İstanbul'a
dönüşle koşturmaca başladı. Büyük bir de değişiklik oldu.
Yıllardır yan gelip yatmaya alışmış olan ben sabahın köründe
kalkıp işe gitmeye başladım. Eee öyle birden bire uyum
sağlanmıyor, bünye alışık değil. Doğal olarak, eve gelince
yemek ve uyku döngüsüne giriliyor. Kitaplar otobüste okunmaya
çalışılsa da pek mümkün olamıyor zira evde geçirdiğim yıllar
boyunca vatandaş boş durmamış, nüfus patlaması yaratmış.
Durum böyle olunca tahmin edersiniz ki bloga yazmak da zorlaştı.
(Aaaa kendimi yakaladım, bahaneye bak sanki önceden pek bi düzenli
yazıyormuşum gibi utanmadan işi bahane ediyorum ya pes artık.)
Bu
arada, asma budamayla başlayan bahçecilik hevesim kursağımda
kalmıştı. Ama ne yaptım bahçeyi eve taşıdım. Atmaya
kıyamadığım asma çubuklarını diktim mesela. İnanmıycaksınız
ama iki tanesinden yapraklar çıkmaya başladı. O gazla, pek bir
kocaman olmuş avokado ağacımı da budadım. Baktım budamada son
nokta bonsai, ben de bonsai yetiştirmeye karar verdim. Daha gencim,
onların ağaç haline geldiğini görmek için bir sürü zamanım
var diyerek üç çeşit ağaç tohumuyla başladım. Nar, elma,
zeytin ne bulursam ekmeye devam ediyorum. Geçen yıl, salatada
kullanmak için otlar ekmiştim. Şimdi işi büyüttüm, evi
nerdeyse seraya çevirdim. Bir sürü saksı, toprak, tohum. Her şey
her yerde. Bonsai için araştırma yaparken Pinterest'e de daldım.
Evde bişeyler yetiştirmek gibi bir isteğiniz varsa gayet yaratıcı
fikirler bulabilirsiniz. Aslında çok sulamadığınız, ışık
alsın diye tasarruflu ampulün altına koyup yakmadığınız
sürece zor bi iş de değil. Mikro boyutta tohum ya da kuru çubuk,
bir şekilde yaşamayı başarıyorlar. Ayrıca kimseler inanmasa
bile gözünüzü dikip bakmanın da faydası olduğuna eminim. Bi
şekil telekinezi sonuçta.
Benden
haberler böyle. Konuya dönecek olursam Julian Barnes'a devam
diyorum. Seni Sevmiyorum, üç kişilik bir aşk hikâyesi anlatıyor.
Sıkılıp yazının devamını okumayacaklar için hemen söyliyeyim
Seni Sevmiyorum ve devamı olan Aşk Vesaire bence müthiş
kitaplar.
Farklı
karakterlerine rağmen Stuart ve Oliver'ın iyi-kötü yıllardır
süren arkadaşlıkları, Stuart'ın Gillian'la tanışıp
evlenmesiyle yeni bir boyuta taşınıyor. Biz de hikâyeyi bu üç
kişinin bakış açısından okuyoruz. En yakın arkadaşınızın
eşine aşık olsanız ne yapardınız? Ya da eşinizin en yakın
arkadaşı size aşık olduğunu söylese? Peki ya en yakın
arkadaşınız ve eşinizin birbirine aşık olduğunu anlasanız?
gibi başımıza gelmediği sürece yanıtlanması kolay, klasik
sorulara, modern yanıtlar veriyor Julian Barnes.
Romanda belki de en az aşk var bile denilebilir ama bunun yerine
yine bol miktarda ironi ve Barnes'a her romanıyla biraz daha hayran
olmama neden olan hayat bilgisi, gözlem gücü ve bunu okuyucusuna
aktarma becerisi var. Barnes'ın aşk ve hayat hakkındaki
gerçekçiliği alaycılığıyla birleşince dönüp kendinize
bakmanıza ve epeyce de dalga geçmenize neden oluyor.
“Şostakoviç, Lady Macbeth operası hakkında şunları yazıyor: “Bu opera aynı zamanda, dünya iğrenç şeylerle dolup taşmasaydı aşk nasıl bir şey olurdu temasını işlemektedir. Aşkı yok eden iğrençliktir. Aynı zamanda yasalar, maddi şeyler, parasal sorunlar ve polis devleti. Eğer koşullar farklı olsaydı, aşk farklı olurdu.” Elbette koşullar aşkı değiştirir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder