reklam 1

28 Ağustos 2011 Pazar

Rua, Dam, Vale... Vladimir Nabokov



















“Berlin! Henüz tanımadığı kentin adında bile – ilk hecenin ağır gümbürtüsüyle ikinci hecenin hafif tınısında – iyi şaraplarla kötü kadınların romantik adları gibi heyecan verici bir şey vardı.”


İşte yine bir Nabokov romanı. Ve yine çok çok eğlenceli.  Bir evlilik, bir aşk,  Martha,  Dreyer  ve Franz’ın kişiliğinde bir insanlık komedisi anlatıyor. Dayı, onun çok çok güzel karısı ve dayısının yanında çalışmak için şehre gelen genç, fakir akraba... Kaçınılmaz son,  Aşk-ı Memnu şeklinde özetlenebilirse de,  Nabokov  faktörünü  hatırlamak ve eğlenceye  hazır olmak gerekiyor. Çünkü yazar, yine klasik sayılabilecek bir konuyu alıp acımasız gerçekçiliğiyle birleştiriyor. Ve belki en çok güldüğümüz şey de kendimiz ve yaşam hakkındaki romantik hayallerimizin çarparak parçalandığı, bu gerçeklik hali oluyor.

Roman, Nabokov’un 30’lu yaşlarına rastlamış ve yaklaşık yirmi  yıl sonra, İngilizce çevirisi yapılırken ciddi bir düzeltmeden geçmiş. Alman edebiyatından habersiz, Alman tanıdığı bile olmadığını söyleyen yazar, romanı için “çevrenin bilinmezliğinden doğan duygusal bağlantı yokluğu ve masal özgürlüğü, içimde kaynayan uydurma isteğine tam aradığım yanıttı” diyor. Gerçekten de dünyanın hangi köşesinde geçerse geçsin fark etmezmiş diye düşünüyor insan. Karakterlerin canlılığı, hikâyeyi çevreden soyutluyor. Aslında Dreyer, Martha ve Franz gerçek hayatta o kadar bilindik tipler ki onları roman karakterleri olarak düşünmek bir yana bu üçlünün bir araya gelmesinin böylesine komik olabileceğini hayal bile edemezdim. Yani yüzlerce kez anlatılmış bir hikâyeyi alıp, karakterlerin en sivri yönlerini üstüne basa  basa vurguluyor ama yine de çok farklı bir roman çıkıyor ortaya. Sırrı ne anlattığında değil nasıl anlattığında belki de.

Ayrıca, önsözde  tekniği  ve yazım süreci hakkında söyledikleri de  edebiyat severlerin ilgisini çekecektir düşüncesindeyim. Bunlardan bazıları , mesela,  Anna Karanina,  Madam Bovary esintileri ile  Nabokov ve karısının şöyle bir arz-ı endam ettikleri son sahneler  –konuştukları yabancı dil ve yanlarındaki kelebek ağı nedeniyle- pek zorlanmadan  anlaşılabilirken, bazıları ise acaba mı  dedirten Nabokov  gıcıklıkları olarak kalıyor. (canlı mankenler, sihirbaz Enricht sahneleri ve yine Freud)

Romanın konusu hakkında çok şey söylemek, bazı bölümlerden -mesela miyop iffetlidir- bahsetmek isterdim ama ne yazsam fazla olacak, okumak isteyenlerin keyfi kaçacak gibi geliyor. Belki kısaca işin özeti Martha’nın cümlelerinde gizli diyebilirim, bu kadarını söyleyebilirim;

“İnsanlar planlar kurarlar, çok iyi planlar kurarlar, ama bir olasılığı tamamen unuturlar; ölümü. Sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi.”

28 Temmuz 2011 Perşembe

Xavier De Maistre...



