reklam 1

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Tütüncü Çırağı, Robert Seethaler



Tütüncü Çırağı, Robert Seethaler

“Neyin anlamı olup olmadığını zaman gösterecek,” dedi Franz. “Ayrıca benim adım Franz. Franz Huchel, göl kasabası Nussdorf'tan”

Yaşadıkları küçük kasabada Franz için yapacak bir iş olmadığından, çok sevdiği annesi onu tütüncü dükkanı sahibi eski arkadaşı Otto Trsnjek'in yanında çalışması için Viyana'ya gönderir. 17 yaşındaki Franz tüm itirazlarına rağmen 1937 yılının bir sonbahar günü Atter gölü kıyısındaki balıkçı kulübesinden çıkıp Viyana'ya giden trene biner. Tütüncü çıraklığı öyle pek de kolay değildir. Bütün gazeteleri okumalı, müdavimlerin ne istediklerini öğrenmeli ve purolar hakkında da bilgi sahibi olmalıdır. Franz işine alışmaya çalışırken, kapıdan giren bir müşteriyle hayatının akışı başka bir yöne doğru evrilir. Profesör Freud'un verdiği ilk tavsiye çok basittir;

“Benim gibi yaşlı bir adamın tozlu kitaplarını okuyup da ne yapacaksın? Yapacak daha iyi bir işin yok mu? diye sordu.
“Ne mesela Bay Profesör?”
“Bana mı soruyorsun? Gençsin.Temiz havaya çık. Gez. Eğlen. Kendine bir kız bul.”

Franz, profesörün tavsiyesini dinler ve o haftasonu gerçekten de bir kıza, Bohemyalı Anezka'ya aşık olur. O, aşkın getirdiği umutsuzluk, sefalet, kafa karışıklığı, acı ve tüm diğer şeylerle uğraşırken, Viyana'da başka bir nedenle benzer sona doğru sürüklenmektedir. Naziler ve Yahudi düşmanlığı şehri sarmaya başlamıştır. Yahudi müşterilerine hizmet vermeyi sürdüren tütüncü dükkanı da bu saldırıların hedefindedir. Franz ise Profesöre yaptığı ziyaretlerde kendi derdine bir çare bulmaya, aşkı ve hayatı anlamaya çalışırken, bir taraftan da yaşanan değişimin farkına varmaya başlar.

Daha fazla ipucu vermemek için kısaca Robert Seethaler'ın, şahane bir romana imza attığını söyleyebilirim. Gerçi ben söylemesem de aldığı ödüller yeterince gösteriyor ama baştan sona boğazımda bir yumruyla okuduğumdan yine de çok beğendiğimi, anladığım kadarıyla filmini de yakın bir zamanda izleyeceğimizi buraya not düşmek istedim. Dilin sadeliği, betimlemelerin ve detayların incelikli kullanımı, her şeyin kendi düzeni içinde akışı, yaklaşmakta olan sonun çok da uzak olmadığını sezdiren atmosferi, özellikle yavaş yavaş işgal edilen şehrin arka plan olarak kullanılma şekli romanın bana kalırsa en güzel taraflarıydı. Seethaler, Nazilerin yarattığı karanlığın karşısına, Franz'ın naifliğini, saflığını, açık sözlülüğünü, dürüstlüğünü ve tabi ki cesaretini koymuş. Annesiyle yazışmaları, patronu Otto'yla ilişkisi, Anezka'ya hissettikleri, Freud'la, aşkın doğası ya da “insana yakışır adam akıllı bir hayat” hakkındaki sohbetleri de karakterinin bu yönlerini ortaya çıkarıyor. Ve tabi ki o da bir işaret bırakıyor, tıpkı Profesör Freud'un söylediği gibi;

“Freud iç çekti. “Gerçi yolların çoğu bana bir şekilde tanıdık geliyor. Ama aslına bakarsan yolları bilmek bizim fıtratımızda yoktur. Aksine yolları bilmemek var bizim fıtratımızda. Dünyaya cevap bulmak için değil, aksine soru sormak için geliyoruz. İnsan, deyim yerindeyse kesintisiz bir karanlığın içinde el yordamıyla yolunu bulmaya çalışır ve ancak çok şanslıysa bazen bir ışık noktasının parıltısını görür. Ve yine insan, ancak yeteri kadar cesur, sebatlı, yahut aptal ise veya en iyisi hepsine birden sahipse bizzat kendisi ardında bir işaret bırakır!”

