reklam 1

11 Şubat 2011 Cuma

Saydam Şeyler, Vladimir Nabokov




“İşte, istediğim kişi burada. Merhaba kişi! Beni işitmiyor.

Belki somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak, gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istekleriyle dengelenirdi. O zaman kişiler, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken,  tahterevallinin orta kısmında bacaklarını açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi.”

Bu cümlelerle başlayan Saydam Şeyler, okuduklarım içinde en zor Nabokov romanıydı. İşin gerçeği, 120 sayfalık bu kısacık romanı anladığımı da pek söylemem. Ama yine de bir iki cümle not düşmek istedim çünkü en az diğerleri kadar eğlenceli, şaşırtıcı ve çok da çılgın bir romandı.  

Stefan Klein’in zaman’ı anlattığı kitabından bahsetmiştim. Klein, “Beyin bir zaman makinesidir. Geçmiş ve gelecekteki yolculukların çoğunu öyle hızlı gerçekleştiririz ki, şimdiki zamandan oraya yaptığımız sıçramanın farkına bile varmayız.” diyordu. Bu seyahatlerinde, zihnin, bir takım nirengi noktalarını kullanarak zaman içinde yolunu bulduğunu, birşeyleri hatırlamaya çalıştığımızda şimdiki zamanın geçmişi dönüştürdüğünü, beynin çalışma şekli nedeniyle (şimdiki zaman 3 saniyedir) duyularımızla algıladığımız şimdiki zamanın içinde olamadığımızı, boş kalmaya dayanamayan zihnin sürekli düşünce ürettiğini kısacası şimdiki zamanın bir yanılsama olduğunu söylüyordu. İşte Saydam Şeyler’de bu fikirlerin somutlaşmış halini görüyoruz.

Karanlıkta Kahkaha, Maşenka, Cinnet ve Lujin Savunması’nda kendi gerçeklikleri içinde yaşayan karakterler yaratmıştı Nabokov. Saydam Şeyler’in Hugh Person’ı ise biraz daha uçlara gidiyor. Nabokov, zamanda seyahat için nesneleri, mekânları,insanları, koku ve tatları kısacası Saydam Şeyler’i kullanıyor. Hugh’nun zihni şimdiki zamanda geçmişi ya da geleceği yaşıyor. Bir de uyurgezer kahramanımızın  rüyaları varki durumu tamamen içinden çıkılmaz yapıyor. Diğer romanlarında yaptığı gibi Nabokov burada da Freud’u alaycı bir şekilde eleştirmeyi ihmal etmiyor. (“Şarlatan olmadıkça kim düşleri tedavi edebilir?”) Şimdiki zamanı tanımayan zihin uyku sırasında düşle gerçeği ayırd edebilir mi? ya da ikisi arasında bir fark var mı? Zihin, zamandan ve mekandan böylesine bağımsızsa belki de;
“İnanıyorum ki bu, bedensel ölümün verdiği eziyet değil, bir varlık durumundan diğerine geçmek için gerekli  zihinsel manevranın benzersiz sıkıntılarıdır.
Biliyorsun, bu kolaydır evlat.”  

3 Şubat 2011 Perşembe

Yaşamın Hammaddesi: Zaman, Stefan Klein



















“Kendimize çok daha zengin bir zaman deneyimi yaşama olanağı sunma özgürlüğüne sahibiz. Bir saat çoğu zaman dakikaların toplamından daha uzundur, kimi zaman da daha kısadır. Bir gün basitçe 24 saatten oluşmaz.” 

Son okuduğum romanında (Lujin Savunması) Nabokov,  zavallı Lujin’e zaman konusunda ve zamanı kullanarak işkence ederken, benimde bazı durumları tekrar düşünüp taşınmama neden olmuştu. Ve işte tam bu sırada Stefan Klein’in kitabı,  aklıma gelen-gelmeyen  bir  yığın sorunun cevabını verdi.  