De Maistre, düşünür, macera peşinde bir gezgin ya da her ikisi ve daha pek çoğu... Alain De Botton’ın önsözüne bakarsak, 1763’de Fransa’da doğan yazarımız okumaya ve resme meraklı,  23 yaşındayken, kağıt ve telden inşa edilen bir kanatla Amerikaya uçma planları yapan hayli ilginç bir kişilik. Ama anlaşılan o ki De Maistre’nin  en başarılı buluşu bu kanatlar değil. Yaptığı düellodan sonra 42 gün oda hapsine mahkum edilen yazar  yepyeni bir gezi yöntemi bulmuş. 1790 yılında, 27 yaşındayken yazdığı Odamda Seyahat ve ikinci bölüm olarak eklediği Odamda Gece Seferi , İletişim yayınlarından çıkmış, eğlenceli, samimi, ışıl ışıl. De Maistre’nin kitabının hedef kitlesi, seyahate çıkmak için parası olmayanlar, dağ tepe dolaşmanın risklerini göze alamayanlar, para harcamak istemeyen zenginler, “Dünyadaki tüm umutsuzlar, hastalar ve can sıkıntısından muzdarip olanlar”. Seyahat için gerekenlerse başınızı sokacak bir oda ve bol miktarda hayalgücü.

De Maistre, yataktan, koltuğa,  kitaplık ve çalışma masasından duvarında  asılı resimlere yaptığı  seyahati boyunca hem bu nesnelerin pek de aklımıza gelmeyen yönlerini anlatıyor hem de onların çağrıştırdığı düşünceleri izliyor. Aynalar mesela ya da pembe-mavi bir yatak örtüsü, sevgilinin resmi, pencereden görünen yıldızlar, bir terlik, her biri yazarımızı bambaşka dünyalara, fikirlere götürmeye yetiyor. Denemeler yazmaya girişirken, koltuğunda ya da bir merdivenin tepesinde, evrenin işleyişi, insanın bir ruh ve bir hayvandan oluştuğu hakkında fikirler üretirken, Vesta rahibesini yeniden hayata döndürürken, kitaplarını ya da resimlerini anlatırken çok keyifli bir gezi olanağı sunuyor.

Susan Sontag, Odamda Seyahat için “şimdiye kadar yazılmış en canlı, en orjinal otobiyografik anlatılardan birisidir” demiş. Ama kitap otobiyografik özelliklerinin yanısıra etrafımızdaki şeylere, yaşama açık bir algıyla bakmanın ne büyük bir fark yaratacağının da kanıtı. Algının kapıları açıldığında, etrafımızı kuşatan nesnelere farklı bir gözle bakmaya başladığımızda derin düşüncenin nasıl  geliştiğini, nerelere götürdüğünü izlemek, ne kadar çok şeye alışkanlığın gözüyle baktığımızı, sıradan olanla yeni olanın, bizim için farklı olanın, sadece bakış açımızdan kaynaklandığını farketmek için yeterli.  Ne demişler, “Herşey içimizde”.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Nerden başlasam....



















Aylardır yazmaya fırsat bulamadığım her şeyi aklımda tutmaya çalışıp, bir başlayabilsem yaz-yaz bitmez bunlar diyordum. Nihayet mazeretler  tükendi, masanın başına oturdum. Tek kelime gelmiyor aklıma. Halbuki söylicek ne çok şey biriktirmiştim. Birçoğu da kendimce baya önemli şeylerdi. Ama gitmişler, yazık olmuş :(
 