7 Ağustos 2018 Salı

Yaşamak, Yu Hua



Yaşamak, Yu Hua
“İnsanların unutmaması gereken dört kural vardır: Yanlış söz söyleme, yanlış yatakta uyuma, yanlış eşikten girme, elini yanlış cebe atma.”

Köyleri gezerek halk şarkıları derleyen anlatıcı, yaşlı bir öküzle tarlasını süren yaşlı bir adamla karşılaşır. Dinlenmek için bir ağacın altına otururlar ve yaşlı adam, gezgine hayat hikayesini anlatmaya başlar. Varlıklı bir ailenin, genç, umursamaz, eğlenmekten başka bir şey düşünmeden gününü gün eden tek varisiyken, yaşlı ve yalnız bir adama dönüşen Fugui'nin hikayesi, savaşlar, çatışmalar, değişen siyasi figürlerle birlikte yoksulluk ve kıtlığın getirdiği ağır şartlarda, sevdiklerinin kayıplarıyla giderek eksilen bir yaşamdır.

Aile servetini kumarda kaybettikten sonra annesi, babası, hamile karısı ve küçük kızıyla çatısı kamıştan bir kulübeye yerleşen Fugui'nin tahmininden çok daha uzun bir hayatı olur. Küçük bir toprak parçası kiralar ve ekip dikmeye, ailesini beslemek için çalışmaya başlar ama yaşamak pek de öyle kolay bir iş değildir. Şans bir yandan yüzüne gülse de diğer tarafta acı ve gözyaşı vardır. Ama sevgi ve dostluk da vardır, o an farketmese de sürekli biriktirdiği anılar, hep bir umutla yaşamak, umudu kalmadığında, nefes aldığı sürece hatırlamak için yaşamak vardır. Kısacası hüzünlü ama aynı zamanda her şeye rağmen hayata karşı içinizi sevgiyle dolduracak bir roman Yaşamak.

Romanın yasaklanmasına neden olan bölümler ise -Komünizmin gelişi, halk komünleri, Kültür devrimi ve Mao yönetimi- siyasetin bireylerin yaşamları üzerindeki etkisini ironik bir dille anlatıyor.  Bu küçük sahneler bile ülkenin nasıl bir karışıklık içinde olduğunu, insanların hayatta kalma çabasını, tarih kitaplarında yazan her şeyden daha açık şekilde görmemizi sağlıyor. 

Savaştan sonra halk komünleri kurulmaya başladığında köydeki evlerde bulunan tüm yiyeceklere tencere ve tabaklara el konur. Artık herkes yemekhanede yemek yiyecektir. Ama toplanan tencereleri eritecek ateşi yakmak için de uygun bir yer bulmak gerekir;

“Yoldaş Başkan ile kasabanın feng şui uzmanı, birlikte köyde gezmeye başladılar. Demiri eritmek için en uygun noktayı bulmaya çalışıyorlardı. Uzun bir cüppe giymiş olan feng şui uzmanı, yüzünde bir gülümseme, bir ileri bir geri yürüyordu. Hangi ailenin evine yaklaşsa, içeridekilerin nefesi kesiliyordu. Bu kambur ihtiyarın onay veren tek kafa sallaması, o insanları evlerinden etmeye yeterdi.”

Çin edebiyatının en güçlü isimlerinden birisi olarak kabul edilen Yu Hua, 1993'de yayımlanmasının ardından ülkesinde yasaklanan romanı ile büyük bir başarı yakalamış. Sinemaya aktarılan, pek çok dile çevirilen ve ödüller alan Yaşamak'ın yanı sıra Kanını Satan Adam, Yağmurda Gözyaşları, Kardeşler, Alacakaranlıktaki Çocuk: Saklı Çin Hikayeleri de yazarın ses getiren diğer romanları.

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Kaplanın Karısı; Téa Obreht


Kaplanın Karısı, Tèa Obreht

Téa Obreht, 25 yaşında yayımlanan romanı Kaplanın Karısı'yla 2011'de New Yorker dergisinin 40 yaşın altındaki en iyi yazarlar seçkisine girmiş ve aynı yıl Orange ve Page des Libraries ödülünü almış. Belgrad doğumlu yazar, savaş sırasında ailesiyle birlikte Kıbrıs ve Mısır'a ardından da Amerika'ya yerleşmiş. 

