reklam 1

4 Mart 2014 Salı

Seni Sevmiyorum, Julian Barnes


İstanbul'a dönüşle koşturmaca başladı. Büyük bir de değişiklik oldu. Yıllardır yan gelip yatmaya alışmış olan ben sabahın köründe kalkıp işe gitmeye başladım. Eee öyle birden bire uyum sağlanmıyor, bünye alışık değil. Doğal olarak, eve gelince yemek ve uyku döngüsüne giriliyor. Kitaplar otobüste okunmaya çalışılsa da pek mümkün olamıyor zira evde geçirdiğim yıllar boyunca vatandaş boş durmamış, nüfus patlaması yaratmış. Durum böyle olunca tahmin edersiniz ki bloga yazmak da zorlaştı. (Aaaa kendimi yakaladım, bahaneye bak sanki önceden pek bi düzenli yazıyormuşum gibi utanmadan işi bahane ediyorum ya pes artık.)

Bu arada, asma budamayla başlayan bahçecilik hevesim kursağımda kalmıştı. Ama ne yaptım bahçeyi eve taşıdım. Atmaya kıyamadığım asma çubuklarını diktim mesela. İnanmıycaksınız ama iki tanesinden yapraklar çıkmaya başladı. O gazla, pek bir kocaman olmuş avokado ağacımı da budadım. Baktım budamada son nokta bonsai, ben de bonsai yetiştirmeye karar verdim. Daha gencim, onların ağaç haline geldiğini görmek için bir sürü zamanım var diyerek üç çeşit ağaç tohumuyla başladım. Nar, elma, zeytin ne bulursam ekmeye devam ediyorum. Geçen yıl, salatada kullanmak için otlar ekmiştim. Şimdi işi büyüttüm, evi nerdeyse seraya çevirdim. Bir sürü saksı, toprak, tohum. Her şey her yerde. Bonsai için araştırma yaparken Pinterest'e de daldım. Evde bişeyler yetiştirmek gibi bir isteğiniz varsa gayet yaratıcı fikirler bulabilirsiniz. Aslında çok sulamadığınız, ışık alsın diye tasarruflu ampulün altına koyup yakmadığınız sürece zor bi iş de değil. Mikro boyutta tohum ya da kuru çubuk, bir şekilde yaşamayı başarıyorlar. Ayrıca kimseler inanmasa bile gözünüzü dikip bakmanın da faydası olduğuna eminim. Bi şekil telekinezi sonuçta.

Benden haberler böyle. Konuya dönecek olursam Julian Barnes'a devam diyorum. Seni Sevmiyorum, üç kişilik bir aşk hikâyesi anlatıyor. Sıkılıp yazının devamını okumayacaklar için hemen söyliyeyim Seni Sevmiyorum ve devamı olan Aşk Vesaire bence müthiş kitaplar.

Farklı karakterlerine rağmen Stuart ve Oliver'ın iyi-kötü yıllardır süren arkadaşlıkları, Stuart'ın Gillian'la tanışıp evlenmesiyle yeni bir boyuta taşınıyor. Biz de hikâyeyi bu üç kişinin bakış açısından okuyoruz. En yakın arkadaşınızın eşine aşık olsanız ne yapardınız? Ya da eşinizin en yakın arkadaşı size aşık olduğunu söylese? Peki ya en yakın arkadaşınız ve eşinizin birbirine aşık olduğunu anlasanız? gibi başımıza gelmediği sürece yanıtlanması kolay, klasik sorulara, modern yanıtlar veriyor Julian Barnes.

Romanda belki de en az aşk var bile denilebilir ama bunun yerine yine bol miktarda ironi ve Barnes'a her romanıyla biraz daha hayran olmama neden olan hayat bilgisi, gözlem gücü ve bunu okuyucusuna aktarma becerisi var. Barnes'ın aşk ve hayat hakkındaki gerçekçiliği alaycılığıyla birleşince dönüp kendinize bakmanıza ve epeyce de dalga geçmenize neden oluyor.

“Şostakoviç, Lady Macbeth operası hakkında şunları yazıyor: “Bu opera aynı zamanda, dünya iğrenç şeylerle dolup taşmasaydı aşk nasıl bir şey olurdu temasını işlemektedir. Aşkı yok eden iğrençliktir. Aynı zamanda yasalar, maddi şeyler, parasal sorunlar ve polis devleti. Eğer koşullar farklı olsaydı, aşk farklı olurdu.” Elbette koşullar aşkı değiştirir.”

18 Kasım 2013 Pazartesi

Oklukirpi, Julian Barnes


Julian Barnes'la devam, zira kendisinin “siyasal taşlama” türündeki novellasını ikinci kez, yine büyük bir zevk ve şaşkınlıkla okudum. Çok farklı bir Julian Barnes var karşımızda. Flaubert'in Papağanı, Bir Son Duygusu ve Korkulacak Bir Şey Yok'un okurla sohbet halindeki yazarı bu kez araya epey bir mesafe koymuş. Kişisel alandan çıkıp politikaya üstelik kendi ülkesinden çok uzak ve çok farklı bir coğrafyanın sorunlarına dalmış ama hani bizde “ciğerini bilmek” diye bir deyim vardır ya işte karakterlerini öylesine içeriden anlatmış ve bana kalırsa çok, çok şaşırtıcı bir performans sergilemiş.

Flaubert'in Papağanı romanında, Flaubert'in edebiyat anlayışını aktarırken “Üslup temanın bir işlevidir. Üslup, bir roman konusuna zorla kabul ettirilemez, tersine ondan doğar. Üslup düşüncenin gerçeğidir. Doğru sözcük, gerçek ifade, yetkin cümle her zaman “orada” bir yerdedir; hangi aracı kullanırsa kullansın, yazarın görevi bunların yerini saptamaktır.” diyen Barnes, Oklukirpi' de bunun çok güzel bir örneğini veriyor. Adını bilmediğimiz Doğu Bloğu ülkelerinden birinde, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte komünist rejimin yerini kapitalizme bırakmasının ve yönetimin demokratikleşmesinin ardından 33 yıldır yönetimde olan eski liderin adalet önüne çıkartılmasını anlattığı romanda tema tarafından yaratılan bir üslup ve kurgu görüyoruz.


Eski komünist partili ve şimdi demokrasi savunucusu olan hukuk profesörü Petro Solinski, başkan Stoyo Petkanov ile kişisel bir hesaplaşma anlamına da gelecek bu davada savcılık yapmaya gönüllü olur. Ama eski başkan kolay lokma değildir. Savcı suçlamalarını destekleyecek delil bulamazken Başkan ve eski çalışanları her iddiaya kılıf uydurmakta gayet “başarılı” dırlar.
Politbüro'nun eski üyesi, Ventsislav Boyçev. Eski başkan tarafından oğluna verilen dolarların eğitim amacına yönelik olduğunu, bu paranın genç adamın teknolojiye ilgisini özendirmek için verildiğini savundu. Oğlunun bu parayı niçin bir Kawasaki'ye ve bir BMW'ye harcadığı sorulduğunda ise, Bay Boyçev ülkenin savunma kapasitesini arttırdıklarını, çünkü motosikletçiliğin hala askeri hizmetlere elverişli bir spor olduğu yanıtını verdi. Oğlunun niçin yaygın  olan Sovyet yapımı modellerden almadığı sorulduğunda, Bay Boyçev, kendisinin bir sürücü belgesine sahip olmadığını ve bu konuda daha fazla fikir  yürütecek kadar bilgisi olmadığını söyledi.”


Julian Barnes'ın diğer kitaplarında gördüğümüz alaycılığa varan ironi kullanımı Oklukirpi'de zirve yapıyor. Davayı TV'den izleyen gençler; Vera, Atanas, Stefan ve Dimitri, duvarından Lenin'in portresini indirmeyen nine, Tuğgeneral Ganin, muhalif Kovaçev, başsavcının karısı Maria Solinski, ellerinde tencereleriyle sokağa dökülen kadınlar, tabi ki eski başkan ve başsavcı, kısacası karakterlerin her biri de bu iç acıtan komedinin bir parçası oluyor.
Herkes nelerin olup bittiğini biliyordu, herkes bunları o zaman da biliyordu. Ne var ki, kendisi gibi kimseler bütün bu işleri yürüten adama karşı bir dizi suçlama yöneltmeye çalıştığında sanki bu türden hiçbir şey olmamış gibiydi. Ya da daha doğrusu olan bitenler sanki bir bakıma normalmiş gibiydi ve bu yüzden de neredeyse bağışlanabilirlerdi. Çılgın zamanlarda bile normalliğin suç ortaklığı söz konusuydu.”

14 Kasım 2013 Perşembe

Korkulacak Bir Şey Yok, Julian Barnes

Yirmi yıldan da fazla bir zaman önce yazılmış güncemde şu kaydı buluyorum: İnsanlar ölüm üzerine, “Korkulacak hiçbir şey yok” diyorlar. Bunu çabucak, öylesine söylüyorlar. Şimdi bunu yeniden, yavaşça, bir kez daha vurgulayarak söyleyelim. “Korkulacak HİÇBİR ŞEY yok.”
Sırada yine Julian Barnes'dan, bu kez otobiyografi-deneme arası, dolu dolu bir kitap var. Yazar, ateist olarak geçirdiği gençlik dönemini ve kendisini agnostik olarak tanımladığı orta yaş sonrasına ait anılarını aktarırken, bir taraftan da tatlı, tatlı ölümden ve ölüm korkusundan bahsediyor. Ayrıca, Flaubert, Camus, Rossini, Ravel, Rahmaninov, Şostakoviç, Zola, Stendhal, Wittgenstein, Jules Renard, Montaigne, Edith Wharton, Goethe, Somerset Maugham gibi enteresan kişiliklerin, ölüm hakkındaki düşüncelerini, yaşamlarından ve kimi zaman da ölümlerinden anekdotlar eşliğinde öğreniyoruz.
Mesela; Rahmaninov, sürekli ölümden konuşurmuş. “İnsanlar ölüm hakkında daha erken yaşta düşünmeye başlasalar, daha az aptalca hatalar yaparlardı” diyen Şostakoviç ise ölüme hazırlamanın gerekliliğini savunanlardanmış. Montaigne' de, “birine nasıl ölüneceğini öğretirseniz, o zaman o kişiye nasıl yaşanacağını da öğretmiş olursunuz.” derken, ölümü sürekli akılda tutmayı tavsiye ediyormuş. “Okumadan ölmeye kadar her şey öğrenilmeli” diyen Flaubert'in arkadaşı Turgenyev ise “yaşamın en ilginç bölümünün ölüm olduğuna” kanaat getirmiş.
Platoncular ölümden sonra her şeyin iyileşmeye başladığına inanıyorlardı. Öte yandan Epikurosçular, ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanıyorlardı. Görünüşe bakılırsa (“görünüşe bakılırsa” ifadesini “ağabeyim bana aynı zamanda şunu söyledi” anlamında kullanıyorum) bu iki geleneği antikite yazarlarına özgü neşeli bir ya /ya da tarzında bir araya getirmiş: “Ölümden sonra, ya daha iyi hissediyoruz ya da hiçbir şey hissetmiyoruz.””

Julian Barnes, insanların dört kategoriye ayrılabileceğini düşünüyor. Sıralamanın en üstünde, iyi durumda olanlar yani “İnançları olduğu için ölümden korkmayanlar” ile “İnançları olmamasına karşın ölümden korkmayanlar.”var. Diğerleri ise “İnançları olmasına karşın kendilerini eski, içten gelen, ussal korkudan kurtaramayanlar” ile son sıradakiler yani “Ölümden korkan ve hiç inancı olmayan”lar ki kendisini de bu kategoriye dahil ediyor. Felsefeci ağabeyinin tersine, Julian Barnes yok oluşun hoş bir şey olduğuna ikna olmuş değil. Sonsuz yaşamın eziyet haline gelebileceği, ölümün doğacak diğer canlılara yer açmak için gerekli olduğu ya da aşırı değer verilmiş benliğin yaşam süresinin uzamasının insanın hem kendisi hem de çevresi için sıkıntı yaratacağı ve daha da fenası Ben'in yaşamının ya da ölümünün, onu tanıyan birkaç kişi dışında dünyanın geri kalanının zaten umurunda olmadığını ileri süren tezlere karşı gayet eğlenceli antitezler ortaya koyuyor.
Gelgelelim dünyanın kayıtsızlığı, insanlardaki benbenciliği pek ender olarak azaltmıştır. Gelgelelim evrenin bizim değerimiz konusundaki yargısı pek ender olarak kendimizinkiyle uyuşur. Gelgelelim yaşamayı sürdürecek olursak, kendimize ve başkalarına sıkıntı vereceğimize inanmakta zorluk çekeriz (öğrenilecek çok sayıda yabancı dil ve müzik enstrümanı, denecek çok sayıda kariyer, yaşayacak çok sayıda ülke, sevecek çok insan vardır ve bunlardan sonra her zaman için tango kayak yarışı, ve sulu boya sanatına bel bağlayabiliriz...)”

Freud'un söylediği gibi bilinçdışımızın “ ölümümüze inanmaması ve sanki ölümsüzmüş gibi” davranmasına benzer biçimde, İspanyol iç savaşını yazan Arthur Koestler'e göre de ““akıl, kendini ölümle yüz yüze bulduğunda çeşitli hilelere başvurur: Bizi aldatmak için “merhametli uyuşturucular ya da coşku veren uyarıcılar” üretir”. Ama burada küçük bir sorun var gibi görünüyor: Ben ya da Ego diye düşündüğümüz şeyin bir yanılsamadan ibaret olması. Barnes'ın söylediğine göre; bilimadamlarının çalışmaları ““yeri saptanacak 'benlik'diye bir şeyin”olmadığı yönünde. Ego kuramının yerine “Demet” kuramının yani “bizim sadece belli başlı neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak bir araya gelmiş beyinsel aktiviteler dizisi olduğumuz” düşüncesinin geçmesiyle hayatımızı ve de ölümümüzü yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir.
    Ancak bu demet kuramı mümkün olan bir başka ölüm stratejisini akla getiriyor. Eski moda, yaşarken inşa edilmiş, sevilebilir olmasa bile en azından sahibi için temel önemde bir benliğe yas tutmaya hazırlanmaktansa, eğer bu ben gerçekte hayal ettiğim ve hissettiğim gibi var değilse, o zaman niçin ben ya daben, onun yasını peşinen tutuyorum argümanını bir düşünün. Bir yanılsamanın yasını tutmak bir yanılsama olurdu, demetlerin dağılıp yok olması konusunda üzüntülere kapılan salt rastlantısal bir demet. Bu argüman inandırıcı olabilir mi? Ölümün içinden, kayanın içinden geçen bir nötrino gibi geçebileceğini kanıtlayabilir mi? Merak ediyorum bunu; bu argümana zaman tanımam gerekecek.” 
    Ve bir diğer karmaşa da evrim meselesinden çıkıyor. Yazar, altı milyar yıl sonra dünya ile yok olup gidecek olanın bizler değil, çok daha farklı bir tür olacağını ve insanın da soyunun gelecek bir dönemde dinazorlar gibi tükenerek yerini başka türe; uyum sağlama yetenekleri daha gelişkin bir türe bırakacağını düşünüyor. Yani bu durumda gelecek kaygısı taşımamız ya da genlerimizin çocuklarımız sayesinde geleceğe aktarılmasıyla bir çeşit ölümsüzlük yakalama düşüncesi biraz manasız kaçıyor.
    Belki de üçüncü soy tükenişi bizi de ortadan kaldıracak ve dünyayı...şeylere bırakacak? Kınkanatlılara mı? Genetikçi J.B.S. Haldane, eğer Tanrı varsa, “Kınkanatlılara karşı ölçüsüz bir düşkünlüğü var”olmalı diye şaka yapardı; çünkü Tanrı onların 350.000 türünü yaratmıştı.” 

    Peki ya Tanrı? Julian Barnes, Pascal'ın ünlü bahsini hatırlatıyor. “İnanırsanız ve Tanrı'nın var olduğu ortaya çıkarsa, kazanırsınız. İnanırsanız ve Tanrı'nın var olmadığı ortaya çıkarsa, kaybedersiniz; ama inanmamayı seçtiğiniz durumda kaybedeceklerinizin yarısını bile kaybetmezsiniz, tabii ölümünüzden sonra Tanrı'nın gerçekten de var olduğunu keşfetmek üzere.” Günümüzdeyse özellikle şu evren meselesi, melek terapileri ve her gün bir yenisi çıktığından adını bilmediğim teorilerin de etkisiyle Tanrı ve ölümden sonraki durumumuz konusunda akıllar iyice karışmış gibi. Julian Barnes'ın bu durum için de eğlenceli bir yorumu var:
    Dinsel tutum anketlerinde sık sık rastlanan bir yanıt da; “Kiliseye gitmiyorum ama kendi kişisel Tanrı görüşüm var” gibisinden bir şeydir. Bu çeşit ifadeler de karşılığında beni bir filozof gibi tepki göstermeye sevk ediyor. Aşırı duygusalca, diye haykırıyorum. Sizin kendi kişisel Tanrı görüşünüz olabilir; ama Tanrı'nın size ilişkin Kendi kişisel görüşü var mı? Çünkü önemli olan bu. Tanrı ister göklerde oturan ak sakallı bir ihtiyar olsun, ister yaşamsal bir güç, çıkar gözetmeyen bir ilk hareket ettirici ya da saatçi olsun, ister bir kadın, bulutumsu bir ahlaki güç ya da Hiçlik olsun, önemli olan O Adam'ın ya da Kadın'ın ya da bu Hiçlik'in sizin hakkınızda ne düşündüğüdür, yoksa sizin O'nun hakkında ne düşündüğünüz değildir. Tanrılığı işinize yarayan bir şey olarak yeniden tanımlama düşüncesi güldürecek kadar acayip. Tanrı'nın adil, iyiliksever ya da hatta yalnızca gözlemci olması da -ki bunlar konusunda şaşırtıcı bir şekilde pek az kanıt var- önemli değil, sadece onun var olması önemli.”  
    Serdar Rifat Kırkoğlunu'nun çevirisiyle müthiş keyifli hale gelen kitap hakkında yazmak istediğim yüzlerce şey var. Bellekten, penguenlerden, Jules Renard'dan, Stendhal'dan, limon masasından, genlerden, Somerset Maugham'dan, kurmaca-gerçek ilişkisinden ve daha bir sürü başka konudan bahsedemedim bile ama tüm kitabı buraya alıntılamadan önce bitirsem iyi olur. Son bir şey, daha doğrusu felsefe eğitimi almış biri olarak, sonuna kadar katıldığım ve Julian Barnes gibi iyi ifade edemesem de söylemeye çalıştığım bir şey:
    "Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”



3 Kasım 2013 Pazar

Bir Son Duygusu, Julian Barnes


Kısa bir Flaubert arasından sonra Julian Barnes'a devam. Flaubert'in Papağanı'nı okuduktan sonra bir koşu, yazarın diğer kitaplarına saldırmış ama burada yazmaya fırsat bulamamıştım. Sırada, Barnes'ın 2011 Man Booker ödüllü romanı Bir Son Duygusu var.

Roman, bir hastanenin kütüphanesinde gönüllü olarak çalışan, kendi halinde, sessiz sakin bir hayat sürdüren emekli tarihçi Tony Webster'ın ilk gençlik yıllarına ait anılarıyla başlıyor. Liseyi birlikte okuduğu, felsefi çıkışlarıyla farklı biri olduğunu hissettiren arkadaşı Adrian'da bu anıların merkezinde yer alıyor. Tony'nin yaklaşık kırk yıl öncesini hatırlamaya başlamasınınsa bir sebebi var. Okul yıllarında birlikte olduğu ve sonrasında Adrian'la yakınlaşan kız arkadaşı Veronica'nın sadece bir kez gördüğü annesinden kalan miras. Küçük bir miktar para ile beklenmedik bir şekilde genç yaşta intihar eden Adrian'nın günlüğü. Tony kendisine bırakılan günlüğü almak için yasal yolları deneyip bir sonuç alamayınca, yıllardır görmediği eski kız arkadaşı Veronica'yla iletişime geçer. Geçmiş yeniden ordadır ama pek de Tony'nin anılarındaki gibi değildir.

Anımsanan geçmişin ne kadarı bizim kurgumuz ya da kendimiz için yarattığımız imge gerçeklikle ne kadar örtüşüyor? Peki, hayatımız ya da biz olduğumuzu sandığımız gibi değilsek. Günün birinde kendimize kurduğumuz dünya bir anda tuzla buz olursa ve elimizde bize çok yabancı bir insan ve hayat kalırsa? Ve tabii en kötüsü de artık bir şeyleri değiştirmek, hatta pişmanlık hissetmek için çok geçse? Gençliğin hayalleri, yaşlılığın pişmanlıklarıyla birleştiğinde ortaya Julian Barnes'dan yaşam dersleri çıkıyor. Belki bazılarımız pişmanlık duymanın çok geç olmadığı bir noktadan hayatı yakalarız.
Yirmisindeyken hedefleriniz ve amaçlarınız konusunda kafanız karışık ve kesinlikten yoksun olsanız da yaşamın kendisinin ne olduğu konusunda, yaşamda ne olduğunuz ve ne olabileceğiniz konusunda güçlü bir duyguya sahipsinizdir. Daha sonraları... daha fazla belirsizlik, daha fazla görüş değiştirme, daha fazla sahte anılar olur. O zamanlar, kısa yaşamınızı bütünlüğü içinde anımsayabilirsiniz. Daha sonraları, bellek, parça parça bir şey olur çıkar. Bu tıpkı biraz, uçakların bir kaza sırasında olan bitenleri kaydetmek için taşıdıkları şu kara kutular gibidir. Eğer hiçbir şey olmazsa teyp kendini siler. Bu yüzden eğer gerçekten kaza yaparsanız, bunu niçin yapmış olduğunuz bellidir; eğer yapmazsanız, yolculuğunuzun seyir defteri çok daha belirsizdir.”




29 Ekim 2013 Salı

Üç Hikâye, Gustave Flaubert


Topladıktan sonra boşa gitmesinler diyerek üzümle yapılabilecek ne varsa yapmaya çalışıyoruz o yüzden epey yoğun geçiyor. Toprakla birazcık uğraşı bile hayatı boyunca bu işleri yapanlara borçlu olduğumuzu, marketten üç- beş liraya aldığımız her şeyin arkasındaki emeğin ve tabi ki toprağın değerini de anlamaya yetiyor. Kısacası çok yoruldum :) Ama işler henüz bitmedi.


Tabi ki kitaplarda bitmiyor. Julian Barnes'ın, Flaubert'in Papağanı romanına konu olan Saf Bir Kalp ya da İletişim yayınlarından çıkan Üç Hikâye içinde yer alan adıyla Basit Bir Yürek hikâyesini okumamak olmazdı. Kitaptaki diğer iki hikâye yani Konuksever Aziz Julien Efsanesi ve Herodias, Madam Bovary'den tanıdığımız Flaubert'den oldukça farklı bir çizgide. Dini temalar ön planda ve dil de masal-efsane tadında. Bu hikâyeler birçok eleştirmen tarafından yazarın en iyi eserleri sayılıyor.