Neyse, sayfanın önünde tabula rasa vaziyetinde oturmak yerine sondan başlamaya karar verdim. İlk sırada yıldızımın bir türlü barışmadığı John Fowles var. Abanoz Kule’yi fenalık geçirip yarıda bırakmıştım ama Mantissa’nın arka kapağındaki yorumları okuyunca önceki tecrübeme rağmen kitabı almadan geçemedim.
“Yazar ile esin perisi arasındaki çapraşık ama aynı zamanda şiddet ve sevecenlik dolu o kadim ilişkiyi anlatıyor...”,  “ ...Fowles alaycı ve acımasız bakışını bir fener gibi okurun gözüne tutarken sorular soruyor ve sorduruyor.”, “ Yazar esinini alıp edebi bir forma dönüştürürken periye ödenen bedel nedir gerçekte?...”, “...Tenin ve sözün çarpıcı diyaloglarının egemen olduğu bu fantastik kurguda gerçekliğin ve yaratıcılığın doğasını, sanatın yabancılaşmasını, günümüzde edebiyatın giderek kendine dönük bir üsluba geçişini, kadın-erkek ilişkilerini ve yaşam-sanat ekseninin bileşik kaplarında değişen dengeyi, Fowles’un zekice gözlemleriyle izleriz.” ... 
İşte böyle bir beklentiyle başlayan Mantissa, mitolojinin dokuz musasından (muse) biri, aşk şiirlerinin esin perisi Erato ve yazar Miles Green’in bir küsüp bir barıştıkları sahnelerden oluşuyor. Erato, yazarın erotik düşleri, sapkın bilinçaltı ve yeteneksizliği yüzünden geçmişinin saygınlığına uygun bir roman karakteri olamamaktan şikayetçi. Yazar ise gayet maço bir tavırla Periyi edebiyattan anlamamakla ve sığ olmakla suçluyor. Ve malesef aralarındaki diyaloglar, böyle uzayıp benzer tonda devam ediyor. Erato’nun mitolojik geçmişi ve modern edebiyat hakkındaki birkaç yoruma rağmen bana kalırsa geleneksel kadın-erkek çatışmasının ötesine geçemiyor. Arka kapakta bahsi geçen, “alaycı ve acımasız bakışa”, “gerçekliğin ve yaratıcılığın doğasına”, “Fowles’un zekice gözlemlerine” bir türlü rastlayamamak,  bir şekilde söz verilenlerin hiçbirini roman boyunca yakalayamamış olmak da ayrı bir hüsran yaratıyor. Sözün kısası, benim için Mantissa’nın, Abanoz Kule’den tek farkı inat edip bitirebilmiş olmamdan başka bir şey olmuyor. Dedim ya yıldızımız barışmıyor Fowles’la.  

(resim: Allegory of Music or Erato by Filippino Lippi, 1500)

2 Mart 2011 Çarşamba

Yasak kardeşim ya-saaakk!

Hala blogunu görebilen şanslı azınlıktanım galiba.(şimdi duyarlar Ahaa! burayı unutmuşuz derler falan) neyse her ihtimale karşı şuraya da http://ewelzamanicinde.wordpress.com/ yerleştim. Ama kusura bakmayın. Ortalık fena dağınık. Yeni ev hali işte :)
 
Hayır anlamadığım ben bile yapabiliyosam herkes yapar. Digiturk neyi engelledi ya da engelleyeceğini sandı da böyle garip bir olaya imza atarak itibarını iki paralık etmeyi göze aldı. Diyelim ki daha fazla kazanma hırsı. Şirketler vatana-millete faydam dokunsun diye kurulmaz sonuçta. Ama biraz da mantık olur ne biliyim. Abonelerin teker teker kaçıyorsa -ki onlardan biriyim- biraz düşün bu olayın tek sorumlusu blogların maç yayını yapması mı? Hayır tabiki!! 

Mesela birkaç yıl önce Digiturk yayını aldık. Açıyoruz TV’yi, yayın kesik. Neymiş efendim kanaldan kaynaklıymış. Tüm kanallar mı kapalı? Elimizde kumanda habire yeniden kanal yüklüyoruz banamısın demiyor. Tv’yle mücadele etmekten yorgun düşüp erkenden uykuya. Ertesi gün açılıyor, eh bir iki gün idare ediyor sonra Taaakk! Yine gidiveriyor. Keyfine göre yani. Ama bu arada faturaları falan düzenli ödüyoruz kesmesinler yayınımızı diye. Hayır kesse nolcak zaten izleyemiyoruz ki. Neyse sonra servis meselesi oldu. Garantisi dolmamış bu verdikleri aletin. Servisi çağırdık. Geldi. Baktı. Bu bozuk dedi. O kadarını bizde anladık. Şimdi napıcaz. Değiştiririz. Ücretsiz. İyi değiştirin tabi zaten garantisi dolmadı. Yani yeni makina ücretsiz ama servis ücretli. 20 lira falan. Tamam napalım. Parasını verip hiç izlememekten daha iyi. Eh bir süre idare ettik. Sonra yine aynı sorun. Yine elde kumanda uğraş dur. Zaten sinirliyim, zaten aynı filmleri görmekten, gülme efektli dizilerden bıktım, zaten bütün gün izlemiyorum. Akşamdan akşama. Böyle sinir harbi yaşamak için de o kadar para vermek saçmalık. Başka bi sürü şey var sinirlenmek için hem de bedava. Şimdi, durum böyle böyle desek, servis gelse yine bozulmuş diycek. Değiştircek. Bide onlara yeniden ödeme yapıcaz. Velhasıl ben bu digiturk’u kapattırırım dedim. Aradım. Kapatın. İstemiyorum. Niye kapatalım, kapatmayalım. Anlattım şikâyetlerimi. Pek de şaşırıp üzüldüler diyemem. Durum gayet normal heralde. 