Kitabın alt başlığı her ne kadar “Bir kullanma Kılavuzu” olsa da yazar, okuyucuya bir takım reçeteler vermek gibi bir amaç taşımamış. Daha çok Zaman’ın ne olduğuyla ve insanların onu nasıl algıladığıyla ilgilenmiş.  Kendimize sık sık -hadi itiraf edelim- çoğunu hemen her akşam sorduğumuz soruların cevaplarını ve özellikle onları sorma nedenlerimizin  izlerini,  Ravel’in Bolero’sundan, nöropsikoloji’nin buluşlarına, Newton fiziğinden, Faust’a, Hitchcock’dan,  Proust’a, Leibniz’den,  Einstein’a kadar sürmüş. Sonsuza kadar olmasa da yaşamı uzatmak mümkün mü sorusuna, yüzyıllardır  yapılan araştırma ve deneylerin bulgularıyla  cevap vermiş.  Merak edenler için söyleyim,  Evet! Yazara göre bu mümkün ve üstelik çok zor da sayılmaz. En azından orman kebabı pişirmek ya da pin pon oynamak kadar zor değil diyebiliriz. 

Klein, bize uyuma, uyanma vaktini, yorulduğumuzu, acıktığımızı söyleyen, hormonlarımızı, mide salgımızı düzenleyen bir beden saatimiz olduğunu söylüyor. Bu saat, dış saatle (doğayla) tam bir uyum içinde çalıştığı içindir ki daha güneş doğmadan okulda ilk derslerine başlayan çocuklar sıralarda uyuyor, sabahın kör saatleri verimsiz geçiyormuş. Yazar Balzac'ın çalışma düzenini örnek vermiş mesela. Akşam altıda yatıp gece yarısı uyanır, altı saatte bir "kalbi çoşturan" kahvesinden içip 15-24 saat aralıksız yazarmış. Bu şekilde 90 roman yazan Balzac malesef 51 yaşında ölmüş. Yani ne yapıyoruz? Karanlık bir odada büyüyen mimozalar bile sabah uyanıp akşamları yapraklarını kapatırken biz de güneş ışığını algılamak üzere geliştirilmiş sensörlerimize, beden saatimize, doğanın döngüsüne aykırı davranmıyoruz! Ama yinede beden saatinin varlığı, bazı anlar ışık hızıyla geçerken, bazılarının neden sonsuzca uzun olduğunu düşündüğümüzü, açıklamıyor. Klein, “Yaşamımızın zamanı saatlerin gösterdiği zamanla gerçekten aynı mıdır?” sorusuna Hayır! çünkü zamanı algılayışımız, çok daha farklı, bağımsız bir saate “iç-zaman” üreten bilinç saatimize bağlıdır diyor.

Ayrıca, üzerimizde bir baskı unsuru oluşturan “anı yaşamak”  sorunundan  tutun da şimdiki zaman ne kadar sürer, neleri, nasıl hatırlarız, kaybolan zaman nereye gider, zaman olarak hissettiğimiz şey nedir, biz yaşlandıkça zaman daha  hızlı mı geçer, neden dün ne yediğimizi hatırlamakta zorlanırken çocukluk anılarımız bu kadar canlıdır? Hafızamız nasıl çalışır? ya da biz sadece domates dilimlediğimizi sanarken beynimizde neler oluyor?  Peki elli yıl öncesinden daha uzun bir ömre ve hayatımızı kolaylaştıran bu kadar alet edevata karşın niye hiç bir işe yetişemiyoruz, “zamanı olmamak ne anlama geliyor”.  Daha az çalışıp kendimize daha çok zaman ayırabilsek gerçekten mutlu olur muyduk? Aynı anda birçok işi gerçekten yapabiliyor muyuz? Neden konsantrasyon  zorluğu çekiyoruz? Mutsuzluğumuzun sorumlusu stres mi? kadınlar mı daha stresli erkekler mi? Patronlar mı? İşçiler mi?  ve benzeri sorular, kitapta çok ilginç hatta  bazı konulardaki önyargılarımızı, sanılarımızı değiştirecek kanıtlar göstererek yanıtlanıyor.

*Bir deney: “Psikolog Peter Tse, deneklerine bir saniye boyunca bir ekranda beliren ve sonra hızla kaybolan siyah daireler gösterdi. Bir süre sonra alışılagelen yerde birden bire yine siyah bir daire görünüyor ama genişleyip kırmızıya dönüşüyordu. Denekler  genellikle,  bu olayın normal siyah çemberlerin belirişine göre iki kat daha uzun sürdüğünü tahmin ettiler.  Oysa siyah-kırmızı balonda nesnel olarak bir an bile daha uzun süre görünmüyordu. 