Bir ilk roman olan Kaplanın Karısı, Yugoslavya'yı bölen savaş ile Balkan topraklarına sinmiş gizemli hikayeleri, gelenek ve efsaneleri iç içe geçen bir kurguyla anlatıyor. Savaş sırasında çocuk olan Natalia, her şey bittikten sonra idealist bir doktor olarak gittiği sınırın öteki tarafında, büyükbabasının ölüm haberini alıyor ve ondan kalan birkaç parça eşyayı bulup evine geri götürmek için artık yabancısı sayıldığı topraklarda anılar, efsaneler ve yıkımdan geriye kalanlar arasında bir yolculuğa çıkıyor. Çocukluk ve ilk gençlik yılları nispeten güvenli bir şehirde geçse de alıştığı yaşantısının nasıl değiştiğini, savaşın gölgesindeki hayatını, bunların nasıl yavaş yavaş kaybolduğunu, büyükbabasını, Ölmez Adam Gavran Gailè, Şifacı, Mora, Ayı Darisa ve tabi ki Kaplanın Karısı'yla bunları birbirine bağlayan tüm diğer hikayeleri Balkanların büyülü atmosferi eşliğinde anlatıyor.

Tıpkı romanın kahramanı Natalia gibi, Müslüman bir büyükanne ve Hıristiyan bir büyükbabanın yanında yetişen yazar, her ne kadar savaş sırasında ülkede olmasa da, savaşın etkilerini, kayıp ve parçalanmışlık duygusunu, farklı dinlere inansalar da birlikte aynı topraklarda yaşayan, aynı kaderi paylaşan, evlenen, aile olan, aynı sofraya oturan insanların böylesine şiddetli bir şekilde kopuşunun ardından her şeyin nasıl değiştiğini, savaş, yıkım ve kayıplar karşısındaki çaresizliği hissettirmeyi başarıyor. Özellikle Sarobor'da, bombalar atılmadan hemen önce, büyükbabanın Ölmez Adam'la yeniden karşılaştığı geceyi anlattığı sahnede;
“Sarobor'a girdim ki el ayak çekilmiş. Gece oluyordu.Türk mahallesinde, bizimkilerin Marhan vadisindeki fabrikayı top ateşine tuttuğunu duyabiliyor, tepenin üzerindeki ışıkları görebiliyordum. Bir sonraki adımın ne olacağı belliydi, neyin geldiği biliniyordu. Herkes biliyordu, bu yüzden dışarda kimseler yoktu, pencelerde hiç ışık yoktu. Yemek kokusu vardı; insanlar karanlıkta oturmuş yemek yiyorlardı. Öyle dolu dolu bir akşam yemeği kokusuydu ki, bana her şeyin sonuna gelindiğinde duyulan mantıksız arzuları düşündürdü – kuşatma söz konusu olursa diye yiyecek ayırmak yerine, nehir boyunca dizilmiş evlerinde ziyafet çekiyorlardı; gaz lambaları, patatesleri ve yoğurtları vardı masalarında. Nane ve zeytin kokuları alıyordum; arada bir pencerelerin önünden geçerken kızartma sesleri duyabiliyordum. Sarobor'da yaşadığımız zamanlarda, dışarıdaki büyük söğüt ağacına bakan pencerenin önünde büyükannenin yemek yapışını hatırlatıyordu.” (sf. 301)

Canlı betimlemeleri, usta işi kurgusu, samimi anlatımı ve birbirinden ilginç hikayeleriyle Kaplanın Karısı, şöyle bir süreliğine buralardan uzaklaşmak istediğinizde iyi gelecek romanlardan. 

(romandan bir yemek denemek isterseniz;Tavuk Paprikash

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Her Çıkışın Bir İnişi Vardır; Flannery O'Connor



Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, Flannery O'Conner

Geçtiğimiz yaz iki kısa öykü yazarıyla tanıştığımı söylemiştim. İlki Raymond Carver'di. Diğeri ise bir türlü buraya yazmayı beceremediğim ama eksik kalmasını da hiç istemediğim biriydi. Yine Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden, kısa öykünün ustası Flannery O'Connor.