Ben: Kapatmak istiyorum. Anten kurucam. Ordan izliycem. Hatta izlemiycem. Soğuttunuz beni Tv’den de herşeyden de. 

Ses: O zaman şöyle yapalım. Kapatalım yani fatura ödemeyin ama kart sizde kalsın.

Ağustosa kadar mı, ağustosta mı ne hediye kullanım vericeklermiş. Yeni kanallar gelcekmiş. Onları görüp öyle karar verecekmişim. Sonra hala istemezseniz arkadaşlar gelip kartınızı alırlar.  

Niye italik bu cümle? Çünkü çok önemli! Ne kadar ısrar etsem de Digiturk’ü kapattıramadım. İstemiyorum. Zaten başka bir servise geçtim. Ordan izliycem. Onlar gelip kurulum yapıcaklar. Kabloları değiştircekler. Arada Digiturk izleyip sizin yeni kanallarınızı göremem zaten görmeye çalıştığımda da göremiyodum. Gelip alsınlar kartı falan dedim dinletemedim. Kartı iade edemedim.  

Aradan zaman geçti. Ben mutlu, yeni tv’im mutlu, yaşayıp gittik. Basıyorum düğmeye açılıyo. Basıyorum kapanıyo. Ortalık süt liman. Sinir minir yok. 

Sonra naaptım. Yaz geldi, tatile gittim. Aradan birkaç hafta geçti ki telefona bir sms. 

Kartınızı şu tarihe kadar en yakın servise iade etmezseniz kart bedeli kadar TL size faturalanacak! 

Hani gelip alacaklardı? Hoş gelip alacak olsalar evde kimse de yok. Yani var ama sadece akşamları. İnsanlar çalışıyo tabi. Aradım bunları, dinletemedim. Telefondaki ses nuh diyo başka bir şey demiyo. Yahu tatildeyim. Nası geliyim. İstemiyorum dedim kalsın dediniz. Almak istemediniz. Ne zaman alacağınızı söylemediniz. Yok anlatamıyorum, anlasa da umursamıyo. Peki kart bedeli ne kadar? Kesin bişey söylemiyo. Şununla bunun arası bir şey. Nası kötü konuşuyo anlatamam sanki kartlarını vermek istememişim gibi. Öküz öldü ortalık bozuldu hikâyesi. Yollarımız ayrıldı ya. İnsanlar sevgilileriyle kavga edip ayrılıyo yine de görünce bi hal hatır soruyo falan. Belki yine gelirdim. Hiç sanmıyorum ama hadi bi daha deneyelim derdim ne biliyim, en azından iki yıllık bi münasebetimiz var. Müşteri düşmanı bunlar. Neyse başka bir nedenle tatili yarıda kesip eve dönmem gerekti. Hemen ertesi gün aradım. Nerde bu servis? Bilmem nerenin arkasında, bilmem nerenin yanında. Oooo, nası bulucam ben orayı?

Yüz kişiye sordum. Bilmem nerenin yanı dedikleri yer küçücük bir bakkalcık. Arada bul. Evet buldum. Ama yarım gün uğraştım. Kartı iade ettim. Hemen kontrol ettiler çalışıyomu diye. Siz gelip almıyomusunuz dedim boş boş baktı bana. Pekiii, iyi çalışmalar size. 

Konuyu baya uzattım ama işte bu kadar. Elini ver, kolunu kaptır şirketler listeme, garanti bankası, turkcell ve yapıkrediden sonra digiturk’ü de ekledim.  Onlar hep haklı, ben hep haksız. Hatta ben haklı da olsam "yapacak bişeyleri yok malesef". Garip bi durum.

