reklam 1

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Frankenstein, Mary Shelley

Orjinal adı “Frankenstein or Modern Prometheus” olan roman ilk olarak 1818 de basılmış. Yazarı, Mary Shelley, daha doğrusu “Mary Wollstonecraft Godwin Shelley” 1797 de Londra’da doğmuş. Feminist-yazar anne (Mary Wollstonecraft) ve yazar-düşünür-yayımcı babanın (William Godwin-Tales from Shakespeare'in de yayımcısı) çocuğu. Annesi doğum sırasında ölünce babası tarafından yetiştirilmiş. Şair Percy Shelley ile tanışmasından sonra evi terk ederek onunla birlikte yaşamaya başlamış.

1816’da, sevgilisiyle yaptığı yolculukta, kötü hava şartları nedeniyle şair Lord Byron’ın İsveç dağlarındaki evinden çıkamadıkları ve Alman hayalet hikâyelerine benzeyen hikâyeler tasarlayarak eğlendikleri günlerde yazmaya başlamış Frankenstein’ı. 1 Ocak 1818’ de yayımlanan romanda Mary Shelley’nin adı kullanılmamış, daha sonra ise 19 yaşında, böyle bir romanı yazabilmek için ne tür bir hayal gücünün olması gerektiği sıkça tartışma konusu yapılmış.

Romanın orjinal adından yola çıkarsak (Frankenstein or Modern Prometheus”), Yunan mitolojisinde Prometheus tanrıların adaletsizliğinden, keyfi davranışlarından nefret ettiği için Zeus’a inat olsun diye balçıktan insan (erkek) yaratıp, ona, tanrılardan çaldığı ateşi yani bilgiyi ve uygarlığı verdiğinden Zeus tarafından cezalandırılır. Victor Frankenstein’da annesinin ölümünden sonra doğaya ya da tanrıya karşı isyan bayrağını açar -bu şeytanca el kimden sevdiklerini koparmamıştı ki!-. İnsan ırkının aksine mutlu ve mükemmel bir tür yaratma hayaliyle kendini, cansız maddelere hayat verebilme amacına adar.

Bilgisini doğaya karşı kullanan Frankenstein, ailesinin cennet bahçesinden çıkıp, kendisini keşfine adadığında insanlardan uzaklaşır, mezarlıklarda vücut parçaları toplayarak, küçük odasında deneyler yaparak yıllarını geçirir. Zaman zaman yaptığı işin korkunç ve insanlık dışı olduğunu düşünse de tutkusu takıntı haline gelmiştir. Prometheus gibi Frankenstein’da bir erkek bedenine hayat verir ama ondan farklı olarak, kendi yarattığı canavar tarafından cezalandırılıp, ölünceye kadar onun sebep olduğu acılara katlanmak zorunda kalır.

Canavarsa, gizlice yanlarına sığındığı bir aileyi izleyip dinleyerek konuşmayı ve okumayı öğrenir. Ama bilgi tıpkı yaratıcısı gibi canavara da mutluluk getirmeyecektir. Bulduğu üç kitaptan öğrendiklerinden yola çıkıp, insanlığı ve kendi hayatını sorgulamaya başlar. Plutarc’ın Yaşamları, ona insanlık tarihinin önemli kişiliklerini, savaşı, erdemi ve kötülüğü, Goethe’nin “Werter’in Acıları” romanı “ümitsizliği ve hüznü” öğretir. Milton’ın Kayıp Cennet’i ise Canavar’ın durumuna daha bir yakındır. Kendi tanrısını bu hikâyedeki tanrı ile karşılaştırır. Adem’in tanrısı yarattığı varlığı korumuş, yalnız kalmaması için ona bir eş vermiştir. Buna karşılık Canavarın tanrısı düşünme, konuşma, hissetme yetenekleri verse de onu sevgisiz bırakmıştır. Kendisi için bir sır olan dünyada yalnız kalan yaratık, şefkati, dostluğu, aşkı görür ama onlara ulaşamaz. Bir yerlerde adalet gibi kavramlar vardır ama o tüm bunlardan yoksundur. Tanrısı tarafından terkedilen Canavarın, ben kimim, neyim, nerden geldim nereye gidiyorum soruları yanıt bulmaz. İnsanlar hakkında öğrendikleri yalnızca “ne kadar zavallı ve dışlanmış ”olduğunu hatırlatır. İnsanların kendisini kabul etmeyeceğini anlar. İntikam hisleriyle dolu olarak yaratıcısının yaşadığı yere giderken ormanda rastladığı çocuğun Frankenstein’ın kardeşi olduğunu anlar ve onu öldürür. Yaratıcısının da tıpkı kendisi gibi acı çekmesine, yalnız kalmasına sebep olacak ölümler zincirini başlatır.