Dokuz öyküden oluşan Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, yazarın 39 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmesinden bir yıl sonra 1965'de yayımlanmış. İki romanı ve İyi İnsan Bulmak Zor isimli bir öykü kitabı daha bulunan O'Connor'ın, güney gotiği olarak isimlendirilen anlatıları, atmosferleri, canlı karakterleri ve trajik sonlarıyla en iyi öykü örnekleri arasında yer alıyor.

Kitap epeyce sarsıcı ve bol sürprizli öykülerden oluşuyor. İlk okuyuşumda durup düşünmeye fırsat bulamadan şahane edebiyatın keyfini çıkardım. Sonra geri dönüp hepsini tekrar tekrar okumaktan da hiç sıkılmadım. Hikayeler, fanatizm, ırkçılık, din gibi temel meseleler üzerinden geçerek bir tema etrafında toplanıyor. İlk satırlardaki gerilim hissi anlatı ilerledikçe ürkütücü ve bir o kadar da ironik bir hal alıyor. O'Connor'ın karakterleri, başlangıçta her ne kadar uzak, kendilerine has ve biraz acayip gibi görünseler de aslında o kadar da uzak ve acayip olmadıklarını kısa sürede anlıyoruz. Hikayelerinde beni asıl şaşırtan şey bu karakterlerin, bildiğimi bile bilmediğim bir şeyleri belki his denebilir, hatırlatıyor olmaları. Hayır korkutucu bir şey değil demek istediğim. Şöyle ki;

Bir süre önce twitter da şu videoya rastlayınca, yukarıda bahsettiğim tanıdık hisler meselesi de bir yerlere oturmaya başladı. Sanırım bir basın toplantısında sinirbilimci Rudolph Tanzi ve tıpçı, yazar Deepak Chopra, deneyimlerin, duyguların ve hatta anlamların genlerimizde kayıtlı olduğunu ve bu sistemin çok yakında keşfedileceğini söylüyor. Diyorlar ki; hislerimiz, yaşadıklarımızın bizde bıraktığı duygular, hepsi birer moleküle dönüşüyor, oksitosin, dopamin, seratonin gibi hormonlar üretiyor. Peki ama herhangi bir anlam nasıl olur da bir moleküle dönüşür? Üstelik bu kimyasal değişiklikler genetik değişimlere de yol açıyor. Ve en şaşırtıcı olanıysa bu genlerin gelecekte de böyle davranmak üzere şartlanmaları ve sonraki nesillere aktarılabilmeleri. Mesela, “Birisi bana seni seviyorum dese ben de onu seviyorsam kendimi çok iyi hissederim ve oksitosin, dopamin, seratonin gibi salgılar üretirim. Fakat birisi bana seni seviyorum dediğinde eğer onun beni kandırdığını düşünüyorsam aynı salgıları üretmem, onun yerine kortizol ve adrenalin üretirim.” ve bu bizim genlerimize işlemiştir." 

Pek çok davranışımızı ortak atalarımızdan miras aldığımızı sanırım söyleyebiliriz. Benzer şeylerden korkuyor benzer şeylere seviniyor, korkuya mutluluğa, tehlikelere karşı benzer fiziksel tepkiler veriyoruz. Yakında belki de bir adım ileri giderek moleküllere dönüşüp genlerimize yerleşmiş ortak anlamlar taşıdığımızı da söylememiz mümkün olacak. Peki ya okuduklarımız karşısında hissettiklerimiz? Onlar çok mu farklı? Bana kalırsa bir yazarın gerçeği söyleyip söylemediğini ayırt edebiliyoruz ve onlar yani Flannery O'Connor ve tabi ki pek çok iyi yazar genlerimizdeki ortak anlamları çözmemizi, bilmediklerimizi hatırlamamızı sağlıyor. Biz de bu yüzden onları seviyoruz. 

Video için; https://twitter.com/banabirseyogret/status/955110912360316928


29 Aralık 2017 Cuma

Raymod Carver ; Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz ve Katedral


Raymond Carver, Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? ve  Katedral 

Bloga yazılamayan ve kapakları hala açılamamış kitaplarla bu yıl da aslında diğerlerinden pek farklı değildi ama yine de çok hızlıca geçiverdi sanki. Yaz kitaplarımdan bile bahsedemeden bitti. Oysaki bir sürü planım vardı. Şimdi de yine her zamanki gibi son dakikada bir şeyler yazıp yeni yıla iç huzuruyla girmek için bu açığı kendimce kapatmaya çalışıyorum. 

Öykü kitaplarına ayırdığım yaz ayları şahane iki yazarla tanışma fırsatı sağlamıştı. İlki, Raymond Carver, kısa öykü dünyasının ve Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden. Erken yaşlarda atıldığı hayat, yaşadığı güçlükler ve alkolizm, edebiyata olan sevgisine engel olamamış. 20'li yaşlarda ilk öykülerini yayımlatmayı başaran Carver, ülkenin en ünlü yazarlık okuluna devam etme şansını yakalamış. Üniversitelerde dersler de veren yazar, ne yazık ki yine oldukça erken bir yaşta ve kariyerinin doruk noktasında hayatını kaybetmiş. Raymond Carver tek kitapla bırakılabilecek bir yazar değil. Eve döner dönmez okuduğum Katedral de ilki kadar etkileyiciydi.


Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz, tabi ki aşk hakkında,  yani kaybetmek, özlemek, acı çekmek, hayal kırıklığı, yalnızlık, isyan, ayrılık, pişmanlık, suçluluk ve aslına bakarsanız garip, pek de söze dökülemeyen şeyler hakkında. Bir kafede oturup etrafa göz gezdirirken birilerinin muhabetinin bir parçasına, ortasından bir yerden tanık olmak gibi bir his bırakan öykülerde, yazarın gözlerini çevirdiği insanlar genellikle sıradan Amerikan vatandaşları. Peki onların hikayelerini bu kadar etkileyici yapan şey ne? Çünkü belki de aslında sıradan olan hiç bir şey yoktur ve sadece onların içindeki görebilen ya da göremeyen insanlar vardır. Carver, hikayelerinin sonunda okuyucuyu kelimelerle örülü bir duvara toslatıp sarsıyor. Sadece onunla sizin aranızda kalacak bir sırra ortak ediyor. Bazen olduğundan başka türlü olamazmış dediğiniz bir öyküde, kısacık bir anda koca bir hayatın içine çekiyor, bazen söze dökülmeyenlerle, bazen öylesine edilmiş gibi görünen birkaç cümleyle hayatın bambaşka bir yüzünü ortaya seriyor.

Raymond Carver'den okuduğum ikinci kitap ise Katedral. Yine benzer karakterler üzerinden gerçekçi hikayeler anlatıyor. Bu kez kitaba ismini veren Katedral de dahil hikayelerin ortak noktası ev ya da nereye ev diyorsak, evimiz hissediyorsak işte o yerler. Ait hissedilen, özlenen, mahkum olunan, nefret edilen, bazen sizin olmasa da iyi hissettiğiniz bazen de her şeye rağmen yabancı kalınan, uzaklaşılan, kaçmak istenen evler. Tek bir kişi ya da bir aile ya da bazen sadece dört duvar. İçinde olmasanız da hep sizin içinizde olan şey, belki de evin ruhu bilemiyorum Carver etkisiyle yeni bir anlam kazanıyor.

“Ama gözlerim kapalıydı. Kısa bir süre daha kapalı tutmayı düşündüm. Bunun yapmam gereken bir şey olduğunu düşündüm.
“Ee? dedi. “Bakıyor musun?”
Gözlerim hala kapalıydı. Evimdeydim. Bunu biliyordum. Ama aslında bir şeyin içindeymişim gibi gelmiyordu.
“Müthiş bir şey.” dedim.  