Çünkü “Sürprizler beynin heyecan durumunu arttırıyor, dikkatlilik artıyor. Örneğin kendiliğinden şişen balonu izleyenler bir saniye içinde siyah çemberleri izleyenlere göre daha fazla veri alıyorlar. Aynı zamanda bilinç beynin hareket merkezlerinden gelen zaman sinyallerini daha tam olarak kaydediyor. Bilinç bu büyük veri bolluğunu, daha uzun bir sürenin geçmiş olması gerektiğinin  bir işareti olarak algılıyor.”

30 Ocak 2011 Pazar

Lujin Savunması, Vladimir Nabokov



















Çocukluğun güvenli ve rahat sığınağından çıkıp acımasız dünyaya katılmanın zamanı geldiğinde Lujin durumdan kaçmak için elinden ne gelirse yapar. Okulda, babasının hayal ettiği gibi olmasa da, gerçekten farklı bir çocuktur. Belirgin olarak başarılı olduğu bir alan yoktur, hatta birçok derste başarısızdır. Oyunlara, çocukların şakalarına katılmaz, ne  annesine ne de babasına bir düşkünlüğü vardır. Bir parça yakınlık duyduğu tek insan teyzesidir. Sihirbazlık, yap-boz oyunları ve matematikle ilgilendikten sonra aradığı anlamı satrançta bulur. Okuldan kaçarak, teyzesinin evinde gizlice oynadığı bu oyun onun tek uğraşı haline gelir. Harika çocuk olarak şehirden şehire, turnuvadan turnuvaya koşmaya başladıktan sonra ise satranç tahtası dışında akıp giden hayatın farkında bile olmaz. En önemli rakibiyle karşılacağı turnuvayı beklerken dinlenmek üzere gittiği otelde bir kadınla tanışır -ki muhtemelen o güne kadar konuştuğu tek kadındır- ve ona kendi usulünce evlenme teklif eder. Kadın, bir sanatçı ve deha olarak gördüğü, kendisinin de bir yerlere yakıştıramadığı bu garip adamı ailesine kabul ettirmekte epeyce zorlanır çünkü hayatında satrançtan başka bir şey olmayan Lujin sohbet etmekten, gündelik hayatın gerektirdiği davranış kalıplarından, nezaket kurallarından bihaber, garip görünüşlü, garip davranan bir adamdır. Neyse,  sonunda büyük gün gelir, başlar, biter. Romanın devamında ise  Lujin’in hayatında yeni bir dönem, en büyük rakibe karşı oynanan en büyük turnuva başlar. Planlanabilir, öngörülebilir, kontrol edilebilir evreninden (gerçek yaşam =satranç) çıkmak isterken, bu kez de hamlelerini, rüya (yaşam) olarak gördüğü kontrol edilemez zamana, bilinmeyen, durdurulamayan, yönetilemeyen, “amacı gizli” güce karşı yapmak zorundadır.
 
Nabokov, romana yazdığı önsözde, ilgi alanı olan satrancı Lujin Savunması’ında kullanırken, “... bir bahçe tasvirini, bir yolculuğu, sıradan bir dizi olayı usta bir satranç oyununa benzer özelliklerle donatmaktan ve özellikle de son bölümleri zavallı adamın aklını içten içe yok eden bildik bir satranç hücumuna benzetmekten büyük bir keyif aldım.” diyor.  Ve ayrıca aynı temayı romanın genelinde de kullandığını, “... efektlerin zincir gibi birbirine bağlanışı bu çekici romanın temel yapısında” olduğunu söylüyor. Nitekim okuyucu (yani ben) bu kurguyu hayranlıkla takip edip, halkaların birbirine bağlanışını izlerken, hikâyenin, karakterlerin üstünde başka bir boyutta gezindiğini hissediyor. Zaman içindeki sıçramalar, sanki tahtanın üstündeki başka bir taşa hamle yaptırır  gibi bir karakterden diğerine geçişteki ustalık nasıl anlatılır bilmiyorum. Romanı baştan sona  nefes almadan okuduğumu söyleyebilirim sadece. Ayrıca diğer bir konu da yazarın önsözde belirttiği gibi Lujin'in diğer romanlarındaki karakterlerden daha “sıcak” olması. Nabokov alaycılığı yine elden bırakmıyor ama bu kez o kadar soğuk değil.  