Canavarın, cinayetleri durdurmak için tek şartı tanrısının kendisine benzeyen bir dişi yaratmasıdır. Frankenstein, bunu önce kabul etse de belki Kayıp Cennet’teki Adem’in başına gelenleri hatırladığından “Canavar, insanoğlundan uzaklaşıp, ıssız yerlerde gizleneceğine yemin etti fakat bu etmedi. Dişi büyük ihtimalle düşünen ve mantıklı bir hayvan olarak belki de kendisinden önce yapılan bir sözleşmeye katılmayacaktı. Hatta birbirlerinden nefret edeceklerdi...” der. Bilgi ağacının meyvesinden yeme ihtimali olan dişinin neden olabileceği tehlikeleri göze alamaz ve yaratmakta olduğu dişiyi parçalar. Her ne kadar yaradılışı iyi ve sevgi dolu olsa da dileğinin yerine getirilmemesi, tanrısının bu adaletsizliği Canavarın intikam arzularını son safhaya çıkarır. Kendisine merhamet göstermeyen, adil olmayan, onu yok etmeye çalışan tanrı karşısında gücünü kullanmaktan çekinmez.

Frankenstein, yeryüzüne inmiş bir Tanrı; Canavar ise yaşadıkları ve gördükleri yüzünden isyan eden, yaratıcısından hesap soran insanoğlu mudur? Ya da roman, hem Frankenstein hem de canavar tarafından sık sık gönderme yapılan Milton’ın Kayıp Cennet’ine bir kadın cevabı mıdır? Bence iki soru da evet olarak cevaplanabilir.

Mary Shelley, tanrısal güç verdiği Frankenstein’ı Milton’ın Kayıp Cennet’teki olabildiğince şefkatli tanrısıyla karşılaştırır. Milton’ın tanrısı yarattığı insan-oğlunun mutluluğu için her şeyi yapar. Yalnız kalmaması için ona eş, karnını doyurması için yiyecek, sorularını cevaplaması için melekler gönderir. Cennetten atıldıklarında gelen melek onlara tanrının iyileri koruyacağının işaretini verir. Canavarda iyi kalpli ve yardımseverdir. Yanlarında gizlice yaşadığı aileye ormandan yakacak ve yiyecek getirir, boğulmakta olan bir çocuğu kurtarır vs. ama bunların hiçbiri onun tanrısı tarafından terkedildiği, insanlar tarafından dışlandığı gerçeğini değiştirmez. Tanrısının bile tiksindiği bu yaratığın suçu sadece çirkin olmak mıdır? Yoksa Shelley kendi hayatından yola çıkarak tanrının gerçekte yarattıklarına en güzel biçimi veren, adaletli, onları kötülüklere karşı uyaran, koruyan, kısacası Milton’nun sevgi dolu tanrısına pek de benzemediğini mi söylemeye çalışır?

Romanın ilginç ayrıntılarından birisi de karakterlerin, tıpkı yazarları gibi annesiz olmalarıdır. Frankenstein’ın annesi, Frankenstein, Walton, Elizabeth, Justin, Felix, Agatha, Safie ve Canavar bir biçimde ya annenin koruyucu cennetinden mahrum kalmış ya da ona hiç sahip olmamışlardır. Hatta, romantizm akımı mensuplarından olan yazar, insanların ve Canavarın huzur buldukları doğa tasvirleriyle süslediği romanını, serin akan nehirlere ya da yemyeşil ormanlara sahip tabiat ananın kucağında değil buzul çöllerinin ortasında bitirecek kadar dışarda bırakır kadınlık olgusunu. Kadın karakterler farkedilir derecede pasifken, erkek karakterler takıntılı derecede macera, bilgi ve ün peşindedirler ve nitekim bu kez çizgiyi geçen, yasakları delen, sorgulayan, kadınlar değil erkekler olunca ortaya da böyle bir sonuç çıkmış, Milton’un Kayıp Cennet’ine, Mary Shelley’nin cevabı Frankenstein’la olmuştur da diyebiliriz.

Özetle, yayımladığı tarihten bu yana 192 yıl geçmiş olmasına rağmen tekrar tekrar zevkle okunabilecek ve her seferinde yeniden keşfedilecek güzellikte bir roman Frankenstein.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder