda bir parça değiştirilerek yine Nabokov tarafından İngilizceye çevrilmiş. Bizde ise İletişim yayınlarından çıkan son baskısının gayet akıcı ve keyifli çevirisini Pınar Kür yapmış (ama belki bisiklet didonu yerine gidonu, ahçı yerine aşçı kelimesi kullanılsa daha iyi olurmuş). Daha çok ona ün kazandıran Lolita romanıyla tanınan Nabokov,  sayamadığım kadar çok roman, şiir, eleştiri yazmış. Zooloji eğitimi alan yazar kelebek uzmanı olmasıyla ve satranç bilmecelerine ilgisiyle ünlüymüş. 1899’da Rusyada başlayan hayatı, İngiltere, Almanya ve Amerika’dan sonra yerleştiği İsviçre’de 1977 yılında sona ermiş.

Sonuç olarak, yazarın en popüler romanlarından değilse de, okunası, gülünesi ve ibret alınası bir eser olan Karanlıkta Kahkaha’yı, her kitaba böyle ilgi göstermeyen kedicim Şeker de şiddetle tavsiye ediyor.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Etgar Keret

Etgar Keret’in Siren Yayınlarından çıkan kitabı, sonuncusu hariç iki-üç sayfalık kısa hikâyelerden oluşuyor. Tanrı olmak isteyen otobüs şoförü, sergilendiği müzeden annesinin rahmini almaya çalışan adam, Özbekistandaki bir delikten çıkıp alışveriş yapan cehennem sakinleri, porselen domuzcuk kumbarasında para biriktiren çocuk, trapezci olmak isteyen bir başkası, yetenek toplayıcısı iblis, sevgisini kanıtlamaya çalışan kadın, bir kiralık katil, Mossad şefinin oğlu, sürekli sınıf arkadaşıyla karşılaştırılan bir adam, sadece intihar edenlerin gittiği dünyada sevgilisini arayan biri, merhametsiz İbrani Tanrısı ve icat ettiği borular sistemiyle ulaştığı cennetten iskambil kağıdı siparişi veren adam ... hikâyelerden bazılarının konusu.  

Bu enteresan içeriğe rağmen, kitabın arkasında yer alan, New York Times’ın –... Kahkahalarla güldürüyor- yorumuna katıldığımı pek söyleyemem. Belki İsraille ilgili bilgim yetersiz olduğundan, belki yetersiz espri anlayışım ya da dil farkı yüzünden bilmiyorum ama kahkahalarla gülme beklentisi bu kitabı almak için son neden olmalı diye düşünüyorum. En azından okuduktan sonra benim için böyle oldu.
 
Hikâyelerin büyük bölümü, normal şartlar altında fena halde iç sıkıcı görünen ölüm, intihar ve öteki dünya üzerine. Normalde diyorum çünkü bu temalar Etgar Keret’in şaşırtıcı bakış açısıyla farklı bir boyut kazanıyor. Ön kabullerimiz,  onun oluşturduğu evrene göre çok da absürd diyemeyeceğimiz durumlarla yer değiştirirken, kendimizden emin, güvenle yaşadığımız dünya algımız  üzerinde yaptığı birkaç değişiklikle hem tanıdık hem de yabancı bir evren yaratıyor. Bildiğimiz dünyayı, bilmediğimiz, en azından şimdilik yabancısı olduğumuz dünyayı tanıdık bir biçimde anlatıyor. Gündelik hayatı konu ettiği İsrail’le ilgili hikâyelerinde ise olaylardan çok ironik bir yaklaşımla onları yorumlayışı, ters köşeye yatırıyor okuyucuyu. İki sayfalık hikâyeleriyle romanlara yakışan karakterler yaratıyor.  

1967 Tel Aviv doğumlu Etgar Keret,  ülkesinin popüler yazarlarındanmış. The New York Times, Le Monde, The Guardian gibi önemli gazetelerde hikâye ve makaleleri yayınlanıyormuş. Yaratıcı yazarlık atölyeleri de düzenleyen Keret’in  kitapları yirmi dokuz dile çevrilmiş. Aralarında Wristcutters, Jellyfish  ve animasyon olarak çekilen $ 9.99  bulunduğu otuzdan fazla hikâyesi kısa film olarak sinemaya uyarlanmış. Türkçede ise Nimrod Çıldırışları ve Gazze Blues adıyla iki kitabı yayımlanmış. 

“Cennet’in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. Bana buraya kendini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinden hoşnut kalmamaları ikinci seferde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. Hepsi değişik yollardan gelmişler Cennet’e....” 

İlgilenenler için not:  Etgar Keret  şu sıralarda İTEF (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) dolayısıyla ülkemizde ve kısa filmi Wristcutters pazar günü (31 Ekim) saat 15:00 da Kargart’da gösterilecek.  Aynı gün, aynı yerde saat 19:00 da Hakan Günday ve Georgi Gospodinov’la bir söyleşiye katılacak. 