Neyse gelelim blog olayına. Dedim ya hemen geçtim wordpress’e. Bir hevesle başladığım küçücük blogumun tüm yazılarını tek tuşla aktardım. Evet şimdilik düzensiz ve çirkin görünüyo ama onu da hallederim. Sorunumuz bu değil.

Sorunumuz Digiturk’ün gayet etik bir durumla karşı karşıya olduğunu farketmemesi ya da bunu umursamaması. Kâr payları ve çıkarları ile hizmet sattığı toplumun üyelerine zarar vermek arasında bir seçim yapması gerektiğinde kısa günün kârı deyip böyle saçma sapan bir olaya sebep olması, sonra da açıklama yapıp bloggerlara üzgün olduğunu ama yapacak başka bir şey olmadığını söylemesi. (en azından telefondaki sesten daha kibar bir tavırla). Ama durumu umursamaması daha büyük ihtimal çünkü o da gayet iyi biliyor ki biz alışığız, bizim sesimiz çıkmaz. Nasılsa her güne yeni bir sürprizle uyanıyoruz. Milletçe alışığız bu durumlara. İki günde unutur gideriz. Dava falan açıp uğraşmayız çünkü uğraşsak da sonuç alamayacağımızı biliriz. Hem ne diyceksin; bu milyon dolarlık şirket benim blogumu kapattı mı? Tam Fatmagül’ün suçu ne durumu yani. Neyse işte olan yine biz insancıklara oluyor. Tekrar edeyim. Mesele blog taşıma meselesi değil. Mesele sisteme ve onun üyelerine güvensizlik, inançsızlık ama en çok da böyle bir haksızlık ve saçmalık karşısında sözün bittiği yere gelmek, saplanıp kalmak. Demokrasi içinde başka çareler aramak zorunda bırakılmak. 

Basit, temiz ve sakin yaşamak için ne yapalım paramızı yastık altında mı saklayalım, TV yerine radyoda arkası yarın (hala var) programlarını mı dinleyelim, internet başında oturmak yerine komşuya misafirliğe mi gidelim. Blog yerine kilitli bir defter alıp günlük mü tutalım. (aaa eskiden günlükler kilitli olurdu, gizli, özel şeylerdi, başkasının günlüğünü okumak ayıptı  falan ne acayipmiş!!) ve sistemin güdücüleriyle tüm ilişkimizi keselim mi?  Para kaybettiğinde Digiturk’ün nasıl panik olduğunu gördük. Şimdi biz değil onlar kaybeder diyebiliriz.

Digiturk’un yerinde olsam, bir arama motoru da ben yapardım. Blog servisine de facebook’da olduğu gibi reklâmları yüklerdim. Maç yayınlarından kaybettiğimi - ki kaybettiğini sanmıyorum- kat be kat kazanırdım böylece insanlarda benden nefret etmezdi. (Ama şimdiden söyliyim daha da digiturk den bişey almam, blog falanda açmam)

Neyse bu kadar zekâ sağlığa zarar. Ben önce yeni blogumu bir toparlayayım. Burası kapanana kadar  bir orda bir burda takılayım. 
Hayat böyle...

11 Şubat 2011 Cuma

Saydam Şeyler, Vladimir Nabokov




“İşte, istediğim kişi burada. Merhaba kişi! Beni işitmiyor.

Belki somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak, gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istekleriyle dengelenirdi. O zaman kişiler, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken,  tahterevallinin orta kısmında bacaklarını açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi.”

Bu cümlelerle başlayan Saydam Şeyler, okuduklarım içinde en zor Nabokov romanıydı. İşin gerçeği, 120 sayfalık bu kısacık romanı anladığımı da pek söylemem. Ama yine de bir iki cümle not düşmek istedim çünkü en az diğerleri kadar eğlenceli, şaşırtıcı ve çok da çılgın bir romandı.  

Stefan Klein’in zaman’ı anlattığı kitabından bahsetmiştim. Klein, “Beyin bir zaman makinesidir. Geçmiş ve gelecekteki yolculukların çoğunu öyle hızlı gerçekleştiririz ki, şimdiki zamandan oraya yaptığımız sıçramanın farkına bile varmayız.” diyordu. Bu seyahatlerinde, zihnin, bir takım nirengi noktalarını kullanarak zaman içinde yolunu bulduğunu, birşeyleri hatırlamaya çalıştığımızda şimdiki zamanın geçmişi dönüştürdüğünü, beynin çalışma şekli nedeniyle (şimdiki zaman 3 saniyedir) duyularımızla algıladığımız şimdiki zamanın içinde olamadığımızı, boş kalmaya dayanamayan zihnin sürekli düşünce ürettiğini kısacası şimdiki zamanın bir yanılsama olduğunu söylüyordu. İşte Saydam Şeyler’de bu fikirlerin somutlaşmış halini görüyoruz.

Karanlıkta Kahkaha, Maşenka, Cinnet ve Lujin Savunması’nda kendi gerçeklikleri içinde yaşayan karakterler yaratmıştı Nabokov. Saydam Şeyler’in Hugh Person’ı ise biraz daha uçlara gidiyor. Nabokov, zamanda seyahat için nesneleri, mekânları,insanları, koku ve tatları kısacası Saydam Şeyler’i kullanıyor. Hugh’nun zihni şimdiki zamanda geçmişi ya da geleceği yaşıyor. Bir de uyurgezer kahramanımızın  rüyaları varki durumu tamamen içinden çıkılmaz yapıyor. Diğer romanlarında yaptığı gibi Nabokov burada da Freud’u alaycı bir şekilde eleştirmeyi ihmal etmiyor. (“Şarlatan olmadıkça kim düşleri tedavi edebilir?”) Şimdiki zamanı tanımayan zihin uyku sırasında düşle gerçeği ayırd edebilir mi? ya da ikisi arasında bir fark var mı? Zihin, zamandan ve mekandan böylesine bağımsızsa belki de;
“İnanıyorum ki bu, bedensel ölümün verdiği eziyet değil, bir varlık durumundan diğerine geçmek için gerekli  zihinsel manevranın benzersiz sıkıntılarıdır.
Biliyorsun, bu kolaydır evlat.”  

3 Şubat 2011 Perşembe

Yaşamın Hammaddesi: Zaman, Stefan Klein



















“Kendimize çok daha zengin bir zaman deneyimi yaşama olanağı sunma özgürlüğüne sahibiz. Bir saat çoğu zaman dakikaların toplamından daha uzundur, kimi zaman da daha kısadır. Bir gün basitçe 24 saatten oluşmaz.” 

Son okuduğum romanında (Lujin Savunması) Nabokov,  zavallı Lujin’e zaman konusunda ve zamanı kullanarak işkence ederken, benimde bazı durumları tekrar düşünüp taşınmama neden olmuştu. Ve işte tam bu sırada Stefan Klein’in kitabı,  aklıma gelen-gelmeyen  bir  yığın sorunun cevabını verdi.  

Kitabın alt başlığı her ne kadar “Bir kullanma Kılavuzu” olsa da yazar, okuyucuya bir takım reçeteler vermek gibi bir amaç taşımamış. Daha çok Zaman’ın ne olduğuyla ve insanların onu nasıl algıladığıyla ilgilenmiş.  Kendimize sık sık -hadi itiraf edelim- çoğunu hemen her akşam sorduğumuz soruların cevaplarını ve özellikle onları sorma nedenlerimizin  izlerini,  Ravel’in Bolero’sundan, nöropsikoloji’nin buluşlarına, Newton fiziğinden, Faust’a, Hitchcock’dan,  Proust’a, Leibniz’den,  Einstein’a kadar sürmüş. Sonsuza kadar olmasa da yaşamı uzatmak mümkün mü sorusuna, yüzyıllardır  yapılan araştırma ve deneylerin bulgularıyla  cevap vermiş.  Merak edenler için söyleyim,  Evet! Yazara göre bu mümkün ve üstelik çok zor da sayılmaz. En azından orman kebabı pişirmek ya da pin pon oynamak kadar zor değil diyebiliriz. 