15 Ekim 2017 Pazar

Mutfaktaki Tarifbaz; Julian Barnes

Mutfaktaki Tarifbaz; Julian Barnes

Mutfaktan pek çıkmayan, çıktığı zamanlar da yemek programları izleyip, fotoğraflarına bakarak zaman geçiren birisi olduğumdan yemek blogu açarken tarif yazmanın ne derece zor olabileceğini pek düşünmemiştim. Kendim için bir şeyler pişirirken - yazarın tersine- genellikle el alışkanlığı, göz kararı çalışırken tarifleri uygulama konusunda da pek titiz sayılmazdım. Ama blog için yazmaya başlayınca, bardak, kaşık ölçülerinden tartım olmadan asla moduna giriverdim. Yani Julian Barnes'ın deyimiyle, onun kadar değilse de bir tarifbaz olup çıktım. Bu arada evet evet yine o, ta kendisi :)

Romanlarıyla başlayıp denemeleriyle devam ettiğim Julian Barnes' dan bir kitap daha. Çoğumuzun az biraz tanıdık olduğu, bazılarımızınsa korktuğu ya da üşendiği için uzak durduğu, benim de çok sevdiğim bir konu hakkında; yemek pişirmek. Mutfağa geç girmesine rağmen hevesli bir aşçı olan yazar, Mutfaktaki Tarifbaz'da, aşçılık maceralarını, yemek kitapları ve yazarları hakkında yorumlarını, yeni başlayan, başlamak isteyen, yemek pişirmekten hoşlanan herkes için tecrübeyle sabit tavsiyelerini paylaşıyor.

Yemek tarifleri ne kadar güvenilir, yemek yazarları kendi tariflerine ne kadar sadık, yemek kitabı alırken göz önünde bulundurmanız gereken kriterler ne olmalı, mutfak raflarınızda biriken kitapları nasıl elersiniz, çekmece temizliği nasıl yapılmalı, her şeyi mahvettiğinizde nasıl teselli bulursunuz, hangi tür tarifler hiç denenmemeli ya da bir daha asla yapılmamalı, yenebilen ve yenemeyen şeyler, modası geçenler, üç tür misafire hazırlanabilecek pratik yemek fikirleri, alışverişin püf noktaları, mutfak tasarımı gibi hemen her yemek pişirme heveslisinin karşılaşabileceği daha pek çok sorunu ortaya koyup çözümler geliştiren yazar, yalnız olmadığımızı anlayıp yeni tarifler denemek için cesaretimizi toplamamıza yardım ediyor. Ve tabi ki işin en hoş tarafı da tüm bunların bir edebiyatçının kaleminden çıkarak leziz bir okuma keyfine dönüşüyor olması.



Barnes'ın yemek yaparken karşılaştığı güçlüklerin başında, tariflerde kullanılan ölçülerin muğlaklığı geliyor. Hangi boy soğanın orta boy sayılacağı, bir topağın büyüklüğü ve tabi ki tarifte genellikle boyutu verilmemiş o “kupa” nın evdeki hangi kupaya denk düştüğü gibi sorunlar yazarı da epey zorlamış gibi görünüyor. Yemek yazarlarının tarzları da Julian Barnes'ın eleştiri oklarını üzerine çekiyor. “Büyük bir aşçı olmak bir şeydir, doğru dürüst bir yemek tarifi kitabı yazarı olmak başka bir şey;- dahası -tıpkı roman yazmak gibi- yaratıcı bir duygudaşlık ile kesin bir tanımlama gücüne dayanır.” diyen yazara göre teknik konulardaki zorluklar bir yana, yemek pişirmenin duygusal tarafı, aldığımız keyif sanırım hem onun hem de bizim için çok daha önemli.


    “Yemek pişirmek işte bununla ilgilidir. Bir somun ekmek seçersiniz. Tereyağı konusunda cüretkar davranırsınız. Mutfağın altını üstüne getirirsiniz. Artıkları ziyan etmemeye özen gösterirsiniz. Dostlarınızı ve ailenizi doyurusunuz. Bir masanın çevresinde oturup indirgenemez toplumsal bir eylem olan yiyeceği başkalarıyla paylaşmayı sergilersiniz. Tüm kusurlarına ve itiraz edilecek fikirlerine karşın Conrad haklıydı. Bu ahlaki bir eylemdir. Bir akıl sağlığı meselesidir. Öyleyse son sözü bırakalım Conrad söylesin: “titiz yemek pişirmenin özel etkisi” diye yazmıştır, “ zihinsel huzuru, düşünsel zarafeti ve komşumuzun kusurlarına karşı hoşgörülü bakmamızı kolaylaştırır ki bu da iyimserliğin tek sahici biçimidir. Bunlar saygı duyduğumuz özellikleridir.”