Her Nabokov romanından sonra adet edindiğim üzere, Lujin Savunması'nın da, ölmeden önce okunacaklar listesinde kesinlikle ilk beşte olması gereken, Nabokov dalga geçse de farklı bakış açılarıyla birçok yönden yorumlanabilecek, tekrar tekrar okumaktan bıkılmayacak müthiş bir roman olduğunu eklemek isterim.  

“Ulaşmaya çalıştığı giz basitlikti, uyumlu basitlik, insanı en karmaşık büyüden daha fazla etkileyen...”

21 Ocak 2011 Cuma

Yokyer, Neil Gaiman



Başka bir şey, yer, başka bir anlam, yaşam olmalı derken ne kastediyoruz bilmiyorum ama sanırım sık sık arayışına girdiğimiz, hayal ettiğimiz, o yer, yaşam biçimi, bu değildir. :)
 
Nabokov romanlarına saldırmışken arada çeşit olsun diye düşünerek, ismini sevdiğim için listeye eklediğim romanlardan biri olan, Neil Gaiman’ın fantastik dünyasından, Aşağıtaraftan, kısacası “Yokyer”’den bahsediyorum. İlk sayfalarda gizemli bir şeyler olacağını sezmiştim ama yazarı hakkında fikir sahibi olmadığımdan bana epeyce uzak olan fantastik edebiyatın içine düşeceğimi tabiki beklemiyordum. Ve böylece bu macera  benim içinde Richard Mayhew’ın için olduğundan pek farklı olmadı diyebilirim. 

Richard Mayhew, yatırım uzmanı olarak Londra’nın en ünlü şirketlerinden birinde işe kabul edilen saf bir gençtir. Bir süre sonra büyük şehirdeki hayata alışır ve her sabah işe yetişmek için metroya, otobüslere koşturan güruha katılır. Peşinden sanat galerilerine ve alışverişe gittiği, Jessica adında çok güzel ve hırslı bir nişanlısı vardır. Hayat bildiğimiz en normal haliyle akıp gitmektedir Richard için.  Sonra bir gece nişanlısıyla yine koşa koşa bir yerlere yetişmeye çalışırken kaldırımın kenarında ayağına takılan yaralı bir kıza yardım etmesi gerektiğini düşünür. Ve böylece Aşağıtarafa geçiş biletini kendi elleriyle keser. Yaralı kızın, yani Door’un talimatlarıyla ona yardım eden Richard, hayatının birdenbire, anlamsız şekilde değiştiğini daha doğrusu yok olduğunu fark etmeye başladığında, kendisini görmeyen, tanımayan insanların olduğu yukarı Londra’yı terk ederek, Door’u bulmak ve kendi hayatını geri almak için  yeraltına inmek zorunda kaldığında şehrin Aşağıtaraf sakinlerinin dünyasına katılır. Bu dünyada gördüklerine anlam verme arayışı kısa zamanda yerini kabullenme ve hayatta kalma savaşına bırakır. Richard, bildiği hiç bir yere benzemeyen Aşağıtaraf’ta; Lady Door, Marquise de Carabas, Avcı, Bailey, Sıçandilliler, Kadifeler vb. karakterler ile Londra’nın garip isimli metro istasyonları arasında dolaşır ve onların gerçekte mecazi isimler olmadıklarını öğrenirken bir yandan da cinayeti sanata dönüştüren Bay Croup ve Bay Vandemar’la girişilen ölümüne bir kavganın içinde bulur kendisini.

Dizi senaryosu olarak başlayıp romana dönüşen Yokyer, çizgi roman olarak da yayımlanmış. Ayrıca, Richard'la birlikte karanlık dehlizlerde, kapıları şatolara açılan tren vagonlarında, nereye çıktığı bilinmeyen merdivenlerde, Harrods’da kurulan seyyar pazarda dolaşırken, bir animasyonun içindeymişsiniz gibi de hissediyorsunuz ki bence kesinlikle çok başarılı bir animasyon da yapılabilir bu romandan. Fantastik edebiyat okurları Yokyer’i ne kadar başarılı bulur bilemem ama kendi adıma keyifli bir roman olduğunu, bu arada ana karakterlerimiz Richard ya da Door’dan çok daha başarıyla çizilen, Bay Croup ve Bay Vandemar’ın romandaki en sevdiğim tipler olduklarını, onların sahnelerinde çok eğlendiğimi de söylemem gerek. 