Basit Bir Yürek, yine mistik bir hava taşısa da dil açısından diğerlerinden biraz farklı. Hayatını önce nişanlısına, sonrasında ise çalıştığı evin hanımına, bakımını üstlendiği çocuklara, yeğenine, hasta bir adama ve sonunda bir papağana adayan, oldukça saf, eğitimsiz ve fakir bir hizmetçi olan Felicite'yi anlatıyor. Sevdikleri birer birer hayatından çıkarken Felicite, ne kadar üzülse de her seferinde başka birine bağlanarak kendini avutur. Ta ki Papağan Loulou'nun ölümüne kadar. Ölen dostunu doldurtan Felicite, Kutsal Ruh tasvirinin yanına yerleştirdiği papağanda ilahi izler görmeye başlar.


Benzetmek ne kadar doğru bilemiyorum ama Flaubert'in hikâyesinin tarzı bana bir parça Nabokov'un romanlarını hatırlattı. (Bu arada Nabokov'un, Madam Bovary ve dolayısıyla Flaubert'den de bahsettiği edebiyat derslerini sahaflardan bulmuştum. Yeni baskısı yapılırsa kaçırmayın derim) Flaubert, Felicite'nin acıklı halini öyle sıradan bir şeymiş gibi anlatıyor ki hiçbir duygu uyandırmıyor. Hadi ben duygusuzum diyeceğim ama bu daha çok soğuk karakterler yarattığı söylenen Nabokov'un da kullandığı teknikle ilgili bir durum sanırım. Julian Barnes'da romanında Basit Bir Yürek hakkında şöyle söylüyor;
Anlatım tonundaki denetim temel bir önem taşıyor. Gülünç bir adı olan, beceriksizce doldurulmuş bir kuşun sonunda Teslis'deki üç unsurdan birinin yerine geçtiği ve yazarın ne hiciv, ne duygusallık ne de kutsal şeylere sövgü niyetiyle girişmiş olduğu bir öyküyü yazmanın teknik güçlüğünü bir düşünün. Ayrıca böyle bir öykünün aşağılayıcı ya da gözü yaşlı gösterilmeksizin, cahil bir yaşlı kadının görüş açısından anlatılabilmesini düşünün. Ama öte yandan, Saf Bir Kalp'in yazılmasındaki amaç tamamen başka noktadadır: Papağan Flaubert'e özgü grotesk unsurun yetkin ve denetimli bir anlatımla ortaya konmuş örneğidir.”

İletişim Yayınlarının baskısında Üç Hikâye'nin önsözünü yazan Michel Tournier'de ;
Flaubert'in önceki eserlerine hakim olan mutlak karamsarlığın aksine, Üç Hikaye'de okuyucunun karşısına çıkan umut kırıntıları kuşkusuz çok daha ilham vericidir. Ancak iyimserlikten bahsetmeye olanak tanımayan bir umuttur söz konusu olan; ve umut kavramının saf ve yüzeysel içeriğinden sıyrılması -ki bizim de vurgulayacağımız nokta budur-”mutlu son”lara daha az rastlanmasını beraberinde getirir.” diyor.
Yine Julian Barnes, Flaubert'in Papağanı romanında;
(...)Sartrecılar ikinci seçeneği yeğliyorlar. Onlar için Loulou'nun işittiği cümleleri yinelemekten başka bir şey yapamamasına sebep olan yeteneksizliği romancının kendi başarısızlığının dolaylı bir itirafıdır. Papağan/yazar dili çaresizce, alınan, taklit edilen ve devinimsiz bir şey olarak kabul etmektedir. Sartre'ın kendisi Flaubert'i edilgin olmakla, insanın konuşan değil de konuşulan biri olduğuna -on est parlé- inanmakla (ya da bu inançla gizli bir anlaşma kurmakla) suçlanmıştır.” der.

Gördüğünüz gibi, Üç Hikâye ve özellikle Basit Bir Yürek oldukça yoruma açık anlatılar. Bense, bir edebiyat insanı olmadığımdan sadece Flaubert'in yazın yaşamı boyunca aramaktan vazgeçmediği teknik mükemmelliği bu hikâyelerle yakaladığını düşündüğümü söyleyebilirim. O yüzden Julian Barnes'ın hayat ve edebiyat dersleri içeren romanı Flaubert'in Papağanı'nı okursanız Üç Hikâye'yi de unutmayın derim.