22 Ekim 2010 Cuma

Kırmızı Pelerinli Kent, Aslı Erdoğan

 “Kırmızı Pelerinli Kent” in arka kapağında  “...kendi izini süren bir yalnızlık öyküsü” anlattığı yazılmış. Evet, Özgür, her köşe başında, karşısına, şiddetin, ölümün çıktığı Rio’da yapayalnız.  Ama onun başa çıkmakta zorlandığı bildiğimiz türde bir yalnızlık değil, Özgür, yalnız olmaktan çok yalnızlığında başbaşa kaldığı, anlam veremediği kendi varlığından mustarip. Tanımadığı ama bir biçimde var olduğunu bildiği, daha doğrusu olması gerektiğine inandığı anlamın, “bilinmeyenin” peşinde “yalnızlığını kuşanıp” Rio’ya gelmiş. Enerjisine hayranlık duyduğu şehrin gerçeklerini kavradığındaysa  tek çaresinin kendi anlamını yaratmak yani yazmak olduğuna karar vermiş. İşte bu yüzden, roman içinde romanla, birbirini tamamlayan iki anlatıyla karşılaşıyoruz. Okumak için geldiği şehirde, parasız, işsiz üstelik üniversiteden atılmış Özgür bir roman yazmaya çalışıyor. Tekinsiz, ölümcül, kırmızı pelerinli, Rio de Janeiro’nun romanında anlatıcı Özgür’ü, Özgür de, kurgusal karakteri Ö. yü seslendiriyor. 

Şiddetin günlük hayatın parçası haline geldiği, insanların kaldırım kenarlarında ölüme terk edildiği, açlığın, yoksulluğun, insani değerleri sorgulattığı ama bir yandan da müziğin, dansın hiç durmadığı kanlı, canlı bir şehir Rio. Belki bu çelişki yüzünden gelmiş şehre, belki de kendi çelişkisine en uygun yer olduğu için seçmiş Rio’yu ama sonuçta her ikisini de uç noktada hissetmeye başlamış. Aşkı ve yaşamı ezip, ne olursa olsun onlardan bir şeyler koparan insanlara hayranlıkla bakıyor, onlarda tıpkı şehrin hissettirdiği yaşamı görüyor. Bir yandan sokaklarda ölmemek için dua ediyor diğer yandan aradığı anlamı bulmak için, ölmek üzere olan insanları farklı ama yakın bir incelemeden geçiriyor. Bedenin yok oluşunda geride kalanı anlamak ister gibi, sanki onların yaklaştığı ölümde de yaşamın izlerini sürüyor. Sırf bu yüzden “en korktuğu şeyi kovalamaktan vazgeçmiyor” Yazmak için yaşadığı romanının sıfır noktasına ulaşmayı başarıyor. 

Aslı Erdoğan, Türkiye’de bilgisayar mühendisliği ve fizik okumuş. Sonra Rio’daki fizik eğitimini yarıda bırakarak yazmaya karar vermiş. İki yıl Brezilya’da yaşamış. 1994’de yazdığı ilk romanı Kabuk Adam’dan sonra bir öykü kitabı olan Mucizevi Mandarin’ i çıkarmış. Kırmızı Pelerinli Kent  1998’de yayımlanmış. Anladığım kadarıyla kendi yaşamından da izler taşıyan bu romanı  Fransızca ve Norveççe’ye çevrilmiş, bir de ödül almış. Öykülerden oluşan son kitabı Taş Bina ve Diğerleri ise 2009’da yayımlanmış. Yakın bir zaman önce de Sait Faik  ödülünü alan  Aslı Erdoğan, yurt dışında da geleceğe kalacak elli yazar arasında gösteriliyormuş.

Kırmızı Pelerinli Kent, ilk Aslı Erdoğan romanım.  Açıkçası sayfalarla beraber  hücum eden “niye aldım ki, bıraksam mı acaba?" düşünceleri  yerini “neden olmasın?” a terketti. Hakkında yazmaya kalkışınca da  “aslında şunu da, bunu da anlatıyor, acaba şöyle mi demek istemiş ” diye kendi kendime konuşmaya başladım. Seveni çoktur eminim ama benim okumaktan özellikle kaçındığım bir tarzda yazıyor diyebilirim. Her duyguyu psikolog koltuğuna uzanmış gibi anlatıyor, hissettirmekten çok çözümlüyor, yorumluyor. Keşfedecek pek bir şey bırakmıyor okuyucuya. Sonra dili çok şiirsel, okumaya bir kere kaptırınca anlam arayışına da girmiyor, güzel, ahenkli kelimelerin içinde kayboluyor, aynı cümlelerin farklı dizilişlerine rastladıkça ayılıp, ilerliyormuyum yoksa olduğum yerde mi dönüp duruyorum diye düşünüyorsunuz. Bazen kelimeleri, bazen de cümle içindeki yerlerini değiştirdiği Rio betimlemelerinde okuyucunun sabrını zorlamak pahasına en güzel cümleleri kurmak için uğraşıyor, aynı imgeyi defalarca yorumluyor, üstelik yaptığının da gayet farkında, romanda bunu itiraf etmekten de çekinmiyor. Siz de “tamam anladım, hava sıcak, terliyorsun, açsın, pasaklısın, sinirlerin bozuk, bezginsin, Rio’da çok pis kokuyor” diye çığlık atmamak için kendinize hakim olup, her sigarasında ve çayında ona eşlik ediyorsunuz. Evet  bence bu kitabı okurken yapılması gereken de bu. Ona eşlik etmek, götürdüğü yere gitmek ve yapmak istediği şeyi anlamaya çalışmak. Sonrasında sevip sevmemek size kalmış.