“Richard ölmemişti. Karanlıkta, bir yağmur kanalının yan tarafındaki çıkıntıda oturmuş, ne yapacağını, daha ne kadar kendi boyunu aşan işlere bulaşabileceğini düşünüyordu. Vardığı sonuca göre, hayatı bugüne kadar onu menkul kıymetler sektöründe çalışmaya, süpermarketten alışveriş yapmaya, hafta sonları televizyonda futbol maçı izlemeye, üşüdüğünde termostatı açmaya mükemmel bir şekilde hazırlamıştı. Ama aynı hayat onu görmezden gelinen biri olarak, Londra’nın çatıları ile kanalizasyonlarında, soğuk, ıslak ve karanlıkta yaşamaya hazırlama konusunda olağanüstü başarısız olmuştu.”

20 Ocak 2011 Perşembe

Vivian Maier

Vivian Maier 1930’ların başında Fransa’da doğmuş. Çocukluğu Fransa-Amerika arasında geçmiş. 12 yaşlarında New York’da bir şekerci dükkanında çalıştığı, 20’li yaşlarında ise çocuk bakıcılığı yapmaya başladığı  biliniyor. Anti-Katolik, sosyalist, feminist olduğu, ingilizceyi tiyatro izleyerek öğrendiği, film eleştirileri yaptığı ve zamanının çoğunu fotograf çekerek geçirdiği de onun hakkında yazılanlar arasında.

Vivian’ın 1950-1970 arasında, sadece yaşadığı Chicago ve New York sokaklarında değil Mısır, Thailand, Vietnam gibi ülkelerde de çektiği -30,000’e yakını banyo edilmediğinden fotografçısının da görmediği- 100,000’in üstünde fotografı 2008 yılında tesadüfen bulunmuş.

Emlakçı John Maloof Chicago hakkında da bir kitap hazırlamaya uğraştığından katıldığı müzayede de kutular dolusu fotografa ve negatife rastlayınca 400$ karşılığında koleksiyonun bir kısmını satın almış. Negatiflerden birinin zarfında fotografçının ismine rastladıktan sonra araştırmaya başlamış. Vivian’ın filmlerini aldığı fotograf mağazasına ulaşmış ve onun hakkında bir şeyler bulmaya çalışmış. Google aramaları sonuç verdiğindeyse Vivian’ın birkaç gün önce (Nisan 2009) öldüğünü öğrenmiş. Fotografları taramaya ve filmleri banyo etmeye son hızla devam eden John Maloof, Vivian için açtığı blogda bunları paylaşıyor ve onun hakkında çıkaracağı kitap için çalışıyormuş.

İsveç’in ilk kadın fotografçısı Maria Larsson’ın hayatını anlatan “Everlasting Moments” filminden sonra aklıma gelenler Vivian Maier’ın fotograflarıyla kişisel gündemime yeniden oturdu. Ve işte Vivian’ın fotograflarından birkaç örnek; 










Vivian'ın Chicago Tonight 'da yayınlanan hikâyesi: http://www.wttw.com/main.taf?p=42,8,80&pid=A1hO97qcWo7ViDL_rWniVH2LakYxNa7J

14 Ocak 2011 Cuma

Cinnet, Vladimir Nabokov

















Karanlıkta Kahkaha ve Maşenka’dan sonra üçüncü Nabokov romanım Cinnet oldu. Yazarın  ilk romanı olan Maşenka 1926’da basılmış. Nabokov’un, yazdığı önsözden onun için  ilk roman olmanın ötesinde bir yeri olduğu anlaşılıyor. Maşenka, Berlin’de,  bir pansiyonda yaşayan Rus göçmenlerin  beklenti ve hayallerle geçen dört gününü anlatıyor. Ana karakterimiz Ganin’in ilk aşk macerasını (!!) o günlerin Rusyası eşliğinde takip ediyoruz (ya da tam tersi).

Cinnet’de yine Berlin’de yaşayan Rus göçmenleri görsek de Maşenka’dan farklı bir romanla karşılaşıyoruz. Roman, ancak sonlarına doğru öğreneceğimiz  bir cinayeti anlatıyor. Aslında, herşey olup bittikten sonra yazılan, olayların gidişatını izlememiz, bir sanatçının eserine gereken saygıyı göstermemiz için yapılan bir tür açıklama. Yaşadığı olayı, üslubu hakkındaki sorunları da dahil, okuyucuyla konuşur gibi, aralara kurgu hatıralar da serpiştirerek, edebiyat, Tanrı, kader, Marksizm, SSCB, felsefe ve daha birçok konu hakkındaki fikirlerini aktardığı bu roman, yeteneğinden kuşku duymayan hevesli yazarımız Hermann’ın ilk ve muhtemelen son eseri. 

Hermann, bir çikolata pazarlamacısı. Zeki ve güzel olmayan karısı ve karısının yeteneksiz bir ressam olan kuzeniyle geçirdiği çok sakin bir hayatı var. Ama bu sakin hayatın görünüşten ibaret olduğunu, yazarın yani anlatıcımız Hermann’ın iç dünyasının her an patlamaya hazır halini ilk sayfalardan itibaren anlıyoruz. Neyseki gerekli olan “ilham” fazla gecikmiyor ve Hermann iş için gittiği Prag’da dolaşırken kendisine tıpatıp benzeyen Felix’le karşılaşıyor. Neredeyse iflas etmek üzere olan ve yaşadığı tekdüze hayattan fena halde sıkılan yazarımızın aklına bir fikir geliyor. 

Nabokov romanlarından bahsetmek çok zor. (galiba her romanından sonra aynı cümleyi tekrarlayacağım). Ama sanırım gerçek sorun (bizim için)onun romanlarının bir iki cümleyle özetlenebilecek bir ana fikire sahip olmayışları ve bizim hayatımız boyunca tam tersi yönde bir eğitimden geçmemiz. Hiç de sıradışı olmayan bir hikâyeyi sıradışı biçimde anlatıyor ve karakterler yine Karanlıkta Kahkaha ve Maşenka’daki olduğu gibi Cinnet’te de sadece dışardan izlemenize izin verilen, bağ kurmanızın imkansız olduğu insanlardan oluşuyor. Ama bıraktıkları etkinin nedeni de işte bu özellikleri sayesinde Nabokov’un Cinnet’e yazdığı önsözden de anlaşıldığı gibi yazarın iyi edebiyat- iyi okur anlayışını romanlarına yansıtmadaki başarısından kaynaklanıyor.

Belki de Nabokov’un cümleleriyle Cinnet şöyle bir roman (değil) demek daha mantıklı olacak:

“Cinnet diğer kitaplarımın akrabasıdır ve onlar gibi ne bir toplumsal eleştiri içerir, ne de koşa koşa getirdiği ağzına sıkıştırılmış bir mesajı vardır. Ne insanın ruhsal organını uyarır ne de insanlığa doğru çıkış kapısını gösterir. Heyecanlı propagandayla yuhalanma arasındaki kısa yankı koridorunda öylesine kendinden geçerek alkışlanan ağır, kaba romanlardan daha az fikir içerir...” 

Ya da 

“Her ihtimale karşın, edebiyat “okulları” uzmanlarının bu sefer “Alman İzlenimcileri etkisi” ni rastgele işe karıştırmaktan geri durmaları gerektiğini ekleyeyim: Almanca bilmiyorum ve İzlenimcileri hiç okumadım- her kimseler. Öte yandan, Fransızca biliyorum ve birileri çıkıp da benim Hermann’a “varoluşçuluğun babası” diyecek mi diye merakla bekliyorum”

Sanat için Sanat!!! Kısacası son sayfalarını okur okumaz Cinnet ve Maşenka yeniden okunması gerekenler listemde birinci sıraya yükseldiler. Her iki roman, ama özellikle Cinnet çoğu kısmını tekrar tekrar okumama rağmen yine de takip edilmesi gereken izler, yepyeni tatlar bırakarak bitti. Çok çok eğlendim hatta bir sürü betimlemesine saatlerce güldüm. Nabokov’u, kurgu ve anlatım biçimi, sivri zekası, hayalgücü, kelimeleri kullanmadaki yeteneği ve özellikle mizah anlayışı sebebiyle bir kez daha çok sevdim.