24 Ekim 2013 Perşembe

Yerleşik Düşünceler Sözlüğü, Gustave Flaubert


Döner dönmez soğuklarla karşılaşınca fark ettim ki sonbaharda tatil yapmanın en kötü tarafı bütün bronzlaşma çabalarınızın boşa gitmesiymiş. Gerçi çok renk değiştirebilen biri değilim ama yine de bir etek olsun, şort olsun, hadi hepsinden geçtim kısa kollu tshirt olsun giyebilseydim bari. Ama ne gezer, hava olmuş 10 derece. Herkes kabanla, montla dolaşıyor. Ben de üstümde incecik bir yağmurlukla kalakaldığımdan etekten falan geçtim, valizde ne bulursam üst üste giyip ısınmaya çalışıyorum. İstanbul'a dönene kadar bronzluk falan da kalmaz zaten. Bu arada söylemeyi unuttum. Artık size iç anadolu bölgemizin şirin bir ilçesinden sesleniyorum. Klasik bir laf edeyim. Havası soğuk falan ama insanın memleketi gibisi de yok.


Bu yıl tembellik edip tatili uzattığımız için bağ bozumu olayı epey gecikti. Aslında üzüm bulacağımızdan da pek emin değildik ama bir kısmı arıların işgaline uğramış, birazı yağmurdan işe yaramaz hale gelmiş olsa da kalanı bize fazlasıyla yetti. Hatta üç gündür üzüm toplamaktan helak oldum desem yeridir.


Kendimi üzümlere adamışken blogumu da ihmal etmemeye çalışıyorum. Sırada Flaubert'in Yerleşik Düşünceler Sözlüğü var. Aslında uzun bir sürede oluşturduğu sözlüğü Bouvard ile Pécuchet isimli son romanına ek olarak düşüyormuş ama roman ölümüyle yarım kalmış. Bizde İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'ne, Flaubert merakıyla bilinen Julian Barnes tarafından yazılmış önsöz de eklenmiş, gayet de hoş olmuş. Ben de Barnes'ın Flaubert'in Papağanı romanını okuduktan sonra almıştım sözlüğü. Romanda, anlatıcı Geoffrey Braithwaith sözlük için;

Flaubert'in sözlüğü, ironi konusunda bir kurs niteliği taşır: Flaubert'in ironiyi, bir maddeden ötekine, tıpkı Manş'ın resmini yapan ve gökyüzünü yeni boya katmanlarıyla koyulaştıran bir ressam gibi farklı yoğunluklarda uyguladığını görürsünüz.” diyordu.


Klişelerden ve basmakalıp düşüncelerden nefret eden Flaubert'in 1850'lerde tasarladığı sözlükten birkaç madde: 
Şaraplar; Erkekler arasında sohbet konusu-Doktorların önerdiğine göre, en iyisi Bordeaux [Bordo] şarabı. Şarap ne kadar kötüyse o kadar doğaldır.”

Gotik:İnsanı öbür üsluplara göre dine daha çok yönlendiren mimarlık üslubu.

Gazeteler:İnsan gazetelerden vazgeçmemeli.- Ama şiddetle de karşı çıkmalı onlara.

Edebiyat: Aylakların uğraşı.

Evrak Çantası: Koltuğunun altında bir evrak çantası taşımak insana bakan havası verir.

Canavarlar: Artık canavarlara rastlanmıyor.

Centilmen: Artık centilmen kalmadı.

Çatı: Bu sözcüğü resmi konuşmalarda kullanmalı:”Beyler bu çatı altında”. -Bir söylev verirken iyi etki bırakır.

Borsa: Kamuoyunun termometresi

Bellek: İnsan kendi belleğinden yakınmalı, hatta belleksiz olmasıyla böbürlenmeli.- Ama biri de çıkıp size düşünme yetiniz yok derse, o zaman bağırıp çağırmalısınız.

Bencillik: İnsan başkalarının bencilliğinden yakınmalı, kendi bencilliğinin farkına bile varmamalı.

Ahmaklar:Bizim gibi düşünmeyenler.