Klein, bize uyuma, uyanma vaktini, yorulduğumuzu, acıktığımızı söyleyen, hormonlarımızı, mide salgımızı düzenleyen bir beden saatimiz olduğunu söylüyor. Bu saat, dış saatle (doğayla) tam bir uyum içinde çalıştığı içindir ki daha güneş doğmadan okulda ilk derslerine başlayan çocuklar sıralarda uyuyor, sabahın kör saatleri verimsiz geçiyormuş. Yazar Balzac'ın çalışma düzenini örnek vermiş mesela. Akşam altıda yatıp gece yarısı uyanır, altı saatte bir "kalbi çoşturan" kahvesinden içip 15-24 saat aralıksız yazarmış. Bu şekilde 90 roman yazan Balzac malesef 51 yaşında ölmüş. Yani ne yapıyoruz? Karanlık bir odada büyüyen mimozalar bile sabah uyanıp akşamları yapraklarını kapatırken biz de güneş ışığını algılamak üzere geliştirilmiş sensörlerimize, beden saatimize, doğanın döngüsüne aykırı davranmıyoruz! Ama yinede beden saatinin varlığı, bazı anlar ışık hızıyla geçerken, bazılarının neden sonsuzca uzun olduğunu düşündüğümüzü, açıklamıyor. Klein, “Yaşamımızın zamanı saatlerin gösterdiği zamanla gerçekten aynı mıdır?” sorusuna Hayır! çünkü zamanı algılayışımız, çok daha farklı, bağımsız bir saate “iç-zaman” üreten bilinç saatimize bağlıdır diyor.

Ayrıca, üzerimizde bir baskı unsuru oluşturan “anı yaşamak”  sorunundan  tutun da şimdiki zaman ne kadar sürer, neleri, nasıl hatırlarız, kaybolan zaman nereye gider, zaman olarak hissettiğimiz şey nedir, biz yaşlandıkça zaman daha  hızlı mı geçer, neden dün ne yediğimizi hatırlamakta zorlanırken çocukluk anılarımız bu kadar canlıdır? Hafızamız nasıl çalışır? ya da biz sadece domates dilimlediğimizi sanarken beynimizde neler oluyor?  Peki elli yıl öncesinden daha uzun bir ömre ve hayatımızı kolaylaştıran bu kadar alet edevata karşın niye hiç bir işe yetişemiyoruz, “zamanı olmamak ne anlama geliyor”.  Daha az çalışıp kendimize daha çok zaman ayırabilsek gerçekten mutlu olur muyduk? Aynı anda birçok işi gerçekten yapabiliyor muyuz? Neden konsantrasyon  zorluğu çekiyoruz? Mutsuzluğumuzun sorumlusu stres mi? kadınlar mı daha stresli erkekler mi? Patronlar mı? İşçiler mi?  ve benzeri sorular, kitapta çok ilginç hatta  bazı konulardaki önyargılarımızı, sanılarımızı değiştirecek kanıtlar göstererek yanıtlanıyor.

*Bir deney: “Psikolog Peter Tse, deneklerine bir saniye boyunca bir ekranda beliren ve sonra hızla kaybolan siyah daireler gösterdi. Bir süre sonra alışılagelen yerde birden bire yine siyah bir daire görünüyor ama genişleyip kırmızıya dönüşüyordu. Denekler  genellikle,  bu olayın normal siyah çemberlerin belirişine göre iki kat daha uzun sürdüğünü tahmin ettiler.  Oysa siyah-kırmızı balonda nesnel olarak bir an bile daha uzun süre görünmüyordu. 

Çünkü “Sürprizler beynin heyecan durumunu arttırıyor, dikkatlilik artıyor. Örneğin kendiliğinden şişen balonu izleyenler bir saniye içinde siyah çemberleri izleyenlere göre daha fazla veri alıyorlar. Aynı zamanda bilinç beynin hareket merkezlerinden gelen zaman sinyallerini daha tam olarak kaydediyor. Bilinç bu büyük veri bolluğunu, daha uzun bir sürenin geçmiş olması gerektiğinin  bir işareti olarak algılıyor.”